Vakıfların çok eski bir târihi olup, Peygamber Efendimizden önceki Peygamberlerin zamanlarında da vakıflar kurulmuştur.
Vakıf müessesesinin târihi çok eskilere dayanır. İslâm’dan önce Arabistân’da bilinen en eski vakıf, Mekke-i mükerreme’deki Kâbe-i şerîfe’dir. Kâbe, yeryüzünde ilk ma’bed olarak kabûl edilir ve yapının temelleri Hazret-i Âdem’e kadar dayandırılır. Bugünkü Kâbe şeklinin, Hazret-i İbrâhîm Peygamber ve oğlu Hazret-i İsmâîl (aleyhime’s-selâm) tarafından inşâ edildiği, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiştir. (el-Bakara, 125; Âl-i Imrân, 96-97; el-Mâide, 97; el-Hac, 26)
Vakıfların çok eski bir târihi olup, Peygamber Efendimizden önceki Peygamberlerin zamanlarında da vakıflar kurulmuştur. Önce dînî gâyelere dayalı olarak kurulan vakıflar, zamanla sosyal gâyelerle de kurulmaya başlanmıştır.
İslâmiyetin gelmesiyle hakîki hüviyetine kavuşan vakıf müesseseleri, Müslümânları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-i kerîmeler, vakıfla alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kirâmın tatbîkâtı esâslarına göre kurulmuştur.
İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından Hicret’in 3. senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Peygamber Efendimiz, kendi mülkü olan yedi hurmalığı, Müslümânlığı koruma maksadıyla vakfetti.
Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) (ö. 57 / 676) nakledildiğine göre, Allah’ın Resûlü Medine’deki yedi parça mülkünü vakfetmiştir.
Nadıroğuları’ndan hicrî 2. senede vefât eden Muhayrîk (radıyallahü anh) isimli bir şahıs, şöyle bir vasiyette bulunmuştu:
“Ben ölünce, tüm mallarım Allah Resûlüne, elçisine âit olsun, O dilediği yere sarf etsin.”
İslâm’da ilk vakfın bu olduğu kabûl edilir. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 45)
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de (ö. 23 / 643), çok sevdiği bir arâzîsini vakfedişini şöyle anlatır:
“Allah’ın Resûlüne; Hayber topraklarının taksîmi sonucunda, ömrümde sâhip olmadığım güzel ve değerli bir arâzî bana isâbet etti, bu konuda ne buyuruyorsunuz? dedim.”
Hazret-i Peygamber (aleyhis-selâm) da “İstersen malın mülkiyetini elinde tut, semere ve gelirini ise yoksullara tasadduk et” buyurdu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), arâzîsini; satılmamak, bağışlanmamak ve mîrâsla da başkasına geçmemek üzere; yoksullara, yakın hısımlara, miskînlere, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara ve âzâtlık anlaşması yapan kölelere vakfetti.
Mütevellînin de, örfe göre bundan yiyebileceğini şart koştu. Bu konuda bir vakıfnâme düzenleyerek kızı Hafsa‘ya (radıyallahü anhâ) (ö. 41 / 244), sonra da nesline teslîm ve vasiyet etti. (Buhârî, Vesâyâ, 22, 28, Eymân, 33; Müslim, Vasiyye, 15, 16).
Büyük âlim Seyyid İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh) diyor ki:
Vakıf, dünyâda, insanlara ihsân (iyilik) ve ikrâm etmek, âhirette de sevâb kazanmak gâyesiyle kurulur.
Binâenaleyh vakıf, bir “ibâdet” değil, bir “kurbet”tir. Yâni sevâb kazanmak niyeti ile yapılan mubâh bir iştir.
Bunu biraz daha açacak olursak, insanlar ibâdet olarak vakıf yapmaya mecbûr değildirler; kendi gönül rızâlarıyla, nâfile bir hayır olarak yaparlar.