Osmanlı âlimlerinden. İsmi, Ya’kûb bin Seyyid Ali el-Bursavî’dir. Seyyid Ali-zâde de denir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 931 (m. 1524) senesi hac dönüşü, Mısır’da vefât etti.
Seyyid Ali-zâde, asrının âlimlerinden okudu. Sonra Bursa’da Hamza Bey Medresesi’nde müderris oldu. Daha sonra; Aydın’da, İbn-i Melek Medresesi’nde, tekrar Bursa’da Sultan Bâyezîd Hân Medresesi’nde, Sultâniyye Medresesi’nde, Sultan Murâd Hân Medresesi’nde müderrislik yaptı. Edirne’de Sultan Bâyezîd Hân Medresesi’nde müderris, sonra Edirne kadısı, sonra da İstanbul’da Semâniyye medreselerinin birinde müderris oldu. Sonra tekâüden vazîfesine son verildi.
Seyyid Ali-zâde, 573 (m. 1177) senesinde vefât eden, İmâm-zâde Vâ’iz Rükn-ül-İslâm Muhammed İbni Ebû Bekr’in “Şir’at-ül-İslâm” adındaki eserine, güzel bir şerh yazdı. Adını; “Mefâtîh-ül-Cinân ve mesâbîh-ül-Cenân” (Cennetlerin anahtarları gönüllerin kandilleri) koydu. Sultan İkinci Bâyezîd Hân, “Şir’a” kitabını çok sevdiğinden, Ya’kûb bin Seyyid Ali’ye “Şir’a Şârihî” lakabını verdi. “Şir’at-ül-İslâm” pek kıymetli bir eserdir. En güzel şerhini de Seyyid Ali-zâde yaptı. Bundan başka; Gülistân’ı Arabca olarak şerhetti. Seyyid Şerîfin Şerh-i Ferâiz’ine, nahiv ilminde Dîbâce’ye, Mesâbîh şerhine, Metâli’ul-envâr şerhine, haşiyeler yaptı. Kara Seyyidî’nin Şerh-i Miftâh’ına “Ecvibe” yazdı, İmâm Yâfiî’nin “Mir’ât-ül-Cinân ve İbret-ü-Yakazân” ismindeki büyük târihini kısalttı. Bu kitap Türkçedir. İsmi “Ravdat-ül-İslâm” olup, İstanbul da basıldı.
Şir’at-ül-İslâm şerhinin önsözünde, Seyyid Ali-zâde şöyle buyuruyor: Kullarına, doğru ve açık bir yol olan İslâm ni’metini bağışlayan, Kitap ve sünneti önlerine parlak bir ışık olarak koyan, îmân etmelerini nasîb ederek, bildirdiği dîne büyük topluluklar hâlinde girmelerini sağlayan Allahü teâlâya hamd olsun. Kendisine uyanların, gösterdiği yolda gidenlerin, O’nu candan sevenlerin kurtulduğu; lisânından sıdk pınarının aktığı, beyânında hakîkat nûrlarının parladığı Muhammed aleyhisselâma ve O’nun îmân bilgilerinin dolunayları, irfan alemlerinin güneşleri gibi olan Âline ve Eshâbına, yeryüzünde bitki yeşerdiği, gökyüzünde yıldız parladığı sürece duâlar, iyilikler olsun!
Zâif, günahkâr, âciz, Rabbinin rahmetine muhtaç Ya’kûb bin Seyyid Ali der ki: Fen ve din âlimlerinin ileri gelenleri, ilmin; sıfatların en şereflisi, ihsânların en büyüğü olduğunda ittifâk etmişlerdir. Özellikle dînî ilimler, dünyâda ve âhırette, bütün yüce isteklerin en fâidelisi, büyüklük ve olgunluk bakımından en kıymetlisidir. Zîrâ bu dînî bilgilerle, dünyâda salâha (saadete) âhırette felaha (kurtuluşa) kavuşulur. Bu dînî bilgilerin anlatıldığı kitaplar arasında, “Şir’at-ül-İslâm” çok yüce bir kitap, çok üstün bir hitabdır. Şiir:
Öyle bir kitap ki bu nazmı, pınara benzer,
Pırıl pırıl parıldar, içindeki cümleler.
Sözleri ay üstüne altın ile yazılsa,
Olgunluğu yönünden, lâyık olur dediler.
