Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. Âlimlerin öncüsü, asrının incisi olan Taşköprü-zâde Efendi, Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği en büyük âlimlerdendir. Babası Muslihuddîn Mustafa Efendi, Yavuz Sultan Selîm’in hocası olup, 935 (m. 1528)’de vefât etti.
İsmi, Ahmed bin Mustafa’dır. Lakabı Usâmeddîn, künyesi Ebü’l-Hayr’dır. Taşköprü-zâde diye meşhûr olmuştur. 901 (m. 1495) senesinde Bursa’da doğdu. 968 (m. 1561) senesinde İstanbul’da vefât etti. Âşıkpaşa Mahallesi’nde, Seyyid Velâyet türbesi civarında defn olundu. Mezârı duvar ile çevrilidir. Altmışsekiz sene yaşadı ve “Ümmetimin çoğunun ömrü altmışla yetmiş arasıdır” hadîs-i şerîfinin sırrına nail oldu.
Taşköprü-zâde Ahmed Efendi, ilim ehlinden bir zâtın oğlu olduğu için, küçük yaşından i’tibâren ilim öğrenmeye başladı, ilk tahsilini babasından yaptıktan sonra, medreseye Arabca öğrenmekle ve lügat ezberlemekle başladı. Sonra Molla Alâüddîn Yetim’den sarf ilmine dâir; Maksud, Merâh ve İzzî, nahiv ilmine dâir; Avâmil, Misbâh ve Kâfiye ile, bunun şerhlerinden Vâfiye, Hârûniye ve Elfiye adlı eserleri okudu. Daha sonra amcası Kıvâmüddîn Kâsım’dan; sarf, nahiv, lügat ve bunların kaidelerinden bahseden Dav-ül-Misbâh, mantıktan; Îsâgûcî, Hüsâm ve Şemsiye şerhini okudu. Akâid ve kelâm ilmine dâir Hâşiye-i Tecrîd adlı eseri dayısından okudu. Miftâh şerhini Fenârî-zâde Muhyiddîn Çelebi’den, Mevâkıf şerhini Seydî Muhyiddîn Efendi’den okudu. Tunuslu Şeyh Mehmed Megûşî’den; Sahîh-i Buhârî ve yine hadîs ilmine dâir Kâdı Iyâd’ın Şifâ’sını okudu. Münâzara ilmini öğrenip, bu âlimlerden icâzet aldı. Bu ilimlerin yanında, diğer aklî ve naklî ilimleri de tahsil edip bitirdikten sonra, her fende değerli bir âlim oldu. Tasavvufda ise, Nakşibendiyye yüksek yoluna girip, bu yolun büyüklerinden feyz alıp ma’rifetullaha kavuştu.
Yavuz Sultan Selim Hân zamanında Anadolu kadıaskeri olan Serdefter Efâdıl Seyyidî Efendi’nin yanında mülâzim (stajyer) olarak vazîfe yaptı. İcâzet alıp, 925 (m. 1519) senesinde, Dimetoka’da Oruç Paşa Medresesi’ne müderris olarak ta’yin olundu. 933 (m. 1526) senesinde, İstanbul’da Hacı Hüseyn-zâde Medresesi’ne nakl olundu. 936 (m. 1529) senesinde, Üsküp’de İshak Bey Medresesi’ne müderris oldu. 942 (m. 1535) senesinde, Kalenderhâne Medresesi’nde müderris olarak vazîfelendirildi. 944 (m. 1537) senesinde, Paşa-zâde yerine Atîk Mustafa Paşa Medresesi’ne nakl edildi. 945 (m. 1538) senesinde, Edirne Üçşerefeli Medresesi’nde ilim tedrisiyle vazîfelendirildi. 946 (m. 1539)’da Sahn-ı semân medreselerinden birine terfi ettirilip, 951 (m. 1544) senesinde Arab-zâde Abdülbâkî Efendi yerine Edirne Bâyezîdiyye Medresesi müderrisliğine, 952 (m. 1545)’de Bursa kadılığına ta’yin edildi. Bu vazîfede iki yıl kadar kaldıktan sonra, 954 (m. 1547) senesinde tekrar Sahn-ı semân Medresesi müderrisliğine iade edildi.
