Hindistan’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin en önde gelenlerindendir. Önce subay idi. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) rü’yâda verdiği emirle, askerliği bırakarak tasavvuf yoluna girdi. Onbirinci asrın sonlarında vefât etti.
Tâhir-i Bedahşî ilk zamanlar askeriyede çalışıyordu. Askerler kalelerden birini fethetmek için yola çıktıkları sırada, bir gece rü’yâda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Hazret-i Sıddîk-i Ekber, diğer halîfeler ve Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) Resûlullahın huzûr-ı saadetlerinde idi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) kendisine; “Bu seferden döndükten sonra, sen bu askerin arasından ayrıl! Tasavvuf büyüklerinin sohbetinde bulun” buyurdular. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) emri ile kendisine hırka giydirdi. Uykudan uyanınca, askerliği bırakmaya karar verdi. Bu sefer dönüşünde askerler, çalılar ve ağaçlar arasından geçerken, kendisi attan indi ve ağaçların arasına girdi. Emîr eri, abdest bozmağa gittiğini zannetti. Bir müddet bekledi. Tanıdıkları ne kadar aradıysalar, bulamadılar. Tâhir-i Bedahşî, o havâlide bulunan bir çiftçiye rastladı. Kendi elbiselerini ona verip onun elbiselerini giydi ve o memleketteki dervişlerin sohbetine katıldı. Aradan yıllar geçti. Akrabaları onun hayatta olup olmadığını bilmiyorlardı. Tâhir-i Bedahşî, eve gelince durumu hanımına anlattı. Hanımı; “Ben de seninle geleceğim” dedi. Üstüne bir örtü, eline bir âsâ alıp, kocası ile beraber yola çıktı. O memlekette bulunan, gönül sahibi bir âlimin hizmet ve huzûruna kavuştu. Bu zât, kendisine; “Senin nasîbinin Nakşibendî yolunda olan büyüklerden olacağını anlıyorum” dedi. Delhi ve Lahor tarafına gitmesini işâret buyurdu. Bu zamanda o diyarda Hazret-i Hâce Muhammed Bakî (kuddise sirruh) vardı. Cihanı aydınlatan bir güneş gibi idi. Sözlerini duyanlar, o gönüller sultânı büyük âlimin etrâfından ayrılmıyorlardı. Huzûruna kavuşmadan birkaç gün önce, Muhammed Bâkî-billah âhırete intikâl eyledi. Tâhir-i Bedahşî şaşkın bir hâlde kaldı. Allahü teâlânın ihsânı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gitmeye karar verdi. Huzûruna gidip talebesi olmak ve hizmette bulunmak ile şereflendi. O yüksek dergâhda canla başla çalıştı. Nasîbi olan her şeye kavuştu. Talebe arkadaşı Hâşim-i Keşmî şöyle anlattı: “İşittim ki, uzun zaman, yalnız iken ve kalabalıkta iken, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek sûretini müşâhade ederdi. Saf ve temiz rûhlu idi. Kendi hâllerini ve keşflerini hazret-i İmâm’a öyle bir eda ile arz ederdi ki, hazret-i İmâm ister istemez tebessüm ederlerdi. Ba’zan hazret-i İmâm’dan yüksek ma’rifetleri dinlerken, öyle bir şekilde; “Evet, öyledir” deyip başını sallardı ki, hazret-i İmâm; “Bu sırlar Mevlânâ Tâhir’e bildirilmiştir, biz ise bunların tercümanıyız” buyururdu. Tecellîye, yüksek hâllere ve cezbeye kavuştuktan sonra, hazret-i İmâm kendisine icâzet (diploma) verdi ve Cunbûr şehrine gönderdi”