İçinde Nebî sözü, sünnet-i seniyyeler
Alâmet ve işâretler, Cennet içre Cennetler;
Bu kitabın içinde, daha neler var neler,
Kalblere te’sîr eder, rûhları ma’nen besler.
Bu çok kıymetli kitap, lâfzan inci gibidir.
Satırların herbiri, nurlu dense yeridir.
Her cümlenin ma’nâsı, yüksektir öbüründen,
Kıymeti çok büyüktür, sanki zaman gibidir.
Onun güzelliğini ifâdeden, âciz dil,
Ömrüm oldukça övsem yine bitiremem bil.
Asrının tek incisi, parıldayan ışığı,
Sapık yola götürmez, ilme olan âşığı,
Ayrıca, bu kitabın şânı ve makamının büyüklüğü, onun yüksek kabiliyetli kimselerin eline geçmesini gerektiriyordu. Şu kadar var ki, bu kitap, değerini bilmeyen kimselerin eline düşmüş, anlayışsız kimselerin hücumlarına mâruz kalmıştı. İşte bu durum, beni onun lâfızlarından zor ve müşkil olanlarını açıklamağa, kasdedilen ma’nânın açığa çıkması için gerekli açıklama yapmaya sevk ediyordu. Ancak yaratılışımdâki donukluk ve düşünce gücümdeki uyuşukluktan ileri gelen ifâde zaafı ve teşebbüs aczi, bu işe ciddiyetle girişmekten beni alıkoyuyordu. Kendi kendime: “Bu fikir karışıklığı içinde, yüce Anka kuşunu ele geçirmek nerede?” diyorum. Sonra, işâretini farz-ı ayn kabûl ettiğim hocamın emrini, başüstüne diyerek kabûl ettim. Mu’teber tefsîr ve hadîs kitapları ile, diğer meşhûr kitapları iyice araştırdım. Şerhine giriştiğim Şir’ât-ül-İslâm kitabının metnine, meramına (anlatılmak istenene) uygun, altın-gümüş gibi kıymetli ifâdeleri hazînelerden çıkardım. Kitapdaki rumuzlarda işâret edilen düğümleri çözdüm. Kapalı sırları açığa çıkardım. Gizli kalmış nûrları izhâr ettim. Hikâyeleri olduğu gibi aldım. Rivâyetlerin vadilerini baştan başa katettim. Her sözün evvelinde veya sonunda, okuyucuya delîl olması, güvenin artması için, aldığım kitapların isimlerini yazdım. Böylece elhamdülillah Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden inciler ihtivâ eden saf ve güzel ilim sedeflerini kendisinde toplayan bu şerh meydana geldi. Bu şerhe, haber bahçelerinin anahtarlarını, seçilmiş kimselerin gönüllerindeki nûrları aksettirdiği için, Mefâtîh-ül-cinân ve mesâbîh-ül-cenân ismini verdim. Şiir:
Bu kitapda hakîkatin sırları bir aradadır.
Bu kitapda tarikatın hakîkati ortadadır.
Onu görmekle bizim gözlerimiz aydınlanır.
Onun ma’nâlarından kulaklarımız hoşlanır.
Güzel çiçek bahçeleri onun inci sözündedir.
Onun, yakîn pınarından doğan nehirleri vardır.
Karanlıklar gibi olan lâfz örtüsü altından,
ilâhî ilmin nûrları herkese parlamaktadır.
Ey gerçeği isteyenler! Sizin meramınız budur.
Merama kavuşmak için gayret ve yarış lâzımdır.
Bu şerhi okuyan insaflı âlimlerden, şerhde bulabilecekleri hatâlardan beni ma’zûr görmeleri umulur. Zîrâ hata ve unutmak, insanoğlunun kaçınılmaz hâllerindendir. Bunun için İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ); “İnsanların evveli, unutanların evvelidir” buyurmuştur. Allahü teâlâ bizi, doğru ve sırf kendi rızâsı için yazmakda muvaffak kılsın. Bunun için O’nun rahmet deryasından doya doya içmeyi, bereket ve feyzini üzerimize boşaltmasını istiyoruz. Bunu yazanın, okuyanın ve diğer isteklilerin faîdelenmelerini diliyoruz. Zîrâ her türlü hayrın sahibi ve ihsân edicisi Allahü teâlâdır.
