TÎMÛR HÂN

Âlim ve evliyâ dostu, cihangir, dünyânın en büyük hükümdârlarından, aklî ve naklî ilimlerde âlim. Aslen Moğol ırkındandır. Dedelerinden biri, meşhûr Moğol hükümdârı Cengiz’in dedelerinden biri ile kardeştir. Babası, Taşkend ve çevresinde hükümrân olan Moğol Barlas aşireti reîslerinden Emîr Turagay, annesi Tekine Hâtun’dur. 736 (m. 1336) yılında Türkistan’da Şehr-i Sebz (Keş) yakınlarında Hoca Ilgar köyünde doğdu. Gürgân, Bahâdır, Emîr, Emîr-ül-Kebîr, Kutbüddîn ve Sahib Kıran lakabları verildi. Cengiz soyundan bir prensesle evlenip, Küreken (Dâmâd) ünvanını aldı. Bir savaşta, bir ayağı topal ve bir eli çolak kaldı. 770 (m. 1368) senesinde Belh Emîri oldu. Otuzbeş sene hükümdârlıktan sonra, 807 (m. 1405) senesinde Otrar şehrinde vefât etti. Semerkand’da defnedildi.

Tîmûr Hân’ın babası Emîr Turugay, zamanı evliyâsının en büyüğü olan Seyyîd Emîr Külâl hazretlerinin talebesi, temiz, afif, sâlih bir müslüman idi. Cengiz Hân’ın kumandanlarından olan Tîmûr Hân’ın dedelerinden Karaçay Noyan, Cengiz Hân’ın oğlu Çağatay’ın yanında Türkistan’a gelmişti. Çocukları da Çağatay’ın devletine hizmet etmişler, hattâ emirlerine başkanlık etmişler, müslümanlıkla da şereflenmişlerdi. Emîr Turagay da, Çağatay Hânlığı’na hükmeden, hânı tahttan indirip tahta çıkaran emirler arasındaydı. Emîr Turagay, âlimleri ve Allah dostlarını çok sever, onların hizmetinde ve sohbetinde bulunmayı çok isterdi. Fırsat buldukça, Seyyîd Emîr Külâl hazretlerini ziyâret edip, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Oğlu Timur’a da, âlim ve sâlihlerle beraber olmasını, Allah dostlarını üzmemesini nasihat ederdi. Tîmûr Hân’a aklî ve naklî ilimleri ve kumandanlık bilgilerini, ehil hocaların elinden öğretti. Şeyh Şemseddîn Gülâl’i, Tîmûr Hân’a hoca ta’yin etti. Tîmûr Hân, babasının vefât etmesi ve emirler arasında geçimsizlikler ve memlekette anarşinin hâkim olması üzerine siyâsete karıştı. Dost ve düşmanını çok iyi seçen ve kuvvetli bir siyâset ta’kib eden Tîmûr Hân, birkaç kişilik bir aile çevresinden meydana gelen kuvvetlerini kısa zamanda çoğaltıp, birçok sıkıntılar çektikten sonra Belh emîri oldu.

Tîmûr Hân, Belh emîri olduktan sonra, hocası Şeyh Şemseddîn Gülâl’le beraber, Seyyîd Emîr Külâl hazretlerini ziyârete gittiler. Giderken, yolda yanında bir koyun götürmekte olan bir adama rastladılar. O da Emîr Külâl’i ziyârete gidiyordu. Beraberce, ikâmet ettiği köye vardılar. Fakat Emîr Külâl’in evini soracak hiçbir kimse bulamadılar. Onlar araştırırken, birden karşılarına biri çıkıverdi. Onları eve götürdü. Emîr Külâl hazretlerinin evine varınca, kendilerine yol göstermek için karşılarına çıkan ve eve götüren kimsenin Emîr Külâl olduğunu öğrendiler. Onun ellerine sarılıp; “Efendim affediniz, dışarıda karşılaştığımızda sizin Emîr Külâl hazretleri olduğunuzu anlıyamamıştık” dediler.

Emîr Külâl ( radıyallahü anh ); “Garîb ve kimsesiz bir Allah dostunu ziyâret için yola çıkan kimse, yolunu şaşırmaz, hatâ etmez” dedi. Yanlarında gelen kimse, koyunu bırakınca, hayvan birdenbire kaçmaya başladı. Adam da peşinden koşarken, Emîr Külâl hazretleri; “Kendini yorma, otur, O, şimdi kendisi geri gelir” dedi. Sonra gelen misâfirlerle cemâat olup namaz kıldılar. Namazdan sonra oturmuşlardı ki, kaçan koyun gelip, yanlarında bir yerde durdu. Bundan sonra Emîr Külâl; “Ey Şeyh Şemseddîn! Bir kimse Allahü teâlâya yönelir, onun rızâsını ararsa, Allahü teâlâ, onun her işini böyle rast getirir. O, rızâsını anyan kuluna kâfidir” buyurdu. Bu hâdiseyi görüp hayran olan Şeyh Şemseddîn ve Emîr Tîmûr, Emîr Külâl hazretlerine tam bir bağlılık ile bağlanıp, kendilerine himmet etmesini istediler. Emîr Külâl de, onları ma’nevî evlâtlığa kabûl ettiğini söyleyip, teveccüh etti. Emîr Timur’un yetiştirilmesini Şeyh Şemseddîn’e havale etti. O da Emîr Timur’un yetişmesinde titizlik gösterip, ona daha çok ihtimâm gösterdi.