Yine Hâşim-i Keşmî anlattı: Hazret-i İmâm, Ecmîr’e teşrîf eylediği günlerde, bu fakîr de hizmetlerinde idim. Bu sırada Mevlânâ Tâhir’den mektûp geldi. Mektûbunda, kendisine talebe gelmediğini yazıyordu. Hazret-i İmâm şöyle buyurdu: “İşin esâsı, hâlleri muhafaza etmek, yapacağı işleri düşünmek, îmân üzüntüsünde, âhıret endişesinde olmaktır. Bu hâlde, her kimi Allahü teâlâ gönderirse, ta’lim ve terbiyesine me’mûr ederse, emre uyarak, Allah için o işle meşgûl olmak lâzımdır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Tâhir-i Bedahşî’ye yazdığı mektûplardan birkaçı:
“Allahü teâlâya hamd-ü-senâ olsun! O’nun sevdiği, iyi insanlara selâmetler olsun! Cunbûr’dan gönderdiğiniz mektûp geldi. Rahatsız olduğunuzu okuyunca, üzüldük. Sıhhat haberini bekliyoruz. Vazifenize çok çalışınız! Hâsıl olan hâlleri bize yazınız! Ey sevgili kardeşim! Bu dünyâ, çalışmak yeridir. Ücret alınacak yer, âhırettir. Sâlih amelleri yapmağa uğraşınız! Bu amellerin en fâidelisi ve ibâdetlerin en üstünü namaz kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Mü’minlerin mi’râcıdır. O hâlde, onu iyi kılmağa gayret etmelidir. Erkânını (ya’nî farzlarını), şartlarını, sünnetlerini ve edeblerini, istenildiği ve lâyık olduğu gibi yapmalıdır. Namazda tumânînete (ya’nî rükû’da, secdelerde, kavmede ve celsede, bütün a’zânın hareketsiz kalmasına) ve ta’dîl-i erkâna (ya’nî, bu dört yerde sükûn ve tumânînet bulduktan sonra, bir miktar durmağa) dikkat etmelidir. Çok kimse bunlara dikkat etmeyip, namazlarını elden kaçırıyor. Tumânîneti ve ta’dîl-i erkânı yapmıyorlar. Bunlara azâblar ve tehdîdler bildirilmiştir. Namaz, doğru kılınınca, kurtuluş ümidi çoğalır. Çünkü, dînin direği dikilmiş olur. Se’âdet-i ebediyyeye uçmak için tayyare elde edilmiş olur.
“Âkıl isen kıl namazı, çün se’âdet tacıdır,
Sen namazı öyle bil ki, mü’minin mi’râcıdır!”
(2. cild, 20. mektûp)
“Akıllı kardeşim. İsmi gibi temiz, olan Molla Tâhir’in kıymetli mektûbu geldi. Kardeşim! Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesi, onun fâidesiz şeylerle uğraşmasından anlaşılır” buyuruldu. Bir farzı yapmayıp, bir nafile ibâdeti yapmak da, boşuna uğraşmaktır. Bunun için, ne ile vakit geçirdiğimizi incelemeliyiz. Ne ile uğraşdığımızı anlamalıyız. Nafile ibâdet mi, yoksa farz olan ibâdet mi yapıyoruz? Bir nafile hac yapmak için birçok yasaklar, haramlar işleniyor. İyi düşünmelisiniz! Aklı olana bir işâret yetişir. Size ve arkadaşlarınıza selâm ederim.” (1. cild, 123. mektûp)
“Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun. O’nun temiz Âline ve Eshâbının hepsine iyi duâlar olsun!
