TÂCÜDDÎN-İ İSKENDERÎ

Malikî âlimlerin ve Şâzilî tarikatının büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed’dir. İbn-i Atâullah İskenderî adı ile meşhûr olmuştur. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin talebesi ve Ebü’l-Hasen-i Sübkî’nin mürşididir. 709 (m. 1309) senesinde Mısır’da vefât etti. Karâfe kabristanındadır. “Hikem-i Atâiyye” ve “Letâif-ül-minen” kitapları meşhûrdur.

İbn-i Atâullah hazretleri, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî ve Ya’kût-i Arşî’den ( radıyallahü anh ) ilim öğrendi. Feyz ve bereketlerinden istifâde etti. Tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, usûl ve benzeri ilimlerde söz sahibi olan âlimlerden oldu. Kâhire’de yerleşerek, insanların doğru yola gelmesine, Cehennemden kurtulmasına vesile olmak için çok çalıştı. Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak için, insanlara devamlı va’z ve nasihat ederdi. Zamanını, öğrendiği bütün zâhirî ilimleri ve Allahü teâlâyı tanımak için lüzumlu olan ma’rifet bilgilerini insanlara öğretmekle geçirirdi.

Tâcüddîn-i İskenderi, haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkeder, dünyâ malına hiç meyletmezdi.

Talebelerinden biri hacca gitmişti. Kâ’be-i muazzamayı tavafı esnasında, hocası Tâcüddîn-i İskenderi’yi tavaf ederken gördü. Ayrıca Sa’y ederken, Arafât’da vakfeye dururken yine hocasını gördü. Hac vazîfesini bitirince Mısır’a döndü. Arkadaşlarına, hocalarının hac için Mekke-i mükerremeye gidip gitmediğini sordu. Onlar da, gitmediğini ve hergün kendilerine ders verdiğini söylediler. Hemen hocasının huzûruna vardı. Hocası ona; “Bu seferinde kimleri gördün?” deyince, o da; “Efendim, zât-ı âlinizi gördüm” diye cevap verdi. İbn-i Atâullah hazretleri de; “Allahü teâlâ, sevdiği kullarına, istediği yere bir ânda gitme kuvvetini ihsân etmiştir” buyurdu.

Kemâl bin Hümâm, kabrini ziyâret edip, Hûd sûresini okudu. “Bir kısmı şaki bir kısmı sa’îddir,” meâlindeki âyete gelince, kabirden kendisine yüksek sesle: “Ey Kemâl, bizde şaki yoktur” sesini duydu. Bunun üzerine Kemâl bin Hümâm, vefât ettiğinde burada defn olunmağı vasıyyet etti.

Abdülvehhâb-i Şa’rânî, İbn-i Atâullah için; “Onun kıymetli sözlerinden daha ma’nâlı bir söz işitmedim. Kendi görüşünde olmayanlar bile, onun söylediklerinde bir hatâ ve kusur bulamazlardı. Allahü teâlâ ondan râzi olsun” der idi.

Tâcüddîn-i İskenderi hazretleri, “El-Hikem-ül-Atâiyye” de diyor ki: “İki işden, nefsine ağır geleni yap! Çünkü, hak olan iş, nefse ağır gelir. Vâcibleri yapmakta gevşek davranıp, nafile hayratı yapmağa çalışmak, nefsin hevâsına uymak alâmetlerindendir” buyurdu.

Letâif-ül-minen isimli kitabında buyuruyor ki: Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yedi sınıf insan vardır ki: Arş-ı ilâhînin gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, Allahü teâlâ (o yedi sınıf kimseyi) Arş’ının gölgesinde gölgelendirir. (Bunlar) Âdil devlet reîsi, Allahü teâlâya ibâdet ederek yetişen genç, kalbi mescidlere (muhabbetle) bağlı olan kimse, Allah için birbirini seven, bu muhabbetle bir araya gelip, bu muhabbetle ayrılan iki kişi, güzel ve içtimâi mevkii yüksek bir kadın tarafından da’vet edilip de, (buna karşı); “Ben Allahü teâlâdan korkarım” diyen kimse, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren zengin ve tenhâda Allahü teâlâyı zikredip gözyaşı döken kimse.” Ebü’l-Abbâs hazretleri bu hadîs-i şerîfi tefsîr ederken, hadîs-i şerîfte geçen yedi sınıf kimseyi şöyle açıklıyor:

“Adâletli devlet reîsi: O, Allahü teâlânın kullarına adâletle muâmele etmiş, mazlûmu adâletin gölgesinde barındırmıştır. Allahü teâlâ da onu, gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde Arş’ın gölgesinde barındıracaktır.

