Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna bir gün bir kadı, yâni hâkim gelip;
“Efendim, beni de talebeliğe kabul edin” diye ricâ etti.
Ne hikmettir, bilinmez.
Kabul etmedi mübârek.
Tekrar tekrar arz etti.
Hattâ çok yalvardı.
O yine iltifat etmedi.
Cevap da vermedi.
Bir talebesi;
“Efendim, falan kadı, talebeliğe kabul edilmiyorum diye pek çok üzülüyor” diye arz etti.
Büyük velî;
“Evlâdım! O kadı’nın gönlünde dünyâlık var. On sene sonra kavuşacağı mevkîye hırslı olan bir kimseyi talebeliğe kabul etmek uygun olmaz. Böyle birine büyüklerin yolu anlatılmaz. Siz onu düşünmeyin” buyurdu.
Talebe;
“Peki efendim” dedi.
Aradan on sene geçti…
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de göçtü bu dünyâdan.
O kadı mı?
Başkadı olmuş, murâdına erdiği için de pek sevinçliydi…
Ve artık bu yola girmek gibi bir arzu kalmamıştı kalbinde.
Murâdına kavuşmuştu.
Memnundu hayâtından.
Talebeler bu hâli görüp;
“Hocamızın kerâmeti çıktı. Onu talebeliğe kabul etmemekte ne kadar haklıymış. Meğer adamın kalbinde mevkî makam düşüncesi varmış” dediler.