Çok mütevâzî ve dervişane bir yaşayışı olan Tîmûr Hân, birgün, adamları ile birlikte yeşillik biryerde oturmuş, âlimlerin üstünlüklerinden ve velîlerin kerâmetlerinden konuşuyorlardı. O sırada biraz ötelerinden bir topluluğun geçtiğini gördüler. Tîmûr Hân soruşturup, o geçenlerin, Emîr Külâl hazretleri ve talebeleri olduğunu öğrendi. Hemen kalkıp, bizzat kendisi koştu. Edeble, o büyük velinin huzûruna vardı: “Efendim, himmet edip, meclisimizi şereflendirseniz, biz de sohbet ve nasihatlerinizden istifâde etsek” diye yalvardı. Bunun üzerine Emîr Külâl buyurdu ki: “Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazîfemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, birşey söylemeyiz. Hiçbir zaman kendinden bir söz söyleme ve gâfil olma. Görüyorum ki, senin başına mühim bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın” buyurdu Sonra yola devam ettiler. Evine varınca, zaviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, talebelerinden Şeyh Mensûr’u yanına çağırdı. Talebe, huzûruna gelince, ona dedi ki: “Hiç durma, sür’atle Emîr Timur’a git söyle, derhâl Harezm tarafına harakete geçsin. Eğer oturuyorsa hemen kalksın, ayakta ise harekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velîlerin “rûhâniyetleri, onun ve oğlunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezm’i alınca, Semerkand’a hareket etsin.” Haberi götüren Şeyh Mensûr, sür’atle Tîmûr Hân’ın bulunduğu yere gitti. Tîmûr Hân’ı ayakta bekler hâlde buldu. Haberi aynen iletti. Tîmûr Hân, bu haberi alır almaz hiç durmadı, hemen ordusunu harekete geçirdi. O harekete geçip, gideceği yolun yarısına vardığı sırada, düşmanları Tîmûr Hân’ın çadırına hücum ettiler. Fakat o, çoktan yola çıkmış bulunuyordu. Tîmûr Hân, Harezm’e yürüyüp, orayı aldı. Sonra Semerkand’a yürüdü. Orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp, hep muzaffer oldu ve işleri dâima iyi gitti.

Tîmûr Hân Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip; “Bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şayet izin verilmezse, kendilerinin Semerkand’a teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım” dedi. Tîmûr Hân’ın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri; ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Tîmûr Hân’la görüşmek üzere, oğlu Emîr Ömer’i vazîfelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi: “Ey oğlum! Emîr Timur’a söyle! Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adâletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine şöyle ki, biz ve talebelerimiz, her zaman ona duâ etmekteyiz. Eğer dünyâya meyl ederse, bu duâların fâidesine kavuşamaz.” Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semerkand’a gidip, Tîmûr Hân ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhârâ’ya dönmek üzere Tîmûr Hân’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Tîmûr Hân ona; “Buhârâ ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin” dedi: Emîr Ömer; “Buna izin yok” dedi. Bunun üzerine Tîmûr Hân; “Öyleyse Buhârâ şehrini Emîr Külâl hazretlerine bağışlıyayım” deyince, Emîr Ömer yine; “Buna izin yok” dedi. Tîmûr Hân; “Hiç olmazsa Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size bağışlıyayım” diyerek, çok ısrarda bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: Babam, sizin için şöyle buyurdu: “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa; takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü teâlânın rahmetine kavuşmak bununla olur.”

Tîmûr Hân, Emîr Külâl hazretlerinin nasihatlerini can kulağı ile dinleyip, takvâ ve adâletten ayrılmayacağına, dâima her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeteceğine söz verdi.

Yedi senede Irak’ın kuzey ve güneyini zaptetti. Bağdad’a, müslümanların coşkun sevgi gösterileri ile girdi. Önceleri halk, Moğol korkusundan çok üzülüyordu. Tîmûr Hân’ı da, önceki Moğollar gibi çapulcu ve zâlim zannediyorlardı. Tîmûr Hân’ın sâlih bir müslüman, âlim ve evliyâ dostu olduğunu görünce, kısa zamanda herkes onu sevdi. Âlimler çevresinde toplandı.