İlim tedrisi esnasında uzun müddet; kelâm ilmine dâir; Hâşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf, belagat ilmine dâir; Mutavvel ve Miftâh şerhini, Ferâiz ilmine dâir; Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ferâiz şerhini, usûl-i fıkıhla ilgili; Tenkîh, Tavzih ve Telvîh adlı eserleri, fıkıh ilmine dâir, Hidâye’yi, hadîs’ten; Mesâbih, Meşârik ve Sahîh-i Buhârî’yi, tefsîrden; Kâdı Beydâvî tefsîrini okuttu.
958 (m. 1551) senesinde İstanbul kadılığına ta’yin olundu. Bu vazîfeyi üç sene müddetle şerefle, adâlet ve doğrulukla yürütürken, 961 (m. 1554) senesinde gözleri görmez olduğundan dolayı, kadılık vazîfesinden emekli oldu. Kendi evine çekilip; ibâdet ve tâatle, yazdığı eserlerini temize çektirmekle meşgûl olduğu sırada vefât etti.
Taşköprü-zâde Ahmed Efendi, Osmanlılar zamanında Anadolu’da yetişen âlimlerin büyüklerinden olup; tefsîr, hadîs, fıkıh ve bunların usûllerinde, bütün naklî ilimlerde engin bir deniz, aklî ilimlerde insanlara yol gösteren parlak bir yıldız, ilim ve irfan güneşi, hakîkat ve yakîn vadisi, Arabî ilimlerin fışkıran pınarı, edebî ilimlerde zirvede bulunan, ilim ve ma’rifet mecmû’ası, doğruluk ve adâletten ayrılmayan, Allahü teâlânın dîninin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünnetine bağlı, şüpheli ve haramlardan şiddetle kaçınan, güzel ahlâk ve iyi huyların kendinde toplandığı, tevâzu sahibi, kanaatkar, kibir ve riyâ’dan uzak, geniş ilim sahibi bir zât idi. Cömert ve kerem sahibi olup, yazısı matbaa yazısı gibi düzgün idi.
Nakledilir ki: Müderrislik yaptığı zamanlarda, her sene el yazısıyla Kâdı Beydâvî Tefsîri’ni yazar, aldığı para ile, Ramazan akşamlarında ilim talebesini da’vet eder, bunlara ve âlimlere ziyâfet verirdi. Gözleri a’mâ olduğu zaman bile, ilim öğretmekten ve eser yazdırmaktan geri kalmazdı.
Vefâtına yakın hasta olunca, helâlleşmek üzere gelen akrabasına şu vasıyyette bulundu:
“Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) âline ve eshâbına salât ve selâm olsun. Müctehid din imamlarına, tefsîr ve hadîs âlimlerine zâhid (dünyâdan yüz çeviren) evliyâ-i Kirâma, ilmi ile âmil olan âlimlere, sabreden fakirlere, şükür eden zenginlere, kıyâmete kadar iyilikler hayırlar dilerim. Yâ Rabbî, İslâm dîni ve Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere yaşadığıma ve bid’atlerden sakındığıma, seni ve meleklerini şâhid tutarım. Evlâdım ve akrabam, üzerlerinde bulunan hakkım olduğunu söyleyip benden helâllik isterler. Üzerlerinde bulunan haklarımı onlara helâl ettim. Vesselâm alâ Seyyid-il-Enâm ve Sâhibihil Kirâm” dedi ve canını cânâna teslim eyledi.
Altı oğlu ve bir kızı vardı. Oğullarından biri Muhyiddîn Muhammed’dir. Ege Denizi’ndeki adaların birinde kadı iken vefât etti. Biri Şemseddîn Muhammed’dir. Şam taraflarında kadı iken vefât etti. Biri Ahmet Çelebi olup, Osmanlı âlimlerindendir. Biri Zeyneddîn Muhammed’dir. 968 (m. 1561)’de vefât etti. Biri de âlim Kemâleddîn Muhammed Efendi’dir. Menkıbeleri uzun zaman dillerde söylenirdi. Babasının Miftâh-üs-se’âde kitabını Osmanlıcaya tercüme etmiş ve Mevdu’ât-ül-ulûm ismini vermiştir. Biri Ebû Hâmid Muhammed’dir. Osmanlı âlimlerindendir.
Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmakla geçiren Taşköprü-zâde Ahmed Efendi’nin birçok kıymetli eserleri vardır. Eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye: Osman Gâzî’den başlıyarak, Kanunî Sultan Süleymân devrinde 965 (m. 1558) yılına kadar yetişen âlimlerin ve evliyânın hâl tercümelerinden meydana gelmiş kıymetli bir eserdir. Eser, pâdişâhların sayısına göre 10 tabakaya ayrılmış ve her tabakada, o pâdişâh zamanında yetişenler anlatılmıştır. Eserde, 371 âlim ve 150 evliyâ olmak üzere, toplam 521 kişinin bibliyografyası yer almaktadır. Bu kıymetli esere birçok zeyller yapılmıştır. Şakâyik-ı Nu’mâniyye, Osmanlılar devrinde bu konuda yazılan ilk eserdir.
Şakâyik-ı Nu’mâniyye’nin başlıca tercümeleri: a-Hadâik-ur-Reyhân: Muhtesib-zâde Belgradlı Mehmed Hâvi’nin Türkçeye tercümesi, b- Hakâik-ül-beyân fî tercemet-i Şakâik-in-Nu’mân: Hem tercüme hem zeyldir. Âşık Çelebi’nindir, c- Hadâik-uş-Şakâik: Edirneli Mehmed Mecdî Efendi’nin tercümesidir. En meşhûru bu tercümedir, d- El-Hadâik: Amasyalı İbrâhim bin Ahmed tarafından yapılan tercümedir.
Zeylleri: a- Tetimet-üş-Şakâik-in-Nu’mâniyye: Âşık Çelebi tarafından yazılmıştır. 42 kişinin bibliyografyası vardır. b- El-Ikd-ül-manzûm fî zikri Efâdıl-ır-rûm: Arabcadır. Ali bin Bâli tarafından yazılmıştır. Eserde, 968 (m. 1560) ile 991 (m. 1583) seneleri arasında Üçüncü Murâd devrine kadar yetişenlerin hâl tercümesi vardır. Eser Vefeyât-ül-a’yân kenarında basılmıştır, c- Hadâik-ül-Hakâik fî Tekmilet-iş-Şekâik: Nev’i-zâde Atâî tarafından yazılmıştır. Taşköprü-zâde’nin bıraktığı yerden başlayıp, 1044 (m. 1634) senesine kadar yetişenleri almıştır, d-Uşşâkî-zâde Zeyli: Yazarı Uşşâkî-zâde İbrâhim Hasib Efendi’dir. Atâî’nin bıraktığı 1043 (m. 1633) senesinden başlamış, 1160 (m. 1694) senesine kadar almıştır. Eseri beş tabakaya ayırmıştır. Âlimler, şeyhler, kadılar, vezirler ve zamanının büyüklerini alarak yazmıştır, e- Vakâyi’ul-Fudalâ: Şeyhî Mehmed Efendi tarafından yazılmıştır. Atâî’nin zeylinin zeylidir. Atâî’nin bıraktığı 1043 (m. 1633)’den, 1143 (m. 1730) senesine kadar almıştır. Üç cilddir. Pâdişâhlara göre düzenlemiştir, f- Tekmilet-üş-Şakâyik fî Ahvâl-il-Hakâyık: Fındıklılı İsmet Efendi yazmıştır. Şeyhî Zeyli’nin zeylidir. 1143 (m. 1730)’den 1314 (m. 1896)’e kadar almıştır.
2- Miftâh-üs-se’âde ve Misbâh es-Siyâde fî Mevdû’ât-ül-ulûm: Birçok ilim ve fen kollarını ve her ilimde yazılmış eserleri açıklayan kıymetli bir eserdir. Oğlu Kemâleddîn Mehmed Efendi tarafından ba’zı ilâveler yapılarak, yine Mevdû’ât-ül-ulûm adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu eser üç cilddir. Miftâh-üs-se’âde’nin Medînet-ül-ulûm adını taşıyan bir muhtasarı vardır.