Allahü teâlâya ibâdet ederek büyüyen genç: Bu genç, dünyâda nefsi isteklerinden vazgeçerek, yüz çevirerek, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak rızâsına kavuşmayı istemiş ve O’na sığınmıştır. Bu gencin dünyâda Allahü teâlâya karşı durumu böyle olduğu için, cenâb-ı Hak da onu âhırette mükâfatlandırır.

Kalbi mescidlere bağlı kişi: Bu kimse, Allahü teâlâya ibâdeti tercih etmiş ve cenâb-ı Hakkın rızâsı, sevgisi ona galip gelmiştir. Bunun için kalbi mescide yönelik olmuştur. Ondan ayrı kalmayı asla istemez. Çünkü mescidde, Allahü teâlâya yakınlığın tadını duyar, Allahü teâlâya sığınır, şânı yüce olan Rabbimiz de onu dünyâdaki muâmelesine mükâfat olarak, âhırette Arş’ın gölgesi altında bulundurur.

Allah için birbirini seven iki kimse: Bu iki kimse, Allahü teâlâyı sevdikleri için, Allahü teâlânın sevdiklerini de severler. Cenâb-ı Hakkın rızâsından dolayı birbirlerini severler. Bu sebeple, Allahü teâlâ da bu iki kimseyi âhırette Arş’ın gölgesinde gölgelendirir.

Güzel ve mevki sahibi bir kadının, gayr-i meşrû bir işe da’vet ettiği erkek: O erkek, Mevlasından korktuğu için, nefsinin arzularını yapmıyarak ona muhalefet eder. Allahü teâlâdan korktuğundan, yine Allahü teâlâya sığınır. Bunun için, kıyâmet günü Allahü teâlâ onu Arş’ın gölgesinde barındırır. Kimse yok iken Allahü teâlânın muhabbetinden ağlıyan kimse: Onun bu ağlaması, kalbini yakan sevinçten dolayıdır. Bu ferah ise, Allahü teâlâdan haya etmekten, ya O’na olan iştiyâktan, kavuşma arzusundan veya O’nun korkusundan dolayıdır. Bunu, Allahü teâlâdan başka hiç kimsenin görmediği yerde yapar. Allahü teâlâ da onu, kıyâmet gününde mükâfatlandırıp, Arş’ın gölgesi altında gölgelendirir.

Tasadduk eden kimseye gelince: O, cenâb-ı Hakkın rızâsını, nefsine ve onun isteklerine tercih etmiştir. Bunun için dünyalığı Allah yolunda harcamıştır. Nefs, dünyâyı sever ve başkasına birşey vermemeyi ister. Onun için, dünyalığı ancak Allahü teâlânın rızâsını tercih edenler, âhıreti düşünenler Allah için verirler. Bunun için, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Sadaka bürhândır (delîldir) buyurdu. Ya’nî “Kul, sahibini, kendi nefsine ve nefsinin isteklerine tercih eder” anlamına gelen bir delîldir. Kul, Rabbine bu şekilde meyledince, Allahü teâlâ da onu kıyâmet gününde mükâfatlandırıp, Arş’ın gölgesinde gölgelendirir.