Devrin büyükleri onun sarayında bir araya geldi. Kâdı Adûdüddîn Îcî’nin talebesi Sa’deddîn Teftâzânî ve Seyyîd Şerîf Cürcânî gibi büyükler, ondan himâye gördüler. Zâlim Moğol hükümdârı Hülâgu tarafından yakılarak ortadan kaldırılan İslâm kitapları ve öldürülen âlimler ile duraklama gösteren din bilgilerini yeniden canlandırıp yaydılar. Emîr Külâl hazretlerinin talebelerinden Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî ( radıyallahü anh ) yetişip, feyziyle âlemi aydınlattı.

Timur Hân, İslâm ülkeleri arasında birliği te’min edip, ehl-i küfrü yerle bir etmek, Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle, müslüman memleketlerin hükümdârlarına mektûplar yazıp, kendisine itaat etmelerini istedi. Hattâ bir kısmına para ve hediyeler de gönderdi. Kendisini Moğol devletinin vârisi olarak görüyor ve Moğolların hâkim olduğu yerlerde hâkimiyet iddia ediyordu. 791 (m. 1389) senesine kadar, İran ve Gürcistan’a seferler yaptı. Moğol prensi Toktamış’ı destekleyip, Altınordu devletine hükümdâr yaptı. Toktamış, ihânet edip, Timur’un topraklarına saldırınca, 792 (m. 1390) ve 793 (m. 1391) yıllarında Altınordu üzerine iki sefer düzenleyen Tîmûr Hân, İtil ırmağının doğusuna kadar olan yerlere sahip oldu. 802 (m. 1399)’de Hindistan üzerine bir sefer yapıp, Kuzey Hindistan’ı aldı.

İlme, âlimlere ve Allah dostlarına çok kıymet veren, onların ölüsüne ve dirisine hürmet gösteren, o büyüklerin talebelerine hizmetle şereflenen Tîmûr Hân, İslâmiyeti yıkmak, müslümanları doğru yoldan saptırmak istiyenlere karşı şiddetle muâmele etti. Yahudi olduğunu gizleyip, kendi sapık fikirlerini İslâmiyet diye yaymağa kalkışan, haramlara helâl deyip, kendini tanrı ilân etme cür’etini gösteren Fadlullah-i Hurûfi adındaki sapığı öldürten Tîmûr Hân, oğlu Mirânşâh’a verdiği emir üzerine, bütün Hurûfi tekkelerini ortadan kaldırdı. Hurûfi sapıklarının merkezi hâline gelen Esterâbâd şehrini tamamen dağıttı. Tîmûr Hân’ın 796 (m. 1393) yılında gerçekleştirdiği bu hayırlı hareket, Ehl-i sünnet müslümanlar arasında memnuniyetle karşılandı. Din, ırz ve namus düşmanı olan hurûfileri ortadan kaldırdığı için, bütün müslümanlar Tîmûr Hân’a duâlar ettiler. Anadolu’dan ba’zı şikâyetler geldi. Sultan Yıldırım Bâyezid’in ortadan kaldırdığı beyliklerin beyleri, Osmanlı sultânını Timur Hân’a şikayet ettiler. Hakkında olmadık şeyler söylediler. Timur Hân’ın önünden kaçan ba’zı beyler de gelip, Yıldırım Bâyezîd’e Timur’u kötülediler. İki müslüman-Türk hükümdârının arasını açtılar. Bunun üzerine Timur Hân, Anadolu’ya geldi ve Ankara yakınlarında Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı ordusunu yendi 805 (m. 1402). Yıldırım Bâyezîd Hân’ı da esîr etti. Ona çok iyi muâmele etti. Ancak Osmanlı Sultânı Yıldırım Bâyezîd Hân, hastalanarak Akşehir’de vefât etti. Tîmûr Hân da, Anadolu’ yu eski sahiplerine havale edip, mümtaz âlimleri yanına alarak ülkesine döndü. Anadolu’da kendisine mukavemet edenlerden aldığı esîrleri, Safiyyüddîn Erdebîlî hazretlerinin torunu ve halifesi Alâeddîn Ali’nin şefaatiyle serbest bıraktı. Otuzbeş senelik hükümdârlığı neticesinde Çin’e ve Dehlî’ye kadar bütün Asya’yı, Irak ve Suriye’yi, İzmir’e kadar Anadolu’yu, aldı. Bütün hazırlıklarını yapıp, ikiyüzbin kişilik bir ordu ile Çin seferine çıktı. Otrar’a vardığı sırada hastalanıp, onsekiz gün sonra vefât etti. Onun ölümünden haberdâr olan bir Allah dostu; “Tîmûr öldü. Îmânı da birlikte götürdü” buyurdu. Bütün müslümanların arzu ettiği “Îmânla göçmek” ni’metine Timur Hân kavuşmuştu.