3- Nevâdir-ül-ahbâr fî menâkıb-il-ahyâr: Üç fasıl hâlinde te’lîf edilmiş bir eserdir. Birinci fasılda Sahabe ve âbidlerden, ikinci asılda müctehidlerden, üçüncü fasılda fen âlimlerinden bahseder. 4- Risâletün fî ilm-il-âdâb-el-bahs: Münâzara ve mübâhese ilminden bahseden bir eserdir. 5- Hâşiyetü alâ hâşiyet-i Seyyid Şerîf alâ Şerh-it-Tecrîd: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 6-Şerh-ül-Ahlâk el-Adûdiyye: Ahlâk ilmine dâirdir. 7- Risâletün fil-ferâiz, 8-Şerh-i Mukaddimet-is-salât: Molla Fenârî’nin namaza dâir yazdığı risalenin şerhidir. 9- Miftâh-ül-i’râb, 10-Sûret-ül-halâs fil-ihlâs, 11-Risâletün fî hikmet-il-ameliyye, 12- Er-Risâlet-ül-câmia li-vasf-il-ulûm-ün-nâfia, 13-Risâletün fil-kazâi vel-kader, 14-Mesâlik-ül-halâs fî mehâlik-ül-havvâs, 15- El-Câmi’ fil-mantık, 16- Şerh-i hadîs-i erbe’în, 17- Hâşiyetün min evvel-i şerh-il-Miftâh li Seyyid Şerîf Cürcânî, 18- Şerh-ül-fevâid-ül-Gıyâsiyye, 19- Risâletün fî tefsîr-i âyât-il-Vuzû’, 20- Risâlet-uş-şifâ fî devâ-il-vebâ, 21- El-Muâlim fî ilm-il-kelâm, 22- Tabakât-ül-fukahâ, 23-Şerh-ül-Avâmil fil-Muhtasarât, 24-Şerhu Dîbâcet-ül-hidâye ve Dîbâcet-üt-tavâli’, 25- Muhtasarun fî ilm-in-nahv, 26- Ecell-ül-Mevâhib fî ma’rifet-i Vücûb-il-vâcib, 27- Ravd-üd-dekâik fî hadarât-il-hakâik, 28- El-Kavâid-ül-celiyyât fî tahkîk-i mebâhis-il-külliyât, 29- El-İnsâf fî müşâceret-ül-eslâf, 30-Şerh-ül-Cezerî fî ilm-il-kırâat.
Taşköprü-zâde’nin yazmış olduğu çok kıymetli ve her ilimde ihtisas sahibi olan kimselerin dahî istifâde ettiği Miftâh-üs-se’âde adlı eserinden alınan ba’zı bölümler:
İlmin faziletini ve ilim öğrenmenin ehemmiyetini anlatırken diyor ki: Allahü teâlâ, Zümer sûresi dokuzuncu âyetinde; “Hiç bilenlerle bibniyenler bir olur mu?” buyuruyor.
Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ); “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” buyurdu. Bilinen bir hakîkattir ki, peygamberlik derecesi, yüksek derecelerin en üstünü ve en olgunudur. O hâlde, o dereceye vâris olmanın üstünde derece olmadığını, aklı ve firâseti olanlar anlar ve bilir.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Kıyâmette âlimlerin, kaleminden çıkan mürekkep, şehîdlerin ve mücâhidlerin kanıyla tartılır” ve “Kıyâmette üç seçkin zümre, Allahü teâlâ katında şefaat makamına nail olurlar. Bunlar; Peygamberler, âlimler ve şehidlerdir.”
Ne büyük bir derece ve üstün makamdır ki, Peygamberliğin altında, şehidlik mertebesinin üstünde bulunuyor.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İlim öğrenmek için yola çıkıp, zorluk ve tehlikelere katlananı, Allahü teâlâ, Cennete götüren yola kavuşturur.”
“İlim öğrenmek, kadın-erkek her mü’mine farzdır.”
“İlim Çin’de de olsa gidip öğreniniz” ya’nî ilim öğrenmek için çalışınız.
Hazreti Ebû Derdâ ( radıyallahü anh ) “İlimden bir mes’ele öğrenmeyi, gece sabaha kadar ibâdet etmekten çok severim” ve “Sen, ya âlim ol, ya ilim talebesi ol, yahut da dinleyici ol. Bu üç sınıfın dışında, dördüncü sınıftan olma ki, helak olursun” buyurdu.
Abdullah bin Abbâs ( radıyallahü anh ) buyurdu: “Hayr öğretenler için herşey istiğfar eder. Hattâ denizdeki balık bile.”
İlim öğrenmenin şartları ve ilim ehlinin vazîfelerini anlatırken: Çocukları ilim öğrenmeye, özellikle Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeye teşvik etmelidir. Çünkü küçük yaşta ezberlemek, taş üzerindeki yazı gibidir. Gençlik geçtikten sonraki gayret ve çalışma, su üzerindeki yazı gibidir. Küçüklere, akıllarının alabileceği kadar ders vermelidir. Bunların ötesinde çok ince ve derin bilgiler de vardır diye onlara söylememelidir. Çünkü böyle sözler, onların anlayışlarını bozar. Onlara, sizin öğrendiğiniz ilimler, gaye ve maksadın kendisidir anlayışını vermelidir.