Ey Rabbimiz! Yaptıklarımızı kabûl et. Elbette sen herşeyi duyucu ve bilicisin. Tövbelerimizi kabûl et. Muhakkak ki sen, tövbeleri çok kabûl edici ve çok rahmet edicisin. Bize sapıkların değil, ni’met verdiklerinin, gadab etmediklerinin doğru yolunu göster. Âmin!”
Eserden ba’zı bölümler:
Hadîs-i şerîfte; “Duâ etmek ibâdettir” buyuruldu. Kabûl olmazsa da sevâb hâsıl olur. Duânın kabûl olması için şartlar vardır. Helâl yimelidir. Haram lokma yiyenin duâsı, kırk gün kabûl olmaz. Duâ; ihtiyâcı gideren, saadete kavuşturan kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, helâl lokmadır. Giydiği de helâlden olmalıdır. Hazer olmayan, men edilmiş olmayan mala helâl denir. Şübheli olmayan mala tayyib denir.
Duâ ederken, kalb uyanık olmalı, kabûl edileceğine inanmalıdır. Söylediğinden haberi olmayan gâfilin duâsı kabûl olmaz. Duâdan evvel, tövbe ve istiğfar etmelidir. Duânın kabûlü için acele etmemelidir. Duâya devam etmeli, usanmamalıdır. Allahü teâlâ duâ etmeyi ve duâ edeni sever. Kabûl ettiği hâlde, istenileni vermeği gecikdirerek, duânın ve sevâbın çok olmasını ister. Duâyı, hiç olmazsa, yedi kerre tekrar etmelidir. Rahat ve huzûr zamanlarında çok duâ edenin, dert ve belâ zamanlarındaki duâları çabuk kabûl olur. Duâdan evvel, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullaha salât ve selâm söylemelidir. Resûlullah ( aleyhisselâm ), duâya başlarken; “Sübhâne Rabbiyel aliyyil a’lel-Vehhâb” derdi.
Evvelâ, günahlarına tövbe etmeli, sonra bütün mü’minlerin sıhhat ve selâmetleri için duâ etmeli ve her dileğini söyleyip, vermesini cân-ı gönülden istemelidir. Akla ve şer’a uymayan şey istememeli. Meselâ, “Cennetin sağ tarafında beyaz bir köşk ver” dememelidir. Kalbine gelen hayırlı şeyi istemelidir.
Duâ, bir temenni olmamalı, istediği şeye kavuşturacak sebeplere yapışmalıdır. Meselâ, önce tâat ve ibâdetlere sarılmalı, sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için duâ etmelidir. Tâatler ve ibâdetler, rızânın ve muhabbetin sebebleridir. Sebeblere yapışmadan yapılan duâ, kabûl olmaz. Buna duâ denmez. Fâidesiz temenni denir. (Ümîd edilmiyen şeyi istemeğe, temenni denir. Ümid edilen şeyi istemeğe recâ denir.) Allahü teâlâdan istenilen şeyin sebeblerine kavuşmayı dilemelidir. Hadîs-i şerîfte: “Çalışmadan duâ eden, silahsız harbe giden gibidir” buyuruldu. Abdest alıp, diz üstüne kıbleye karşı oturup, elleri göğüs hizasından ileri uzatıp, avuçlarını semâya karşı açıp, Peygamberlere ve Evliyâya tevessül ederek, onların hatırları ve hürmetleri için istemeli, sonunda “Âmin” demelidir. Herşeyden önce af, mağfiret ve afiyet için duâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli duâ; “Allahümme rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kı-nâ azâbennâr”dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için, zararlı duâ yapmamalıdır. Kabûl olursa, pişmanlık fâide vermez.
Su içmenin sünnet ve edebleri: Su kablarının en iyisi, tevâzuya daha yakın olduğu için, pişmiş topraktan ve odundan olanlarıdır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Su kabları topraktan olan ev halkına, Allahü teâlâ rahmet ve melekler istiğfar ederler” buyurmuştur. Sırrî-yi Sekatî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye; “Evinin kapları senin cinsinden, ya’nî topraktan olsun” buyurdu.
İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), su kapları içinde en çok cam olanları severdi. Çünkü önce suya bakar, sonra içerdi. Mü’minler altın ve gümüş kapları kullanmaktan sakınmalıdır. Bunlar erkeklere de kadınlara da haramdır. Fıkıh kitaplarında bildirdiği gibi, kadınlar; altın ve gümüşü yalnız süs olarak kullanabilirler. Bakır ve sarıdan yapılan kaplar da makbûl değildir.