İlim sahibi olan, ilim sahiplerini çok seven Tîmûr Hân, fethettiği ülkelerden getirdiği âlimlere memleketinde çeşitli imkânlar sağladı, birçok medreseler yaptırdı. Başşehri olan Semerkand’ı yeniden i’mâr etti. San’at eserleri ile süsledi. Kendi yazdığı kânunlar ve tüzüklerle devletinde düzeni sağladı. Kendi târihini kendi yazdı. Çağatay lehçesinde yazdığı bu eserler, daha sonraları Farsçaya ve Avrupa dillerine tercüme edildi. Tîmûr Hân’ın, âdil, dindar, temiz bir müslüman olduğu herkes tarafından anlaşılıp öğrenildi. Ancak Osmanlı tarihçileri, Yıldırım Bâyezîd Hân’la yaptığı savaştan dolayı Tîmûr Hân’ı haksız olarak kötülemektedirler.

Tîmûr Hân, âlimleri devamlı meclisinde bulundurur, onların sohbetlerinden uzak kalmazdı. Seyyîdlere çok hürmet eder, evliyânın türbelerini ziyâret ederdi. Türkistan’ın büyük evliyâsı Ahmed Yesevî hazretlerinin Yesi’deki kabri üzerine bir türbe yaptırdı. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin dergâhına büyük hürmet gösterir, tozlarını yüzüne gözüne sürerdi. Bu husûsta, ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farûkî Serhendî hazretleri bir talebesine yazdığı mektûbunda (ikinci cild doksanikinci mektûb) şöyle buyurdu: “İdârecilerin kıymet verdikleri zamanlarda, İslâmiyet parlamış, âlimlerin yüksekleri, evliyânın büyükleri, herkesten sevgi ve saygı görmüştü. Devletten aldıkları kuvvetle, dînin yayılmasına çalışmışlardı, işittiğime göre, Sâhib Kıran Emîr Timur (aleyhirrahme), Buhârâ caddesinden geçerken, uzakta, birçok kimsenin halı silktiklerini görüp, merakla sormuş. Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî (kuddise sirruh) hânekâhı halıları olduğunu anlayınca, İslâmiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan, oraya yaklaşıp, halıların tozları içinde durmuş, misk ve anber sürünür gibi hânekâhın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyz ve bereketleri ile şereflenmek istemiştir. Allahü teâlâya yakın olanlara karşı gösterdiği sevgi ve saygı sayesinde, îmânla gittiği umulur. İşittiğimize göre, Timur’un ölüm haberi duyulunca, o zamanda bulunan evliyâdan birisi (kuddise sirruh); (Timur öldü, îmânı da birlikte götürdü) buyurmuştur.”

Tîmûr Hân’ın vefâtından sonra, oğulları ve torunları, devlete hâkim oldular. Birlik te’min edemeyip, devleti parçaladılar. Tîmûr Hân’ın oğlu Şahrûh, birliği nisbeten te’min etti. Şahrûh’tan sonra yerine oğlu Uluğ Bey geçti. Devlet yüz sene ancak devam edebildi. Tîmûr Hân’ın diğer oğlu Mirânşâh’ın torunlarından Bâbür Şah, Hindistan’a hâkim olup, Gürgâniye Devleti’ni kurdu. Dedesinin başlattığı hizmeti devam ettirdi. Müslümanların hâmisi durumunda olan Osmanlı Devleti, M. Reşîd Paşa ve yandaşlarının vâsıtası ile 1270 (m. 1853) yılında Rusya ile harbe sokuldu. Bu harbi, Hindistan’da yapacağı mezâlimi kolaylaştırmak için İngilizler plânlamış ve uşakları M. Reşîd Paşa’yı bu işte maşa olarak kullanmışlardı. Osmanlı askeri, Rusya karşısında ölüm-kalım mücâdelesi veriyordu. Bu sırada Bâbür’ün torunlarından Bahâdır Şah, Gürgâniye Devletinin hûkümdârı idi. 1274 (m. 1857) yılında, İslâmiyetin ve müslümanların en büyük düşmanı olan İngilizler, Osmanlı Devleti’nin Rus savaşında yıpranmasından istifâde ederek, Hindistan’ı işgal ettiler. Bahâdır Şah ve çocuklarını, dedelerinden birinin türbesine götürdüler. Üç oğlu, bir İngiliz papazı tarafından baba ve annesinin ve ailenin diğer fertlerinin gözü önünde soyulup, tabanca ile öldürüldü. Çıplak hâlde cesetleri meydanlara asılıp, teşhir edildi. Hindistan’da Hıristiyanlığı yayamadıklarının acısını, o ma’sûmlardan çıkarmak isteyen papaz, Bahâdır Şah’ın önünde çocukların kanını içti. Bununla da kalmayıp, günlerce aç bıraktığı Bahadır Şah ve hanımına, kendi çocuklarının başlarından yapılan çorbayı içirtmeye kalkıştı. İngilizler, halka da çok zulüm edip, kendi sapık kültürlerini yaymak için çok gayret gösterdiler. Hindularla müslümanları birbirlerine kırdırdılar. Müslümanların arasına fitne sokmak için de, Vehhâbiler ve İsmâililer gibi Eshâb-ı Kirâm düşmanlığı yapan sapıkları, Kâdiyanîlik (Ahmedîlik) gibi dinsizlik fırkalarını ve mezhebsiz kimseleri desteklediler. Daha sonra da idâreyi, İngiliz emellerine hizmet edebilecek Ehl-i sünnet düşmanı kimselere teslim ederek Hindistan’dan ayrıldılar. Emîr Timûr-i Gürgân’ın, Sultan Yıldırım Bâyezîd’e göndermiş olduğu mektûplardan birincisi:

“Azamet ve saltanatının nûrları her şeyin üzerine ışıldayan, ihata ve ihsânının eserleri kâinatın her tabakasını aydınlatan Allahü teâlâya hamd olsun! Mutlak olarak en şerefli din ile gönderilen, en yüksek faziletler ve en iyi ahlâk ile övülen Peygamberine salât ve selâm olsun! Yüksek Âline, kerîm Eshâbına ve kıyâmete kadar iyilikle olanlara tâbi olanlara en iyi duâlar olsun.

Gerçi şimdiye kadar emîr-i a’zam Timûr-i Gürgân’dan Arab olmayan emirlerin en âdili, düşmanlarına çekilmiş Allahın kılıcı ve rahmeti, kullarından sevdiklerinin işlerini görmek için gönderilmiş, Allahın beldelerinin koruyucusu, Allahın kullarının yardımcısı, düşman ve münkirleri öldüren, gâzî ve mücâhidlerin sığınağı, müslümanların hududlarını kollayan, hakkın, dünyânın ve dînin celâli, Gâzî Bâyezîd Bahâdır Hân (Allahü teâlâ mülkünü dâim eylesin) ile zâhiren bir dostluk ve ahbablığımız, görüşmemiz hiçbir yolla müyesser olmadı. Haberciler ile mektûplar göndermek, ülfet kaideleri, dostluk akidlerini te’kîd eden hareketler olmadı. “Bize itaat uğrunda mücâhede edenlere, biz elbette bize ulaşan yollarımızı gösteririz.” meâlindeki Ankebût sûresi 69. âyet-i kerîmesinin îcâbı olarak, biz de doğuda kâfirlerle gazâ, bagî ve şer taifeleri ile cihâdla meşgûlüz. Dînin alâmetlerini yüceltmek. Peygamberlerin efendisinin dînini en uzak yerlere, en ücra köşelere kadar yaymağa gayret ve cehd ediyoruz. Siz de batıda; sapık fırkalarla, dîne muhalif olanlarla ve hak dîni inkâr edenlerle, “Allah kendi yolunda (kısımları) birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” meâlindeki Saf sûresi dördüncü âyet-i kerîmesi hükmünce, güzel çalışmalar, büyük gayretler gösteriyorsunuz. Bütün gayretinizi dîne yardım etmek, İslâmı kuvvetlendirmek, Allahın dîninin kaide ve esaslarını yaymaya harcamışsınız ve bu sebeple bütün mü’minler emniyet ve huzûr içinde, rahat ve isteklerine kavuşmuş hâlde yaşamaktadırlar.

Bu güzel haberleri duymakla, günbegün isteklerihize yardım edenler artmakta, maksud ve matlub sebepleri çoğalmakta, rahatlık ve emellere kavuşma ve emniyet içerisinde yaşama imkânları artmaktadır. Muhakkak ki, “Allahın İslâm nûru ile kalbine genişlik verdiği kimse, Rabbinden bir nûr, hidâyet üzeredir.” meâlindeki Zümer sûresi 22. âyet-i kerîmesinde bildirilen zînetle süslenen Muhammed aleyhisselâmın dîninin mertebelerini ve İslâm dîninin esaslarını batıda; cihâd, gazâ ve harb ile yücelten ve “Mü’minleri savaşa teşvik et” meâlindeki Enfâl sûresi 8. âyet-i kerîmesine uymaya çalışan ve “İslâmdan başka din arayanın dîni kabûl olunmaz” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 85. âyet-i kerîmesinin ma’nâsını kalbinde tutan her devlet sahibi, Hak teâlâdan te’yid, tevfîk ve çeşit çeşit saadet, yardım ve kerâmetler, iyilikler görsün, hergün o hânedanın cemiyeti daha parlak ve o ocağın ikbâl yıldızı daha yüksek olsun. Nitekim cenâb-ı Hak, Hadîd sûresinin 29. âyet-i kerimesinde meâlen; “Muhakkak ki, iyilik ve üstünlük Allahın yed-i kudretindedir. Onu dilediğine verir” buyurmuştur.

O memleketleri elinde tutana, en güzel duâlar, misk kokuları, güzel medihler ve temiz râyihaları bildiren bu mukaddimeler, muhabbet ve şefkatin çokluğunu bildiren birer hediye ve ithâftır. Dâima nusret bahçesinin parlaklığı sebebiyle ve; “Sâlihlerin duâsı kabul olunur” haberiyle, sâlih duâlar dilimizdedir. Kabûl, tevfîk ve inayet Allahü teâlâdandır.

