Hindistan evliyâsından Alâüddîn-i Sabîr hazretlerinin babası vefât edince maddî sıkıntıya düştüler.
Annesi, kimseye belli etmedi bu sıkıntılarını.
Alâüddîn sâdece “Su” içer, üç günde, bir lokma “Ekmek” yerdi.
Bir gün açlıktan bunaldı.
Ve annesinden yiyecek bir şey istedi.
Evdeyse yemek yoktu.
Pişecek şey de yoktu.
Kadıncağız, tencereyi “Su” ile doldurup koydu ateşe. Yemek pişirir gibi göründü.
Alâeddîn akşama doğru seslendi:
“Anne! Yemek hâlâ pişmedi mi?”
“Hayır oğlum, pişmedi.”
O ise çok acıkmıştı.
Tencerenin kapağını açtı ve “Anneciiim, pilâv pişmiş!” diye bağırdı sevinçle.
O da koştu hemen.
Gördü pişen pilâvı.
Çok hayret edip, anladı oğlunun “kerâmeti” olduğunu.
Kendi kendine;
“Bunu âbime götüreyim. Onun yanında yetişsin” dedi. Âbim dediği, Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleriydi.
O, Alaaddîn’i görünce;
“Ablacığım, bunun yetişmesi için üç sene kâfi gelir” dedi.
O da çok sevindi.
Ve ona arz etti ki:
“Âbicim, Alâeddîn’e dikkat edin. Yoksa yemek yemeyi unutup açlıktan ölebilir, diye korkuyorum!”
Âbisi tebessüm edip;
“Korkma, ben onu mutfak işine veririm!” buyurdu.
Ama o, yemezdi yine.
Dayısının yanında üç sene kaldı.
İyi yetişip “mutlak icâzet” aldı…