Kur’ân-ı kerîm okurken şu edeblere dikkat etmelidir: 1- Hürmetle okumalıdır. Önce abdest almalı, yüzünü kıbleye dönmeli ve mütevâzî bir şekilde oturmalıdır. Hazreti Ali buyuruyor ki: “Namazda, ayakta Kur’ân-ı kerîm okuyana her harfi için yüz sevâb, oturarak okuyana elli sevâb yazılır. Abdesti olup, namazın dışında okuyana yirmibeş sevâb, abdestsiz okuyana on sevâb yazılır.” 2- Yavaş okumalıdır. Ma’nâlarını düşünerek okumalı. Çabuk hatm etme arzusunda olmamalıdır. 3-Okurken ağlamalıdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:“Kur’ân-ı kerîmi okuyunuz ve ağlayınız. Ağlıyamazsamz, kendinizi zorla ağlatınız.” 4-Her âyeti, hakkını vererek okumalıdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), azâb bildiren âyet gelince, Allahü teâlâya sığınır, rahmet âyeti gelince, o rahmeti isterdi. Tenzih âyetinde tesbîh ederdi. Başlarken E’ûzü okurdu. Onu bitirince; “Yâ Rabbî! Ondan unuttuğumu bana hatırlat. Ondan bilmediklerimi bana bildir. Gece-gündüz onu okumayı bana nasîb et ve onu bana delîl ve huccet eyle” buyururdu. 5-Eğer gösteriş yapıyor şeklinde düşünülecekse veya başkasının namazını şaşırtacaksa, alçak sesle okumalıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Yavaş, ya’nî sessizce Kur’ân-ı kerîm okumanın sesli okumağa üstünlüğü, gizli verilen sadakanın aşikâre verilen sadakaya üstünlüğü gibidir.” Riyadan emîn ise, sesli okuyup, başkalarının da dinlemekten nasîb almalarını sağlamak daha iyi olur. Ezberden değil, mıshaftan okursa daha iyi olur, gözler de ibâdet etmiş olur. 6- Güzel sesle okumağa gayret etmelidir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi güzel sesle süsleyiniz.” Ses ne kadar güzel olursa, Kur’ân-ı kerîmin kalbdeki te’sîrinin çok olmasına sebep olur. Sünnet olan, tecvîd üzere okumaktır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile, kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır.
Zengin olan kimsenin, kazandığı mal husûsunda gözeteceği husûslar beş tanedir: 1- Maldan maksadın ne olduğu bilinmelidir. Ancak böylece kendine yetecek kadar bulundurur. 2-Malın nereden geldiğini gözetmelidir. Haramlardan ve mürüvveti bozan şeylerden sakınmalıdır. 3- Vâcib olan miktardan çok bulundurmamalıdır. Bu miktarda da, güzel niyet ve i’tidâli gözetmelidir. 4- Harcama tarafını gözetip, tasadduk etmede de iktisâd edip, yerine ve ehline vermelidir. 5- Alırken, verirken, tasadduk ederken ve saklarken, niyetini düzeltmelidir. Bu sebeptendir ki, Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Eğer bir kimse, yeryüzündeki malın hepsini alsa, onunla Allahü teâlânın rızâsını murâd etse, o zâhiddir. Bir kimse, Allah rızâsını gözetmeden hepsini sarf etse, zâhid (dünyâdan yüz çeviren) değildir.” Ba’zıları dedi ki: “Bütün hareket ve işlerin ibâdet olmaktan en uzak olanı, yemek yemek ve kazâ-i hacet etmektir. Onlar da ibâdet için ve ibâdete hazırlık için olursa, ibâdet olurlar.
