Peygamberimizin çalışmalarıyla, Cenâb-ı Hakk’ın da lutfuyla, “Câhiliye dönemi” gitmiş, bir “Asr-ı saâdet” meydâna gelmiştir…
Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, ni’metleri o kadar çoktur ki, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine, “Cebrâîl” aleyhisselâm ismindeki melek vasıtasıyla bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir.
Bu kitaplardan yalnız Kur’ân-ı kerîm bozulmamış, diğerlerinin hepsi, maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir.
Dînli olsun-dînsiz olsun, inansın-inanmasın, herhangi bir kimse bilerek veya bilmeyerek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâma yani emir ve yasaklara uyduğu kadar dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar.
Bu, faydalı bir ilâcı kullanan herkesin, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dînsiz, îmânsız birçok kimsenin ve Müslüman olmayan, hattâ İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde muvaffak olmaları, râhat, huzûr içinde yaşamaları; inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalıştıkları içindir.
Fakat Müslüman olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan çok kimsenin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymamalarıdır.
Âhirette sonsuz saâdete kavuşabilmek için ise, önce Kur’ân-ı kerîme îmân etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek İslâmiyete uymak lâzımdır.
Târihte “Câhiliye Devri” denilen bir dönem vardır. Bu dönemde, Arabistan Yarımadasında, insanlar putlara tapıyor, fıçılarla içki içiyor, sabâhlara kadar kumar oynuyorlardı.
Yine o devirde, kuvvetli olan haklı sayılıyor, ahlâk-nâmûs mefhûmu kâle alınmıyor, kadınlar bir ticâret eşyâsı gibi alınıp-satılıyor, kız çocukları diri-diri toprağa gömülüyorlardı.
Bütün Asya, Afrika ve Avrupa’da da durum bundan farksızdı.
Elbette bunlardan rahatsız olan, memnûn olmayan akl-ı selîm sâhibi insanlar -az da olsa- mevcuttu ve bunlar Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyâzda bulunuyor, bu karanlık gecenin bitmesi için yalvarıyorlardı.
İnsanlara merhamet buyuran Allahü teâlâ, muhtelif asırlarda ve çeşitli coğrafî bölgelerde yaşayan insanlara birçok Peygamber gönderdiği gibi, son Nebî ve Resûl olan Hazret-i Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) de bütün âlemlere Peygamber olarak vazîfelendirmiştir.
O, bu vazîfeyi alınca, insanları küfür, dalâlet, cehâlet, ahlâksızlık, vahşet ve zulmetten kurtarıp îmân, hidâyet, ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, nûr, aydınlık, insanlık, adâlet, hakkâniyet ve insan haklarına kavuşturmak için canla-başla çalışmıştır.
Bunun için gece-gündüz hiç durmadan, Allah’ın gönderdiği en son ve en mükemmel dîn olan “İslâm Dîni”ni beşeriyete teblîğ etmiştir.
Nasipli olan kimseler, önceleri birer-ikişer, üçer-beşer, sonraları ise grup-grup İslâmiyete yönelmişler, ona dört elle sarılmışlar, bu husûsta mallarını, canlarını, âilelerini ve çoluk-çocuklarını dahî fedâ edecek hâle gelmişlerdir.
Peygamberimizin çalışmalarıyla, Cenâb-ı Hakk’ın da lutfuyla, “Câhiliye dönemi” gitmiş, bir “Asr-ı saâdet” meydâna gelmiştir.