Kısa bir ömür ile, uzun bir ömür arasında fazla bir fark yoktur. İkisinin de sonu ölümdür. Ebedî bir hayata nisbeten hiç sayılır…
Yatağa girip gecenin sessizliği ile baş başa kaldığımızda, bütün bir gün boyunca düşünemediğimiz şeyleri düşünebilir ve o günün muhasebesini yapabilme imkânını bulabiliriz.
Bir sürü konuşmayla geçen günümüzün sonunda, ömrümüzün bir gün daha azalmış ve kabir kapısına bir adım daha yaklaşmış olduğumuzu anlarız.
Tek fırsat olarak insanlara verilen ve her saâti en kıymetli mücevherden daha değerli olan zamanımızı nasıl geçirdik? Kârlı mıyız, zararlı mıyız? Bunun hesabını her akşam yapmalıyız. Kârlı isek, kârımızı nasıl biraz daha artırabiliriz, zararda isek, bundan nasıl kurtulabiliriz? Araştırmalıyız.
Bir yanda medeniyet harikâları ve süratle gelişen teknik ve ilim dünyası, diğer yanda ise, her gün, her yaşta vefât eden yüz binlerce insan…
İlim, bu kadar ilerlemesine rağmen insan ömrüne bir şey ilâve edememekte, bilâkis ahiret yolcularının hızını ve vasıtalarını çoğaltmakla aczini itiraf etmektedir.
Yakın bir gelecek için projeler yapan, onlar için endişe duyan, uykularını kaçıran, kilo verip zayıflayan, kısacası istikbâl endişesi ile kıvranan insanoğlu acaba gerçek istikbâl için neler düşünüyor ve ne hazırlık yapıyordur?
İnsanın şiddetle muhtaç olduğu sonsuzluk arzusu karşısında, fâni oyuncakların dünyayı yalancı cennete çevirmesi de boştur.
İnsan, yazdan sonra gelecek olan kışı karşılamaya ve tedbir almaya kendini mecbur bilip hazırlık yaptığı gibi, yaşamakta olduğu fâni ve kısacık hayattan hemen sonra gelecek olan ölümü de karşılamaya hazır mıdır?
İnsan, madem fânidir, ömür bin sene de olsa bir gün bitecektir. Bin yıl ömür sürmüş birine hayattan ne anladığını sorarsak; büyük bir ihtimalle ve gülümseyerek hiçbir şey anlamadığını söyleyecektir. Bunca senelerin nasıl geçtiğini anlamadığını da ifade edecektir.
Nuh aleyhisselâm bin yıldan fazla yaşadı. Bir gün Azrâil aleyhisselâm geldi ve ruhunu almak için izin istedi. (Yalnız Peygamberlerden izin alınırdı.) Nuh aleyhisselâm da;
“Rabbimizin emirleri ne ise ona razıyız” diye karşılık verdi.
Melekül-mevt, Nuh aleyhisselâma sordu:
-Ey Peygamberliği en uzun süren insan! Bu dünyayı nasıl gördün! O da;
“Bir evin iki kapısı olur ya, birisinden girdim, diğerinden çıkıyorum” diye cevap verdi. İşte dünya budur.
Öyleyse; kısa bir ömür ile, uzun bir ömür arasında fazla bir fark yoktur. İkisinin de sonu ölümdür. Ebedî bir hayata nisbeten hiç sayılır…
Gerçekten uzun bir ömür, ebedî saâdeti kazandıran ömürdür.
Meselâ, 20 yaşında ölen bir insan, şu kısacık ömründe Rabbinin rızasını kazanmış, cennete gireceklerle beraber olabilmişse; o kısa yaşamadı demektir. Ona “hayattan nasibi azmış” denebilir mi?
Bir adam da 100 yaşında ölmüşse ona da;
“Ne kadar çok yaşadı, bu zamanda bu yaşa kim gelebilir!” denir. O kimse ise eğer ömrünü boşuna geçirmişse, çok kısa yaşadı demektir!..
O hâlde bize tahsis edilen ömür, ister uzun olsun, ister kısa onu değerlendirmeliyiz, boşa harcamamalıyız. Ebedî hayatı kazanmanın gayreti içinde olmalıyız.
M. Said Arvas