Kabların üstünü kapatmak da sünnettir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kablarınızın üstünü örtün ve kapatırken Besmele söyleyin” buyurmuştur. Kabların hepsine kapak bulunmazsa, tahta veya başka şeylerle, Besmele çekerek kapatmalıdır. Böylece Peygamber efendimize itaat edilmiş olur. Allahü teâlâ da Resûlüne uyulduğu ölçüde, bu itaatin bereketi ile üzerimizden belâları kaldırır.
Nehir, havuz gibi yerlerden, eğilip ağzı ile su içmemelidir. Eli ile veya bir kab ile içmelidir. Hayvanlar bu şekilde içmektedirler. Kabın içindeki suyu veya sütü, ağzını kabın orta kısmına koyup içmemelidir. Kenarından içmelidir. Kabın kırık yerinden ve kulp kısmından su içmemelidir. Çünkü oralar iyi yıkanmayıp kirli kalabilirler. İçenin üzerine dökülme ihtimâli vardır. Buralar şeytanın oturduğu yerlerdir. Geceleyin kapılar kapanmalı, lâmbalar söndürülmeli, çocuklar eve gelmiş olmalıdır.
Su içecek kap bulamayan eli ile içer. Su içmek isteyince, kabı sağ eline almalı, Allahü teâlânın “Yeyiniz içiniz…” emrini düşünerek içmelidir. İçerken besmele çekmeli, Allahü teâlâya suyun temiz olması, bereket kaynağı olması için duâ etmelidir. İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) yaptığı gibi, içmeden önce suya bakmalıdır. Suyu üç nefeste içmeli, her nefeste ağzını bardaktan çekmelidir. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) böyle yapardı. Birinci nefeste, Allahü teâlâya, verdiği ni’met sebebiyle şükretmeli, ikinci nefeste, kendisine ortak olmaması için şeytandan Allahü teâlâya sığınmalı, üçüncü nefeste içtiği suyun şifâ olması için, Allahü teâlâya niyazda bulunmalıdır. Her nefesin sonunda Allahü teâlâya hamd ederse, içtiği su, bir dahaki içeceği suya kadar, karnında tesbih eder.
Daha çok şükretmeğe vesile olacağı ve harareti gidereceği için serin su içmelidir. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), serin ve tatlı suyu severdi. Ayakta su içmemelidir. Zemzem suyu, abdestten artan su ve ilâç alındıktan sonra içilen su ayakta içilebilir.
Aç karnına su içmemelidir. Kuvvetten düşürür, insanı zayıflatır. Suyu yavaş yavaş emerek içmelidir. Ağzı doldurarak içmemelidir. Nefes verirken bardağı ağzından çekmelidir. Suyu üç defada içip, her defasında Besmele çekmeli, sonunda; Elhamdülillah demek daha âfiyetli, susuzluğu giderici ve sıhhate fâidelidir. Din kardeşinin artığı olan su içilir. Âlimlerin ve velîlerin artığı ile bereketlenmelidir.
Bir mecliste su dağıtırken; önce âlimlere, sonra yaşlılara, sonra gençlere, en son çocuklara verilir. Yerken, yürürken ve otururken de bu sıra gözetilir. Su dağıtan, en son kendi içer. Yanında oturanlara birşey verirken, önce kendi sağından başlanır. Sonra onun sağındakine verilerek devam edilir. Sağındakinin izni olmadan solundakine verilmez. Sahîh-i Müslim’de şöyle bildirilmektedir: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) su getirdiler, içti. Sağında, orada olanların en küçüğü vardı. Bu, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) idi. Solunda ise büyükler bulunuyordu. Resûl-i ekrem çocuğa dönerek: “İzin verir misin bu suyu önce büyüklerine vereyim” buyurdu. Çocuk “Hayır, vallahi olmaz” deyince mübârek artığını çocuğa verdi.”
Zemzem suyu ikram edildiğinde, geri çevirmemeli, almalıdır. Su içtikten sonra Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) yaptığı gibi; “Elhamdü lillâhillezî ce’alehû a’zben fürâten birahmetihî ve lem yec’alhü milhen ücâcen bizünûbî” duâsını okumalıdır. Duâda, rahmeti ile suyu tatlı yapıp günahlarım sebebi ile acı bir tuz hâline getirmeyen Allahü teâlâya hamd olsun, denilmektedir. Hadîs-i şerîfte; “Günahı çok olan, çok su dağıtsın” buyurulmuştur.