Mükemmel bir müslümanlığın sıdk ve sadâkatinin icâbı olarak ve bildirilen muvafık ifâde ve uygun şartlara riâyetle, “Sâdıklarla olun” emrine uyarak, dostluk yollarında yürümek ve muhabbet zincirini harekete getirmek, muhakkak ki, iki tarafın da iyilik ve salâhını hâvidir. “Doğru söz söyleyin ki, Allah size işlerinizi düzeltip muvaffakiyet versin” mealindeki Ahzâb sûresi 70 ve 71. âyet-i kerimelerine ve “Teşebbüs et, hür olmak için” mısraına uyarak, aramızın iyi olması gerekir.

O azîzin nurlu kalbi bilir ki, cihan pâdişâhı Cengiz Hân, ezelî kaza gereğince, İran ve Turan memleketlerine müstevli olup, devlet güneşi saltanatın zirvesine ulaşınca, memleketlerini oğullarına taksim etti. İran memleketlerinden olan yerleri, kendi oğlu şehzâde Çağatay’a bıraktı. Bir müddet onun tarafından olan Ümerâ ve idareciler bu ülkeleri dirayetle ellerinde tuttular. Nihayet saltanata geçme sırası Mengü Hân’a gelip tahta oturunca memleketi idare işlerinde müstakil olunca, kardeşi genç Hülâgu’yu, memleketin sınır boylarında bulunan askerlerle İran vilâyetlerine gönderdi ve o da memleketi ona teslim eyledi. O ve oğulları uzun zaman bu memleketlerde saltanat sürdüler ve o memleket sebebiyle biz dâima onlarla kavga ve çatışma hâlinde bulunduk ve defalarca muharebe ve cenk ettik. Nihayet bu memleket Cengiz Hân’ın hanedanından kurtuldu ve nesilleri bu diyardan kesildi. Gerçekten de onların memlekete ve insanlara çok zararları dokunmuştu. Yollar korkulu ve kapalı idi. Hac kafileleri ve tavaf taifeleri; “Uzak yoldan gelsinler” mealindeki Hac sûresi 27. âyet-i kerîmesi gereğince gitmek istediklerinde, o mübârek makâma varmaktan mahrum kalmışlardı. Yol kesiciler, yağmacılık ve çapulculuk yapmışlar, ayaklarını fesâd dâiresinin dışına uzatmışlardı. Tüccar ve iş erbâbı maişet te’mininden âciz kalmış, beldelerin ve insanların hâl ve yaşayış zinciri birbirine karışmış ve; “Yoksa sıkıntıya düşenin duâsını kabul eden mi ?” meâlindeki Neml Sûresi 62. âyeti kelimesindeki nidâ, memleketin her tarafında yayılmıştı. Hasen Tekritî adındaki bir Tekritli, insanların mallarını çaldı. Her taraftan müfsidler bir yerde toplandılar. Ahmed Celâyiri ona karşı koyamadı ve onu def edemedi. Hattâ o da eğlence, menhiyât ve gayr-i meşru işlerle meşgul olup, ayağını İslâm caddesinden dışarı çıkararak, şarkıcılar, oyuncular yetiştirdi. Fesâd ehlini kuvvetlendirmeyi lâzım bildi ve şu Arabca işaretten hiç ibret almadı:

Yırtıcı köpeği kapısında bağlayan,

Gören insanlar titrer bağın sallanmasından.”

Bu mukaddimelere göre, İslâm pâdişâhı o büyük kahraman, geçmiş sultanların halefi, padişahlık burcunun yıldızı, ilâhi rahmet gölgesi, İlhanlı bahçesinin nûru, Cengiz Hân oğullarının gözlerinin ışığı Gıyâseddîn Sultan Muhammed Hân’ın (Allahü teâlâ mülkünü dâimi eylesin ve herkese ihsânını yağdırsın) huzûrunda bulunan şehzâdeler ve milletin emirleri geç kaldılar. Şunun için diyorum ki, İran ülkeleri Cengizoğullarından kurtulunca, memleketin her tarafına sahip çıkmak, ayağa kalkıp harekete geçmek ve o ülkeleri eşkiya elinden çekip alması lâzımdı.