Biz fakirlerin, Allahü teâlâya karşı, aşağı ve küçüklük düşüncesi içinde olmamız, herşeyi O’ndan beklememiz, kalbi kırık, hep yalvarıcı ve O’na sığıma olmamız, kulluk vazîfelerini yapmamız, İslâmiyetin dışına taşmamamız, sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmamız lâzımdır. Hayırlı işleri yaparken, niyetlerimizi düzeltmeliyiz. Kalblerimizi, dünyâya düşkün olmaktan kurtarmalıyız. Her uzvumuz İslâmiyete teslim olmalıdır. Ayıplarımızı görüp, günahlarımızın çokluğunu düşünüp, Allahü teâlânın intikam almasından korkmalıyız. İyiliklerimizi az görmeli, günahlarımız az olsa da, çok bilmeliyiz. Şöhret sahibi olmaktan, insanlar arasında iyi tanınmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Din veya dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir” buyurdu. İnsan, niyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir. Tasavvuf yolunda, ele geçen ni’metlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve İslâmiyete uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. Dîne yaptığı hizmetlere, İslâmiyeti kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola gelmelerine sebep olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. Bu güzel işleri, kâfirler ve fâcirler de yapabilir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Çok olur ki, Allahü teâlâ bu dînini fâcir kimse ile kuvvetlendirir” buyurdu. Dînini öğrenmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gelenleri, arslan ve kaplan gibi zararlı bilmeli, bunun kendi harablığına sebep olmaması için çok korkmalıdır. Talebe gelince, kendinde sevinç duyarsa, bunu küfür ve şirk bilmelidir. Hemen tövbe, istiğfar ederek bu sevinci gidermelidir. Onun yerine korku ve üzüntü yerleşinceye kadar uğraşmalıdır. Hele, talebenin malında gözü olmaktan, ondan fâide beklemekten çok sakınmalıdır. Böyle olursa, talebe istifâde edemez ve pîrin harab olmasına sebep olur. Çünkü, bu yolda, yalnız hâlis din isterler. Zümer sûresinin 3. âyetinde; “Biliniz ki, Allahü teâlâ için olan din, yalnız O’nun için olan hâlis dindir” buyurulmaktadır. Allahü teâlânın katında şirke hiçbir sûretle yol yoktur. Kalbe gelen her sıkıntı ve karartı, tövbe, istiğfar ve pişmanlık ile ve Allahü teâlâya sığınılarak, kolayca giderilebilir. Fakat, bu alçak dünyâ için gelen karartı, leke, kalbi büsbütün karartır, harab eder. Bunu temizlemek çok güç olur. Resûlullahın ( aleyhisselâm ); “Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır” hadîs-i şerîfi çok doğrudur. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmaktan kurtarsın! Dünyâya düşkün olanları sevmekten ve onlarla arkadaşlık etmekten, düşüp kalkmaktan korusun!
Çünkü o, öldürücü zehirdir, iyi olmaz bir hastalıktır, büyük belâdır ve bulaşıcı hastalıktır. Akıllı kardeşim Şeyh Hamîd, yanınıza gelmektedir. Ondan işiteceğiniz yeni, taze haberlerin kıymetini biliniz. Gerisini, buluşunca bildiririm.” (1. cild, 171. mektûp) Mevlânâ Tâhir Bedahşî’ye yazılan birinci cild, ikiyüzonyedinci mektûbun bir bölümü aşağıdadır:
“Suâl! Evliyânın mahlûklara âit bilgileri, çok vakit yanlış oluyor ve kalbine doğan bilginin tersi hâsıl oluyor. Meselâ, bir kimsenin bir ay sonra öleceğini veya yolcunun geleceğim haber veriyorlar. Bunlar olmuyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Velînin kalbine gelen bilgi, haber verilen iş, çok defa şartlara bağlı olur. O velî, o ânda, o şartları anlayamaz. O şeyin şartsız olarak, her hâlde meydana geleceğini sanır. Bundan başka “Levh-i mahfûz”da yazılı, ileride olacak bir işi, ârife (ya’nî velîye) gösterirler. Fakat o iş, değiştirilebilen, silinip yeniden yazılabilen şeylerdendir. “Kazâ-i mu’allak” gibidir. Ârif, o işin bir şarta bağlı olduğunu, silinebilecek şeylerden olduğunu anlayamayıp, elbette hâsıl olacağını sanır ve gördüğünü haber verir. Böylece, o iş de, hâsıl olmayabilir, işittiğimize göre, Cebrâil aleyhisselâm birgün, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) gelip, bir gencin, yarın sabah, erkenden öleceğini haber verir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bu gence acıyıp, huzûr-i saadetlerine çağırır. Ne isteği olduğunu sorar. “Bir kız ile evlenmek ve bir de tatlı isterim” der. Emîr buyurup, ikisini de hemen