Bu yedi kısım kimsenin hepsi de, dünyâda iken nefslerine muhalefet etmiş onun dediklerini yapmamışlardır. Çünkü, nefsin isteğini yapmamak, ona karşı gelebilmek pek güç bir iştir. Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin isteğini yapmıyanları, Allahü teâlâ da kıyâmet gününün sıcaklığından emîn eder. Arş’ın gölgesi altında bulundurur. Bir kudsî hadîsde şöyle buyuruldu: “Kulumda, iki korkuyu ve iki emniyeti birlikte bulundurmam. Eğer ona dünyâda emniyet verirsem, âhırette korkuturum. Dünyâda korkutursam, âhırette emniyet verir kurtarırım.” Allahü teâlânın nûru, bir kulun kalbine gelirse, o kulun zâhid olmasına, dünyâdan yüz çevirmesine ve kıymet vermemesine vesile olur. Bu, kalbden a’zâlara doğru dağılır. O nûr, göze ulaşınca, göz ibret almağa, kulağa ulaşınca, kulak güzel şeyleri dinlemeğe, dile gelince, dil zikretmeğe başlar. Böylece bu nûr, o kulun himmetini, gayretini, arzularını, dünyâdan âhırete çevirir. Bunun böyle olduğuna delîl şu hadîs-i şerîftir “Bu nûr göğüse girince, göğüs münşerih ve münfesih (gönlü açık, geniş, neş’eli) olur.” Bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Bunun bir alâmeti var mıdır?” diye soruldu. Resûlullah efendimiz de ( aleyhisselâm ); “Dâr-ı gurûr (adı verilen bu dünyâ)’dan cefâ görmek, sıkılmak ve Dâr-ı hulûda (sonsuz hayat yeri olan Cennete) dönmek (hep onu özlemek) tir” buyurdular.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Tâcir-i sadûk (doğru, emîn tüccâr), peygamberlerle, sıddîklarla, şehidler ve sâlihlerle hoşrolunur.” Ebü’l-Abbâs ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hangi şekilde tâcir-i sadûk, nebilerle, sıddîklarla, şehidler ve sâlihlerle haşrolunur? Peygamberlerin (aleyhisselâm) sıfatlarından biri de, emâneti eda etmek, nasihatte bulunmaktır, işte tâcir-i sadûkta bu vasıf vardır. Onlar da emâneti yerine verir ve başkalarına nasihat eder. Bu vasfı ile, Peygamberlerle beraber hoşrolunur. Tâcir-i sadûkun sıddîklarla beraber haşrolması ise, Sıddîkların vasıflarını taşımasından dolayıdır. Çünkü sıddîklar, zâhirde ve bâtında saf (içi-dışı temiz) hâldedirler. Tâcir-i sadûkun da içi-dışı temiz, emîn ve güvenilir olması hasebiyle, sıddîklarla beraber hoşrolunurlar. Şehidler cihâd etmişlerdir. Tâcir-i sadûk da, nefsi ve şeytanı ile cihâd eder. Bu vasfı sebebiyle, kıyâmet gününde onlarla beraber haşrolunurlar. Sâlihlerle haşrolunmasına gelince, sâlihler, helâli alıp, haramı terk ederler. Tâcir-i sadûk da helâli alır ve haramdan sakınır. Bu vasfı ile, kıyâmet gününde onlarla beraber haşrolunurlar.

Ebü’l-Abbâs hazretleri buyurdu ki: “Kulun kurtuluşu, iyiliği üç şeydedir. Allahü teâlâyı tanımak, nefsini tanımak ve dünyâyı tanımak. Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan korkar. Dünyâyı tanıyan, ona düşkün olmaz. Haramlardan, şüphelilerden ve mübahların fazlasından sakınır. Nefsini tanıyan, Allahü teâlânın kullarına karşı mütevâzi olur.

Allahü teâlâ, her uzva vefayı lâzım kıldı. Kalbin vefası; dünyâ ile meşgûl olmaması, hile ve hased yapmamasıdır. Dilin vefası; gıybet etmemesi, yalan söylememesi, lüzumsuz boş şeyler konuşmamasıdır. A’zâların vefası; günah olan yerlere gitmemesi, müslüman kardeşine eziyet etmemesidir. Evliyâda meydana gelen kerâmetler, tevâtür derecesine ulaşmıştır. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Allahü teâlânın, velî kullarına ba’zı gayb ile ilgili şeyleri bildirmesi, o velinin şahsına âit bir husûsiyetten değildir. O velîde kerâmetin meydana gelmesi, kendisine ihsân edilen Hakkın nûru sebebiyledir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “O, Rabbinin nûru ile bakar” diye şehâdette bulunmuştur. Yine, Allahü teâlâ, ben kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü olurum, buyurduğu bildirildi. Bunun gibi, velînin de gayb ile ilgili bir şeyi bilmesi, ümmeti olduğu peygamberin yolunda olması ve bu yola ihlâs ile sarılması sebebiyledir. Velî, bu kerâmeti kendisinden bilmez. Bilakis peygamberine tâbi olmasından dolayı meydana geldiğini bilir.