Bunun üzerine ilk elde kalktım ve muzaffer askerîmle orayı alıp, saltanat çadırımın altına koydum. O memleketi zabtımın ve padişahlığımın daha ilk günlerinde, Dâr-ül-mülk olan Semerkand tarafından haber geldi ki, Toktamış şakisi memleketin sınır boyunda tahriblerde bulunmuş. Bu sebeble onu te’dîb edip, biraz okşamak için, dizginleri Dâr-ül-mülk tarafına döndürdüm. Oradan büyük orduyla Deşt-i Kıpçak’a ve Özbekistan’a hareket ettim. Duyduğunuz gibi üzerine yürüdüm. İlâhî yardımın bereketiyle onu te’dîb edip, iyi bir ders verdim. Kabilesi, yardımcıları, askeri, hizmet edicileri, ölüm toprağı ve kılıçların yemi oldu. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Bu, Rabbimin bir ihsânıdır” (Neml-40), “Zafer, ancak, Azîz ve Hakim olan Allahdandır” (Âl-i İmrân-126) buyuruldu. Allahü teâlânın yardımıyla o hayırlı iş bitip, arzumuza kavuşunca, Toktamış’ın amcası oğlunu uzun zaman hizmetimizde bulundurduk. Mahremlerimiz ve güvenilir adamlarımızdan ve onun en büyük düşmanlarından olan Tîmûr Kutluğ adındaki bu şahsı yetiştirdim ve asker verip, Toktamış’ın üzerine gönderdim. Çağand vilâyetindeki İtil suyundan, Sağanak’tan, Nergis’ten ve Puvar’dan geçip, onların köklerini kazımalarını söyledim. Turan ülkeleri tarafından itil suyuna bakan kimse kalmadı.

Bir başka zaman, İran tarafına gitmeyi tasarladım ve gittim. Allahü teâlânın ihsanıyla, bir gidişte; Mazenderân, Geylân, Şirvan, Kürdistan, Lûristân, Şulistan, Huzistan, Fâris, Irakeyn, Hürmüz, Kirman, Gence, Mekrân, Diyarbekr ve Azerbaycan memleketleri elde edilerek kurtarıldı. Bekâra sûresi 247. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah, mülkünü dilediğine verir. O’nun rahmeti ve ihsânı geniştir ve her şeyi hakkıyle bilicidir” buyurulmuştur. Gürcistan ve Elburz dağının etrâfına, saadet ve mutlulukla geldim ve o diyar da topraklarımıza ilhak olundu. Asker toplama ilânı ve askerin ihtiyâçlarının hazırlığı, tertîbi, gerekli harb âletlerinin tanzimi yapıldı ve bu haber Toktamış’ın memleketlerinin hâkimleri, vâlileri ve vilâyetleri, halkının kulağına gelince dağıldılar ve perişan oldular. Askerleri, o tarafta bizim tarafımızdan gönderilen Timur Kutluoğlana ilhak oldular. Ba’zıları kaçıp Kırım yakınındaki Kefe ve Acem sahillerine sığındılar. Allahın yardımı ve kolaylığı ile, onların hâlleri zevale yüz tuttu. En’âm sûresi 45. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Böylece o zulm eden kavmin kökü kesilmişti. Âlemlerin Rabbi olan Allaha hamd olsun” buyurulmuştur.“

Ayrıca bundan azîz oğlum Mirânşâh Gürân Bahâdır Hân, mektûbunu taşıyan Hacı Muhammed Kıssahân’ı, dostluk ve sadâkat izhân için sizin huzûrunuza göndermiş idi. Yolda o taraftan küffâr üzerine asker çekip, batıya hareket buyurduğunuzu işitti. Bu haberi duyanca geri döndü. O esnada tarafınızdan huzûrumuza elçiler gelirse, ba’zı haberciler gönderip ve dostluk temellerini genişletmeyi düşündüm. Şunu da yazayım ki, bundan önce Gürcistan hududunda iken, tarafınıza bir mektûp gönderilmiş ve o mektûbta ba’zı durumlar bildirilmiş idi. Ondan sonra şimdi Şirvan memleketlerinde kışlamış bulunuyorum. Ereş’in yanındayım. Ereş, şimdi Derbend ve Bâb-ül-ebvâb kalesinin hâkimidir. Bize bağlıdır ve husûsî adamlarımızdandır. Onu vesile ve vâsıta yaptım. Uygundur, hâlistir. Kızını, bizim çok sevdiğimiz oğullarımızdan birine verdi. Oğlunu yanımıza asker verip, hizmetimize sundu. Biz bunları kabûl ettik. Bu yaz Aladağ yaylasında yazı geçirip, sonra Şam tarafına gitmek niyetindeyim. Sizi de durumdan haberdâr etmek istedim. O tarafa yaklaşınca, dunum ve ahvâli, muhabbet gereği olarak inşâallah bize bildirirsiniz.

Şimdi Samurân nahiyelerinde ve güneyden Derbend’e bitişik olan Samur Suyu tarafında bulunmaktayım. Sizin tarafınızdan araziyi bilen tüccâr ve seyyahlar gelirse, her çeşit rüsumdan muaf tutarak, sizin asâr-ı sıdkınızın tezahürlerini gözleyeceğiz. Bizim dostluğumuzu kabûl ettiğiniz takdîrde, bunu kuvveden fiile getiresiniz. Sizin sadâkatiniz gerçekleşmez ise, Allahın yardımı ile büyük askerle sizin üzerinize yürürüz. Mukadderat neyse o olur, yardım Allahdandır. O’ndan yardım isteriz.