İnsanların hakları: Elinden geldiği kadar az da olsa, insanlardan birşey istememelidir. Onlara karşı küçülmemelidir. Şeref ve vekârını korumalıdır. “Bize iyilik yapana, biz de iyilik yaparız” diyenlerden olmamalıdır. Çünkü müslümana yakışan kötülük yapana da iyilik yapmaktır. Zîrâ iyilik yapana iyilik yapmak, karşılık vermektir. İhsân, ya’nî hakîkî iyilik, kötülük yapana iyilik etmektir. Huzeyfe’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ): “Zayıf karekterli olmayın, “İnsanlar bize iyilik yaparsa, biz de iyilik yaparız, zulm ederlerse, biz de zulm ederiz” demeyin. Kendiniz şöyle yapınız: insanlar size iyilik yaparsa, onlara iyilik yapınız. Kötülük yaparlarsa, zulm yapmayınız” buyurdu.
İnsanlarla mücâdele etmemelidir. İnsanlardan ikram ve iyilik görünce, Allahü teâlâya şükr etmelidir, insanlara; dîni, ilmi ve parası ile öğünmemelidir. İnsanların yalan ve gayr-i meşrû işlerini görünce, onlar için Allahü teâlâdan mağfiret istemelidir. Zayıf ve güçsüzlere yakınlık göstermelidir. Fakirlerle oturmakla bereketlenilir. Çünkü bu durum, insanı nifaktan ve kibirden uzaklaştırır. Sevâb yönünden ise, üstün bir cihâttır. Evliyâya hürmet etmelidir. Zîrâ bu saygı ve ta’zim, cenâb-ı Hakka duyulan saygı cinsindendir.
İnsanların hâllerini incelememelidir. Halktan bir fâide ve zarar beklememelidir. Zîrâ insanlar, Allahü teâlâya muhtaç olmada, kendilerinden fâide veya zarar gelmeme konusunda, bir tarağın dişleri gibidirler. Bilakis zarar ve fâidenin bütünü Allahü teâlâdandır. O dilemeyince hiçbir kimse ne zarar, ne de fâide verebilir.
En yakını olsa da, Allahü teâlâ katında günah olan söz ve işde ona uymamalı, dediğini yapmamalıdır. Allahü teâlânın gazâbı bulunan bir işte, kimsenin rızâsını aramamalıdır. “Hutab-ül-erba’în” şarihi şöyle demektedir: “Allahü teâlânın gazâbını kazanarak insanları râzı etmeğe uğraşmak demek; dil âfetlerinden olan maskaralık, mukallidlik, alay etmek, söz taşımak, insanları güldürmek, dil ile saldırmak gibi işler yapmaktır. Şâirlerin âdetleri, nedimlerin usûlü böyledir. Onlar sâlihleri ayıplamaktan âlimlerle alay etmekten çekinmezler.”
Günah işliyenlere buğz ederek, Allahü teâlânın sevgisini kazanmayı istemelidir. Onlara kızarak Rabbinin rızâsına kavuşmak, onlardan uzaklaşarak Allahü teâlâya yönelmeyi istemelidir. Onlara karşı kalbinde sevgi bulundurmamalıdır.
Mü’minlere karşı güzel huylu, güler yüzlü olmalıdır. Onlara; yumuşak, rıfk, lütf, adâlet, ihsân ve cömertlik üzere hareket etmelidir.
Bakışlarıyla bile olsa, kimseyi korkutmamalıdır. Çünkü müslümanı korkutmak haramdır. Bir kimseye güvenip, onu arka tutarak, ben güçlüyüm dememelidir. Böyle yapanı, Allahü teâlâ zelîl eder.
Allahü teâlânın sevgisini, bütün insanların sevgisine tercih etmelidir. Hiç kimseyi, beğenmediği lakab ile çağırmamalıdır. Herkese ismi ile kibarca hitâb etmelidir. Bir kimseyi beğenmediği bir lakabla çağırana, melekler la’net okur.
Hiçbir müslümanla münâkaşa etmemelidir. Kimseyle kavga gürültü çıkarmamalıdır. Kavganın ve münâkaşanın keffâreti, iki rek’at namazdır. Silâhı, kimseye doğru çevirmemelidir. Çünkü silâhı bir müslümana çevirmek, onu korkutmak demektir. Şaka dahi olsa böyle yapmamalıdır.
İzinsiz kimsenin malını almamalıdır. Çünkü haramdır.