Kerâmet, ba’zan tayy-i mekân (mesafenin kısalması, zamanın genişlemesi), ba’zan suda yürümek, havada uçmak, ileride olacak şeylere muttali olmak, yiyeceği ve içeceği çoğaltmak, meyvelerin mevsiminin dışında olması gibi şekillerde olur. Bunlar, gözle görülen kerâmetlerdir. Allahü teâlânın indindeki kerâmetler, bunlardan daha üstündür. Allahü teâlânın indindeki kerâmetler, ma’nevî kerâmetlerdir. Bunlar; ma’rifetullah, Allahü teâlâdan korkmak, devamlı murâkabe hâli, tefekkür, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmak husûsunda pek gayretli olmak, tevekkülde doğruluk üzere bulunmak v.s. Velînin kerâmeti, ümmeti olduğu peygamberin mu’cizesidir.

Velîlerin gayb ile ilgili ba’zı şeylere muttali olmalarını akıl kabûl ettiği gibi, nakil de bunu böyle bildirdi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) Medine’de hutbe verirken, Irak’ın en son bölgesinde muharebe etmekte olan ordu komutanı Sâriye’ye; “Ey Sâriye! Dağa, dağa!” diyerek seslenmiş, Sâriye de onun sesini işitmiştir. Hazreti Ömer, bu sözü söylediğinde, minberde konuşuyordu. Bir ara sözünü kesip, böyle söyledi, sonra hutbesine tekrar devam etti. Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) ba’zıları, Hazreti Ali’ye gelip;

“Hazreti Ömer, bugün hutbe okurken yarıda kesti; “Ey Sâriye! Dağa, dağa!” dedi, sonra hutbesine devam etti, hikmeti nedir?” dediler. Hazreti Ali; “Ömer’i bırakınız. Girmiş olduğu her şeyde, mutlaka onun için bir çıkış vardır” diye cevap verdi. Sonra Sâriye ( radıyallahü anh ) ordusuyla muzaffer olarak döndüğünde, Hazreti Ömer’in sesini işittiğini ve emrine uyarak zaferi kazandığını bildirdi.

Evliyânın kerâmetine inanmayı kolaylaştıran ve bilinmesi lâzım gelen ba’zı husûslar şunlardır:

1) Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. O’nun kudretine ağır gelen hiçbir şey yoktur. Böyle bir kudret, kerâmeti evliyâsında izhâr etmiş, gerçekleştirmiştir. Burada kulun âciz ve zayıf bir varlık olduğuna bakmamalıdır. Burada, kulun yaratıcısı, sahibi ve mâliki olan Allahü teâlânın yüce kudretine bakmalıdır. Bu kudret, o kulda bu kerâmeti meydana getirmiştir, öyleyse, kuldaki kerâmeti inkâr, yüce kudret sahibi olan Allahü teâlânın kudretini inkâr etmeye ve O’nun azametini görememeye götürür.

2) Veli bir kulda meydana gelen kerâmet, o velînin, peygamberinin yolunda olduğunu ve bu yolun doğruluğuna şahittir. Bu harikulade hâdise, velîye nisbetle kerâmet, peygamberine nisbetle mu’cizedir. Zâten kerâmet de, o peygambere tâbi olmanın bereketiyle meydana gelmiştir. Burada velî olan zâta değil, onun peygamberinin Allahü teâlâ katındaki kadr ü kıymetinin büyüklüğüne bakmalıdır.

3) Allahü teâlâ, velî kullarına kuvvetli bir îmân ve yakîn ihsân etmiştir. Evliyânın gayba dâir birşeye muttali olmaları, öğrenmeleri, onların havada uçmalarından, suda yürümelerinden daha büyük birşeydir. Velînin kerâmeti hiç inkâr edilebilir mi? Bu, sultânın, pek yakın adamlarından birine, hazînesinden bir pırlanta vermesine benzer. Koca hazînenin yanında, bir küçük pırlantanın ne kıymeti vardır ki? Elbette bu inkâr edilecek birşey değildir.