Açlığın faydaları husûsunda, Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdu ki: “Çok yemek ve içmekle kalbi öldürmeyin. Çünkü kalb, ekine ve tohuma benzer. Su çok olursa çürür.” Yine buyurdu: “İnsanoğlu, mi’desinden kötü ve bozuk bir kap doldurmamıştır. İnsana yemek için birkaç lokma yetişir. Bu da sulbünü devam ettirir. Eğer bunu yapamıyorsa, mi’desinin üçtebirini yemek, üçtebirini su, üçtebirini hava ile doldurmalıdır.” Açlıkta on fayda vardır 1- Kalbin temizlenmesine ve basiretin açılmasına sebep olur. Çünkü tokluk, ağırlık ve durgunluk verir, kalbi kör eder. 2-Kalb, ibâdetin ve zikrin lezzetini duymağa hazır olur. 3- Açlık, Allahü teâlânın belâ ve azâbını unutturmaz. 4- Bütün günahlara sebep olan; şehvet, istek ve arzuları kırar. Çünkü bütün günahların kaynağı şehvetlerdir. 5-Açlık, az uyumayı ve gece uyanık bulunmayı kolaylaştırır. Çünkü bir kimse tok olunca, çok su içer. Çok su içenin, uykusu da çok olur. Uykusu çok olanın, Ömrü zayi olur. 6-Açlık, ibâdete devam etmeği kolaylaştırır. Çünkü yemek ve içmek ibâdete mânidir. 7-Açlık, bedene sıhhattir. Çünkü hastalıkların sebebi, çok yemektir. Hastalık ise; rahatsız, huzûrsuz ve dirliksiz olmağa sebep olur. Bunun için de, zikre ve fikre mâni olur. 8- Açlık, hafif yüklü olmaktır. Zîrâ, tokluğa ve çok yemeğe alışanın mi’desi bunları arayıp, bugün neler yesem der. Böylece, şüpheli ve haram olan şeyler de karışabilir. 9-Açlığı tercih eden kişi, fazla gelen yemekleri fakirlere ve yetimlere yedirmek sûretiyle sevâb alır. 10- Açlık, insanı taşkınlıktan ve Allahü teâlâyı zikr edememekten alıkoyar.
Ticâret âdabını anlatırken diyor ki: Mal satan kişi, şu husûslara dikkat etmelidir: 1- Malını övmemelidir. Zîrâ, dediği gibi değilse, yalan söylemiş olur. Övdüğü şey, sattığı malda var ise ve müşteri biliyorsa, boşuna konuşmuş olur. Bu ise müslümana yakışmaz. 2- Ticârette yemîn etmemelidir. Yalan yere ise büyük günah işlemiş olur. Yemîni doğru ise, Allahü teâlânın yüce ismini, basit dünyâ işlerine âlet etmiş olur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “O tacire yazıklar ve korkular olsun ki, “Evet vallahi, hayır vallahi” der. Yarın gel, öbür gün gel diye işini geciktirip, müşteriyi geri gönderen san’atkâra da korku ve yazıklar olsun.” 3- Gizli veya açık, malının her ayıbını bildirmelidir. Bu vâcibdir. Bildirmezse hıyânet etmiş olur. Hiyânet ise, haramdır. Kumaşı karanlık yerde satışa çıkarmamalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur.”
“Dünyâda helâl mal kazanıp, maksadı da kendini kimseye muhtaç etmemek, çoluk-çocuğuna nafaka te’min etmek, hattâ komşu ve câriyelerine iyilik etmek olursa, âhırette Allahü teâlânın huzûruna varınca, yüzü, ondördüncü gecedeki ay gibi parlar.”
Yemek yemekten önceki edebler yedi tanedir: 1- Yemek, helâlden kazanılmış olmalıdır. 2- Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamalıdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yemekten önce elini yıkamak fakirliği giderir, yemekten sonra elini yıkamak küçük günahları yok eder.” 3- Yemeği sofra üzerine koymalıdır. Yerde yemek yemek tevâzu’a yakın ve sünnete uygundur. 4-Gerektiği şekilde (edebe uygun) oturmalıdır. Sağ dizini dikip, sol uyluğu üzere oturmalıdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Ben kulum. Kullar gibi, yere oturup yerim” buyurdu. Bir yere dayanarak ve ayakta yemek mekrûhtur. 5-Yemek yerken, ibâdet ve tâat için kuvvet elde etmeğe niyet etmelidir. Böylece, yemesi de ibâdet olur. Elden geldiği kadar az yemeğe gayret etmelidir. Çünkü tokluk, ibâdete mânidir. 6-Hazır olan yemeğe râzı olup, kanâat etmelidir. 7-Yemekten çok kişinin yemesine, yemeğe çok el uzanmasına gayret etmelidir. Çünkü, yemeğe çok el uzanmasında bereket vardır. Resûlullah efendimiz de ( aleyhisselâm ) yalnız yemezdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 177
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 352
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-2, sh. 79
4) Mevdû’ât-ül-ulûm
5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 2985
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 143-144
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1077
8) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 16-25
9) Keşf-üz-zünûn
10) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 134, 359 cild-2 sh. 126
TAŞKÖPRÜ-ZÂDE