Yemek yemenin edebleri: Yemek yemenin farzı; yenecek şeyin helâl, tayyib (temiz) ve insana yetecek kadar olmasıdır. Yemeğin helâl ve tayyib olması; sünnete ve ver’a uygun şekilde kazanılmış olmasıdır. Helâl ve tayyib lokmayı ancak, bilgili, uyanık, akıllı, ilmi ve ameli ile büyük gayret gösterenler ister. Yeme içme ilmi, ibâdet ilminden önce gelmektedir. Çünkü ibâdet, yeme içme ile mümkün olur.
Yemek yerken ayakkabıları çıkarmalıdır. Bir elini de olsa, yere dayamamalıdır. Sırtını da birşeye dayamamalıdır. Sünnet olan, yemeğe doğru biraz eğilmektir. Sol ayağı üzerine oturup, sağ dizi dikerek oturmak sünnettir.
Selâm vermeyen kimseyi yemeğe sofraya çağırmamalıdır. Yemeği, Allahü teâlâya ibâdette kuvvet kazanmak için yemeli, lezzet için, zevk için yememelidir. Acıkmadan yemeyen ve doymadan sofradan kalkan kimselerin doktorlara ihtiyâcı olmaz. Sofrada çok hayret verici bir şey olmadan gülmemelidir. Tıka basa doyuncaya kadar yememelidir.
Yemeği sıcak yememeli, soğumasını beklemelidir. Sıcak yemeğin mi’deye, bağırsaklara ve dişlere zararlı olduğu, tıb kitaplarında yazılıdır. Yemek soğuyuncaya kadar üstü örtülü olmalıdır. Böyle yapmakta büyük bereket vardır. Az da olsa, akşam yemeği yemeli, terk etmemelidir. Öğleden sonra yenen yemeğe, akşam yemeği denir. Bunu terk eden kimselerde, zayıflama ve çabuk ihtiyârlama görülür.
Yemekten önce el yıkamak, yemeğin sünnetlerindendir. Fakirliği giderir. Dînî vazîfeleri yapmağa kuvvet kazanmak niyyeti ile yemek yemek ibâdettir. Yemekten sonra elleri yıkamakta da, küçük günahların yok olması ve gözlerin sıhhat kazanması vardır. Yemekten evvel önce gençler, yemekten sonrada önce yaşlılar el yıkamalıdır. Yemekten önce eller yıkandığında kurulanmaz.
Yemeğe başlarken Besmele çekmelidir. Besmeleyi, yemek yiyenlerin hepsinin duyması için, yüksek sesle söylemelidir. Yemeğe tuz ile başlamalıdır. Zîrâ tuz, birçok hastalıklara şifâdır. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ); “Yâ Ali! Yemeğe tuz ile başla. Çünkü tuz, yetmiş çeşit hastalığa şifâdır. Bu hastalıklar arasında cinnet, cüzzam, baras, mî’de ağrısı ve diş ağrısı da vardır” buyurduğu “Avârif’ kitabında yazılıdır.
Sağ el ile yemeli ve içmelidir. Sol el ile yiyip içmemelidir. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ), Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ); “Sağ eliniz ile yeyip, sağ elinizle içiniz. Sağ elinizle alıp, sağ elinizle veriniz. Çünkü şeytan; sol eli ile yer, sol eli ile içer, sol eli ile alır, sol eli ile verir” buyurduğunu rivâyet etmiştir.
Yemeği üç parmak ile yemelidir. Baş parmak, şehâdet parmağı ve orta parmağı kullanmalıdır. Yemek bittikten sonra, sofra kaldırılıncaya kadar bekleyip, sonra kalkmalıdır. Yemek yerken kimse için ayağa kalkılmaz.
Yemeğin en aşağı derecesi; mi’denin üçte biri yemek, üçte biri su, üçte biri de hava ile dolu olmasıdır. Orta derecesi, yarısının yiyecek ve içecek ile dolu olmasıdır. En yüksek derecesi hastanın yediği kadar yemektir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 251
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 328
3) Fevâid-ül-behiyye sh. 226
4) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 647
5) Mir’ât-ı Kâinat cild-3, sh. 99
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 546
7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 464
8) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1044, 1248, 1647, 1709
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 955, 1083
10) Güldeste-i riyâz-ı irfan sh. 287
11) Mefâtih-ül-cinân
YA’KÛB BİN SEYYİD ALİ