Bununla beraber duydum ki, Toktamış bize yâr olmak ve itaat etmek istemiyor ki, kaçtı, özü suyunu geçti. Kefe sahilindeki kaleler tarafına gitti. Onun yakalanması için olan hazırlık çalışmaları mükemmeldir. İnşâallahü teâlâ, onu tutup habs edersek, Frenk kâfirleri ile gazâ ve cihâd el verebilir. Bu taraftan biz, o taraftan siz, küfür ve zulümde direnenlerin defi için gerekeni yaparız, “İşleri bitiren O’dur. Kulların işleri onun yed-i kudretindedir.”

Geçen sene Irak-i Arab taraflarına gittiğimizde, Şam vilâyeti büyükleri ve vâlileri ile birkaç temasımız oldu. Eski sultanlar usulünce ve geçmiş melikler âdetince, elciler ve güvenilir adamlar, çeşitli hediyeler ve tam bir ta’zimle Şam tarafına, asil melikleri yokluğunda zor ve hile ile Mısır vâlisi olan, asılsız Çerkez oğluna (Berkuk) gönderildi. O, hukuku tecâvüz ile saldırganlık edip, efendisinin oğlunu öldürerek yerine geçti. Arabca bir söz vardır “Ni” mete nankörlük edene Allahın la’neti olsun.” İslâmın yayılmasına, müslümanların işlerinin düzene sokulmasına vâsıta olan zamanın İmâmı ve halîfesinin çocuklarını tutup bağlamış, eski Mısır melikleri kânunları ile zorluk ve şiddet göstermiş, geçmiş sultanların yapmadığı çirkin bir iş yapmıştır. Nitekim, duymuşsunuzdur: Elçileri sebebsiz yere, hiçbir behâne ileri sürmeden öldürdü. Böyle çirkin bir hareketi ve yakışık almayan işi, pâdişâh ve büyük olan bir kimseden, hiç kimse görmüş ve işitmiş değildir. Onlar elçidir. Elçiye zeval olmaz. Nitekim En’âm sûresi 102. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Elçinin işi, kendisine söyleneni bildirmektir” buyurulmustur. Şevket sahibi kimseden bu şekilde hareket duyulmamıştır. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 85. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bu ahdi bozan kimsenin cezası, dünyâda rezîl olmaktır” buyurmuştur. Şimdi bu işin intikamı, Allahü teâlânın izniyle Deşt-i Kıpçak tarafını iyice hallettikten sonra, Şam tarafına gitmekle alınacaktır. Allahü teâlânın bereketli lütfu ile, o Çerkesoğullarını mükemmel bir terbiye edip, uygun olan şekilde kulaklarını çekeceğim ve; “Zulmedenin zulmü kendine döner” sözündeki incelik ortaya çıkacaktır. Sivas’ın kadıoğlusunun (Kâdı Burhâneddîn’in); “Pire nedir ki, kanı ne olsun; yarasa nedir ki, yağı ne olsun” sözünün ne demek olduğunu bildireceğim. O da aklını bozdu, bozuk, asılsız düşüncelere ihtimâl verdi. “Cinsi cinsine çeker” sözü gereğince, kıymetsiz Çerkesoğluyla dostluğa girmiş. Tuttuğu geçimsizlik yolu sebebiyle, “Kendi ölümünden bahsetmek” şerbetini tadacaktır.

Bu yazdıklarım, dostluk ve sevgimizin çokluğu sebebiyledir. Durumları siz de öğrenmiş oldunuz. İyi himmet ve gayretlerimize yardımcı olunuz. Zikr olunan, size karşı çeşitli münâsebet ve rızâmı gözetiniz. Unutmayınız. Dâima istiyorum; öyle sebebler ve istekler çıksın ki, tarafımıza elçiler ve mektûplar gönderesiniz. Hangi şekilde olursa olsun, elçi ve haberci gönderip, zât-ı şerîflerinin sıhhat haberlerini ve devlet işlerinin intizâmını bildirmekle bizleri sevindiriniz de, dostluğumuzu pekiştirsin. Daha yazmayayım. Vesselâm, aled-devâm, evvelen ve âhıran.”

1) Tüzükât-ı Timur (Mustafa Rahmi tercümesi), İstanbul 1339

2) Zafernâme (Şerâfeddîn Ali Yezdî). Tahran 1336

3) Acâib-ül-makdûr fî nevâib-i Timur “Târih-i Timûr-i Gürgân” (İbn-i Arabşah’dan Nazmizâde Hüseyn Murtezâ tercümesi) İstanbul 1277

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 677, 1076

5) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 277

6) Âgâhî Seyyîd Emîr Gilâl (Mevlânâ Şihâbüddîn), Gulam Mustafa Hân neşri. Karaçi.

7) Düstür-ul-inşâ (Sarı Abdullah Efendi). Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmı


TÎMÛR HÂN

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