hazırlarlar. Genç, o gece, odasında ailesi ile oturmuş, tatlı yanlarında iken, kapıya bir fakir gelip; “Açım, Allah rızâsı için bir şey verin” der. Genç, tatlının hepsini, fakire sadaka verir. Sabah olunca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) gencin ölüm haberini bekler. Uzun zaman, haber gelmeyince, birini gönderip sorar. Gencin sağ ve keyf yapmakta olduğunu söylerler. Hayret eder. O sırada, Cebrâil “aleyhisselâm” gelir. Ona sorar. Cebrâil aleyhisselâm; “Gencin tatlıyı sadaka vermesi, gelmekte olan belâyı geri çevirdi” der ve gencin yastığı altında büyük bir yılanı ölü olarak bulurlar. Bu haber, bu fakire hoş gelmiyor. Cebrâil aleyhisselâmın yanılmasını caiz görmüyorum. Yâhud, Cebrâil aleyhisselâmın ma’sûm olması, emîn olması ve hiç yanılmaması vahy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Ya’nî Allahü teâlâ tarafından indirdiği şeylerde, yanlışlık ihtimâli yoktur. Bu genç için getirdiği haber ise vahy değildir. Levh-i mahfûzda görüp öğrendiği birşeyi haber vermiştir. Levh-i mahfûzda yazılı şeyler, silinip değiştirilebildiğinden, buradan öğrenilen haberler yanlış olabilir. Allahü teâlâ tarafından getirilen şeylerin ise, yanlış olmak ihtimâli yoktur. Şehâdet ile ihbar arasında fark vardır. İslâmiyette, şâhid olmak kabûl olunur. Haber vermeğe ise güvenilmez.
Kaza, ya’nî Allahü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısımdır: “Kazâ-i mu’allak”, “Kazâ-i mübrem”. Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler demektir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir sûrette değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf suresindeki; “Sözümüz değiştirilmez” âyet-i kerîmesi, kazâ-i mübremi bildirmektedir. Kazâ-i mu’allak için de, Ra’d sûresinde; “Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar” buyurmaktadır. Hocam, Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) buyurdu ki: Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) ba’zı kitablarında buyurmuş ki: “Kazâ-i mübremi kimse değiştiremez. Fakat ben, istersem, onu da, değiştirebilirim.” Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocamın bu sözü, uzun zamandan beri, zihnimi kurcalamıştı. Nihâyet, Allahü teâlâ, bu fakiri de, bu ni’meti ihsân etmekle şereflendirdi. Birgün, sevdiklerimden birine bir belâ geleceği, ilham olundu. Bu belânın geri döndürülmesi için, cenâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile O’na sığındım. Korkarak, sızlıyarak çok uğraştım. Bu belânın, Levh-i mahfûzda kazâ-i mu’allak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümidim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânî’nin sözü hatırıma geldi. İkinci defa olarak tekrar sığındım. Çok yalvardım. Aczimi, zavallılığıma göstererek niyaz ettim. Lütuf ve ihsân ederek kazâ-i mu’allakın iki türlü olduğunu bildirdiler. Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir, ikincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda, kazâ-i mübrem gibi görülmektedir ki, bu kazâ-i mu’allak da, birincisi gibi değiştirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâdir-i Geylânî’nin sözündeki, kazâ-i mübremin, bu ikinci kısım kazâ-i mu’allak olduğunu ve kazâ-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa hakîkî kazâ-i mübremi değiştiririm demediğini anladım. Böyle kazâ-i mu’allakı, pek az kimseye tanıtmışlardır. Yâ, bunu değiştirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekte olan belânın, bu son kısım kazadan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belâyı geri çevirdiği ma’lûm oldu. Allahü teâlâya, bunun için çok şükür olsun! O’na sevdiği ve beğendiği gibi şükürler olsun ve bütün insanların en üstünü ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’ya ( aleyhisselâm ), O’na yakın olanların ve Eshâbının hepsine salât, selâm ve tehıyyetler olsun! Allahü teâlâ, O’nu âlemlere rahmet olarak gönderdi. Yâ Rabbî! Kalblerimizi O’nun sevgisi ile doldur. Hepimizi O’nun yolunda bulundur! Bu duâya âmîn diyenlere, Allahü teâlâ merhamet etsin!
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 254, 1076
2) Hadarât-ül-Kuds sh. 340
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 333
4) Zübdet-ül-makâmât sh. 399
TÂHİR-İ BEDAHŞÎ