Allahü teâlâ, ba’zı kullarına zâtı ile ilgili ma’rifet bilgileri ihsân etmiştir ki, bu, o velî için daha büyük bir kerâmettir. Çünkü, dünyâ ve âhıretteki çeşitli yüksek hâller, makamlar, ibâdetler, ihsân edilen nûr ve ilim, gaybı bilmek, uzaklardaki konuşmaları işitmek, Cennetteki hûrîler, köşkler, nehirler, çeşit çeşit meyveler ve bütün ni’metler… Hepsi îmânın neticeleri, eserleri ve îmân nûrunun semeresidir.

Tâcüddîn-i İskenderi, “Tâc-ül-Arûs” isimli kitabında buyuruyor ki: “Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri buyurdu ki: “Nefsinizi namaz ile ölçünüz. Nefsiniz kötülüklerden hoşlanmıyorsa, saadettesiniz, değil ise, nefsinizi yola getirmeye çalışınız.” Allahü teâlâ, Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “…. Gerçekten namaz, kötü işten ve uygunsuzluktan alıkoyar.” Her kim Allahü teâlânın indindeki yerini ve durumunu bilmek istiyorsa, kıldığı namaza baksın. Eğer sükûnet ve huşû’ ile kılamıyorsa, ne kadar ağlasa yeridir. Namaz kılmak, Allahü teâlânın ma’nevî huzûruna çıkmak demektir. O’nun huzûruna çıkmaktan birşey elde edilemezse, bu hâl, o kimsedeki ma’nevî hastalığın mevcûdiyetine işâret eder. O hastalık; kibir, enâniyet (benlik) ve edebe aykırı bir davranıştır.”

İbn-i Atâullah İskenderî, “Hikem-i Atâiyye” isimli kitabında buyuruyor ki: “Duâ edip, çok istediğin bir şeyin o anda verilmemesi, ümitsizliğe kapılmana sebep olmasın. Allahü teâlânın istediği vakitte yapılan duâ makbûldür, senin istediğin vakitte yaptığın değil.”

“Ey kul! Sana va’d olunan, güneş batıdan doğuncaya kadar gecikse, hiç şüphe ve tereddüt etme! Çünkü bu tereddüt, aklını bozar, karıştırır ve kalbini bulandırır, karartır.”

“Allahü teâlâ, sana ma’rifetinden bir perde açınca, yaptığın ameller az olsa da ya’nî çok nafile ibâdet yapmasan da, zararı yok. Çünkü bu perdeyi açmakla, senin kendisini bilmeni, ma’rifetini istemektedir. Bilmez misin ki, ma’rifet, O’nun tarafından verilmiş bir ni’mettir. Ameller ise, senin O’na götürdüklerindir. Senin O’na götürdüklerin ile, O’ndan sana gelenler, verilenler, hiç aynı olur mu?”

“Ameller, ya’nî ibâdetler, işler, ayakta duran rûhsuz beden gibidir. Bunların rûhları, ihlâs sırrının bunlarda bulunmasıdır.”

“Büyüklük, Allahü teâlâya mahsûstur, insan, benliğini, küçüklük ve aşağılık toprağına gömmelidir. Çünkü gömülmeden bitenin, doğması ve büyümesi düşünülemez.”

“Gönlünde günahlar ve dünyâ sevgisi olanın, kalbi nasıl parlar? Yahut, nefs-i emmârenin arzularına göre hareket eden, Allahü teâlânın rızâsını nasıl kazanır? Gaflet ve günahlardan temizlenmeden, Allahü teâlânın huzûruna girmeyi nasıl ister? Çirkin işlerinden tövbe etmeyen, ince sırları anlamayı nasıl umar?”

“Mâsivâ, ya’nî Allahü teâlâdan gayrisi, tamamen zulmet ve karanlıktır. Onu aydınlatan, onda Hakkın zuhuru, görünmesidir. Hakkı kabûl etmiyende nûr, ışık bulunması çok zordur. Ma’rifet güneşinin önünü, mâsivâya bağlılık bulutları kapamıştır.”

