Anadolu velîlerinden Yûsüf Sinan Efendi’nin ziyâretine, Sultân gelirdi zaman zaman.
Bâzen de sultân onu çağırıyordu sarayına.
O geldiğinde saray görevlileri karşılar, hürmetle selâmlayıp kapının perdesini kaldırırlardı.
Ancak bir süre sonra değişmişti görevliler.
Yeni gelenler bilmiyordu bu zâtın büyüklüğünü. Eskiler tembîh ettiyse de aldırış etmediler.
Ve bir gün, bu velî zâtın saraya geleceği duyuldu.
Görevliler fısıldaştılar:
“O gelince, ayağa kalkmayalım.
Hem perdeyi de kaldırmayalım.
Tamam mı? Tamam!”
Az sonra geldi bu zât.
Ama hiç de öyle olmadı.
Görevliler “ok gibi” fırlayıp kalktılar, perdeyi de kaldırdılar.
Sonra birbirlerine bakıp;
“Biz ne yaptık? Hani ayağa kalkmayacaktık. Perdeyi de kaldırmayacaktık” dediler.
Bir tânesi;
“Arkadaşlar! Her şey ortada. Bu zât gerçek bir Allah adamı. Eğer öyle olmasaydı biz böyle hürmetli davranamazdık” dedi.
Öbürleri de;
“Evet, doğru söylüyor. Allahü teâlânın azîz ettiğini zelîl etmeye kimsenin gücü yetmez. Bizim de yetmedi işte” dediler.
Ve “talebesi” oldular bu büyük velînin.