“Her fırsat ve boş zamanlarda amel yapıp tâat üzere olmak, seni, nefsin hilelerinden alıkoyar.”

“Sonda kurtulma alâmetlerinden biri, başta Allahü teâlâya yönelmektir.

Başlangıç ışıldarsa, sonu çok aydınlık olur.

Mısra:

“Senenin bereketi baharından belli olur.”

“Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her tâat, uyanıklık ve iffetin esası, nefsini beğenmemektir.”

“Kendinde bulunan gizli ayıbları araştırman, bilmediğin gâib şeyleri araştırmandan daha iyidir.”

“Ba’zılarını, Allahü teâlâ hizmetinde bulundurur. Ba’zılarına kendi muhabbetini verir. Her ikisine de imdâd-ı ilâhî gelmiştir. Bunlar, Rabbinin ihsânıdır. İsrâ sûresi yirminci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinin ihsânı, hiç kimseden men edilmiş değildir” buyuruldu.

“Her sorulana cevap verenin, açıkça görülen herşeyi yorumlayanın, karşısındakilerin hâlini hesâb etmeden her ilmi açıklıyanın bu hareketleri, câhil olduğunu gösterir.”

“Âhıret, mü’min kullara mükâfat verme yeri olarak yapılmıştır. Çünkü bu dünyâ, onlara yapılacak ihsânlara müsait değildir. Çünkü mü’min kulların değeri, mükâfatlarının fâni olan bir yerde verilmesinden üstündür!”

“Amelinin semeresini dünyâda görmek, âhırette makbûl olmaya işârettir.”

“Allahü teâlâ katındaki kadrini, değerini bilmek istersen, seni hangi işlerde bulundurduğuna dikkat et!”

“İhtiyâcı olmadığı hâlde bir kimseye tâati nasîb eden Allahü teâlânın, bedene ve bâtına âit ni’metlerde hiç eksiklik yapmayacağını bilmek lâzımdır.”

“Âriflerin Allahü teâlâdan dileği, O’na hakîki kulluk yapabilmek ve Allahü teâlânın emirlerini yerine getirebilmektir.”

“Dâima azîz olmak istersen, sakın geçici izzet ile gurûrlanma!”

“Âriflere sevinç hâli gelince, darlık, sıkıntı hâlinden daha çok korkarlar. Çünkü sevinç hâlinde, edebin hududunu gözetmek çok az mümkün olur.” “Sevinç hâlinden, nefs de haz alır. Çünkü sevinç ve neş’e içinde olur. Sıkıntı hâlinden ise nefsin payı yoktur.”

“Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelliğine, kalb, içinin ibretlerine bakar.”

“Umduğu birşeye kavuşmak, zararına olan birşeyden kurtulmak için Allahü teâlâya ibâdet eden, yahut azâba düçâr olmamak için ibâdet yapan, Allahü teâlânın kemâl sıfatlarının hakkını vermemiş olur.”

“İhtiyâcını sakın O’ndan başkasından isteme! Sana gelen, O’ndan gelir. O’ndan başkasından nasıl istenir ki? O’ndan başkası kendi ihtiyâcını gideremezken, kendisinden isteyenin ihtiyâcını nasıl görsün, istediğini versin?” “Ne kadar şaşılsa yeridir ki, bir kimse, ayrılmıyacağı şeyden kaçıyor ve onunla kalmıyacak olan dünyâyı istiyor. Gözleri kör değilse de, sînesindeki kalb kördür.”

“Allahü teâlâya olan sevgisini arttırmıyan, sözü Allahü teâlâya çağırmıyan kimse ile sohbet ve arkadaşlık etme!”

“O esnada Allahü teâlâ ile huzûrda olmasan da, zikri terk etme! Çünkü zikr ettiğin hâlde O’ndan gâfil olman, zikr etmediğin zamanki gafletinden daha azdır. Umulur ki, böyle zikir, seni gafletten uyandırır ve huzûra kavuşturur.”

“Kalbin ölü olmasının alâmetlerinden biri, insanın kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi ve yaptığı kötülüklere pişman olmamasıdır.”

“Eğer adâletle muâmele olunursan, küçük günahlardan bile helak olursun. Allahü teâlâ ihsân ile muâmele ederse, büyük günâhın da olsa kurtulursun.” “Zulmet nefsin askeri, ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder.”

“İbâdetine, senden meydana geldi diye sevinme, Allahü teâlânın lütfu ile, ibâdetin sende meydana geldiğine sevin. “Bunlar, Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti iledir” de.”

“Ni’metlere şükr etmiyen, elden çıkmalarına çalışmış olur. Ni’metlere şükr eden, onları en kuvvetli bağlarla bağlamış olur.”

“Onun yolunda kötülük üzere olduğun hâlde, sana ihsânları devam ediyorsa, bunların istidrâc, ya’nî seni felâkete götüren şeyler olmasından kork. A’râf sûresi yüzseksenikinci âyet-i kerîmesi, meâlen; “Onları, bilemiyecekleri yönden azar azar helake yaklaştırırız” bunu haber vermektedir.”

“İşlemediğin amelin karşılığını isteme! Amelin makbûl ise, karşılık olarak sana yeter.”

“İnsanlar, sende var sandıkları şey için seni medh ederler. O hâlde, sen de nefsine, onu bildiğin gibi (hâline uygun) muâmele et.”

“Mü’min, kendinde görmediği bir sıfatla medh edildiği zaman, Allahü teâlâdan haya eder.”

“İnsanların en câhili, yakînen bildiği şeyi, başkalarının zannî olan işlerine uyup bırakandır.”

“Her kusurdan münezzeh olan Rabbim! Dostlarını, evliyânı öyle yaptın ki, onları bulan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor.” “İki iş arasında durakladığın, iki şey arasını ayıramadığın zaman, hangisinin nefse daha ağır geldiğine dikkat et ve onu yap. Çünkü nefse ağır gelen, ancak doğru, hak olandır.”

“Nefsin hevâsına, isteklerine uymanın alâmetlerinden biri de, nafile cinsinden olan iyilikleri çok yapıp, emirleri yapmakta gevşek davranmaktır.”

“Şehveti kalbden, kökünden söküp koparan Allah korkusu, yahut kalbden taşacak kadar O’na olan sevgidir.” “Senin ibâdetinin O’na faydası olmadığı gibi, isyanının da O’na hiçbir zararı yoktur, ibâdetleri, iyilikleri emr, günah ve kötülükleri yasak etmesi, hep senin içindir.”

“Faydalı ilmin şuaları (ışınları) göğüste (gönülde) yayılır ve kalbde kanâat ortaya çıkar.”

“İlimde esas, Allah korkusudur. İlmin yanında korku olursa, bu ilmin sana faydası olur. Yoksa o ilim, senin için noksanlık ve vebal olur.”

“Boynu büken, ihtiyâç duyuran kusur, büyüklük ve kibir veren ibâdetten iyidir.”

“Allahü teâlâ, diline isteme verince, sana ihsân edeceğini bil.”

“Namaz, kalbi günah kirlerinden temizler. Gayb perdelerini açar.”

“Namaz, münâcaat yeri, temizlik ma’denidir. Namazda ba’zı sırlar keşf olunur, kalbe nûr güneşleri doğar.”

“Allahü teâlânın lütf ve ihsânından, anlatılamayacak kadar bol zaman vermesi ve senin bunu değerlendirmemen, ömrünü helak ettiğini gösterir.”

“Allahü teâlâ üç ihsânla sana ikram eyledi. Seni, zikredici eyledi. O’nun bu ihsânı olmasaydı, sen, dilinle onu zikr edemez, kalbin hatırlayamazdı. Seni kendine nisbet etti. (Ya’nî sana Abdullah= Allahü teâlânın kulu dendi) Katında zikr olundun ve ni’metini sana tamâm eyledi.”

“Bu vücûd binasının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan âhıreti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez.”

“Karşılıkları âhırette verilen ibâdetlerin, tâatlerin, meyvelerini dünyâda tatmak, büyük müjdelerdendir.”

“Mahbûbundan, sevdiğinden karşılık bekliyen ve ondan maksadını, dileğini isteyen sâdık bir seven değildir. Çünkü muhib (seven), elinde olanı sevgilisi için verendir, sevdiğinde olanı almak isteyen değil.”

“Yâ Rabbî! Sen ihsânını kesmezken, senden başkasından nasıl birşey beklenir? Lütuflarının adedi değişmezken, senden başkasından nasıl birşey istenir?”

“Ey evliyâsına heybet elbisesini giydiren! Onlar, izzetinle azîz olmuşlardır. Sen, zikredicilerden önce zikr edicisin! Sen, kulların sana yönelmesinden evvel ihsân edicisin. İstiyenlerin istemesinden önce veren cömerdsin. Vehhâbsın, çok hibe edicisin. Sonra, bize hibe ettiklerinle sana geliyoruz.”

“Yâ Rabbî! Sana ibâdet ve tâat ettiğim zaman, senden korkum gitmediği gibi, isyan etsem de ümidim senden kesilmiyor.”

“Yâ Rabbî! Sen emelim olunca, emelime nasıl kavuşmam! Sana güvenince, nasıl kaybederim!”

“Yâ Rabbî! Muhakkak ki, kaza ve kaderin bana gâlibdir. Beni, şehvet zinciri ile kuvvetlenmiş nefsin arzuları esîr ettiler. Sen bana yardım et de kurtulayım. Bana yardım et! Kimseye muhtaç etme beni! ihsânınla, kendi isteklerimi bile arzu etmeyeyim. Evliyânın kalblerini nûr güneşleri ile aydınlatan sensin. Seni bununla bilirler, tanırlar. Birliğini bununla söylerler. Senden başkasını sevmesinler, başkasına sağınmasınlar diye, sevdiklerinin kalblerinden düşmanların sevgisini çıkaran sensin! Herkes onlara yabancı, fakat sevdikleri sensin. Cihan karşılarına dikilse de, onlara hidâyet veren, yol gösteren sensin. Seni kaybeden ne bulur? Seni bulan ne kaybeder? Senden başkasına râzı olan zarardadır. Sana baş kaldıran hüsrandadır.”

Tâcüddîn-i İskenderî, Hikem-ül-atâiyye isimli eserinde buyuruyor ki:

“Nefse tâbi olmanın alâmeti, nafile olan hayır işlere rağbet gösterip, farzları yapmakta tenbellik yapmaktır.”

“İbâdet ve tâatları zamanında hemen yap ki, sonra yaparım diye geciktirmek onları yapmana mâni olmasın.”

“Ni’metlerin çokluğu, seni, onların şükrünü yapmaktan alıkoymasın.”

“Sözü ve hareketleri ile sana Allahü teâlâyı ve âhıreti hatırlatmıyan kimse ile arkadaş olma.”

“Bütün tâat, uyanıklık ve iffetin başı; kişinin nefsinden râzı olmamasıdır.”

“Nefsinden râzı olmıyan câhil bir kimse ile arkadaş olmak, nefsinden râzı ve memnun olan bir âlim ile arkadaşlık etmekten daha hayırlıdır. Çünkü nefs, dâima insanın kötülüğünü ister. Ondan nasıl râzı olunabilir.”

“Namaz kalbleri temizler, gözlerdeki gaflet perdelerini açar.”

“Bir kimse bir günah işlediği zaman, bu günâhı, onun Allahü teâlâdan ümidini kesmesine sebep olmamalıdır. Belki bu, onun son günâhı olur. Buna tövbe eder de, Allahü teâlânın rızâsına uygun işler yapmaya başlar”

“Fâideli ilim; aydınlığı, gönülde ve kalbde yayılanı, kalbdeki perdeyi kaldıranıdır.”

“Amellerin en hayırlısı, onunla birlikte Allah korkusu meydana gelendir.”

“Madem ki, şeytan seni aldatmak için hiç gaflete düşmüyor, bu husûsta dâima uyanık duruyor, öyleyse sen de ondan gâfil olma ve yapacağı kötülüklere karşı, sen de ona karşı uyanık ol!”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 121

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-1, sh. 273, 275

3) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 19, 20

4) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 70, 71

5) Câmiu kerâmat-il-evliyâ cild-1, sh. 317

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 23

7) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 424

8) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 20

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 246, 373, 1074

10) Hikem-ül-atâiyye, Süleymâniye Kütüphânesi. Reşîd Efendi kısmı. No: 1013


TÂCÜDDÎN-İ İSKENDERÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