Osmanlı âlim ve devlet adamlarından. İsmi, Ca’fer Çelebi’dir. Tâcî-zâde diye şöhret bulmuştur. Babası Tâcî Bey, Sultan İkinci Bâyezîd’in şehzâdeliği sırasında Amasya’da vâli iken hocası idi. İkinci Bâyezîd Hân Pâdişâh olunca, defterdar oldu. Ca’fer Çelebi’nin doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 921 (m. 1515) senesinde, bir iftiraya kurban olarak idâm edilmek sûretiyle İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da yaptırdığı mescidin bahçesine defnedildi. Amasya’da doğan Ca’fer Çelebi, babasının yanında yetişti. Zamanının âlimlerinden; Molla Hacı Hasen-zâde, Molla Kestelli, Hatîb-zâde ve Hocazâde gibi zâtlardan ilim tahsîl edip, istifâde etti. Şeyh Hamdullah Agâh’tan güzel yazı yazmayı öğrendi. Yüksek ilmî derecelere ulaşıp, meşhûr oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın dikkatini çekti. İstanbul’da Mahmûd Paşa Medresesi müderrisliğine ta’yin olundu. Orada ilim öğretip, birçok âlim ve faziletli zâtın yetişmesine sebep oldu. Daha sonra Pâdişâh onu nişancı olarak ta’yin ve taltif etti. Nakledildiğine göre, Pâdişâh, ilim, irfan sahibi ve inşâsı (yazı ve ifâdesi) düzgün olan bir kimsenin nişancılık makamına getirilmesini devlet erkânına emr etti. Onlar da ittifâkla Ca’fer Çelebi’yi seçtiler. Bundan sonra Ca’fer Çelebi, ilim, irfan ve keskin zekâsıyla, Sultan İkinci Bâyezîd’in teveccühünü kazanıp, iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Birçok mal ve servet sahibi oldu. Bu sırada kendisine paşalık ünvanı da verildi. Teşrîfatta sağ tarafta ve defterdardan önce oturmasına, seferde vezirler gibi otağ kurmasına müsâade edildi. Ca’fer Çelebi, İkinci Bâyezîd’in saltanatının sonlarına kadar bu vazîfede kaldı. Ancak İkinci Bâyezîd Hân’ın son zamanlarında, Yavuz Sultan Selîm ve Şehzâde Ahmed’den hangisinin pâdişâh olacağı konusunda, ba’zı devlet erkânı ile birlikte Şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasına taraftar idi. Bu sırada “Yavuz Sultan Selîm’i isteriz” diyen Yeniçeriler, isyan ettiler. Bir gece, diğer devlet erkânı arasında Tâcî-zâde’nin de evine hücum ederek mallarını yağma ettiler. Ertesi gün, bir kısım devlet erkânı ile birlikte, Tâcî-zâde’nin de vazîfeden alınmasını istediler. Bunun üzerine, 918 (m. 1512) senesinde yüz akçe yevmiye ile emekliye sevk edildi. Ca’fer Çelebi bu parayı kabûl etmek istemedi. Yeni pâdişâh Yavuz Sultan Selim Hân’ın âlimlere karşı saygı ve muhabbeti çoktu. Yüz akçe yevmiye üzerine, İstanbul civarındaki ba’zı kasabaların kadılığını da ekleyerek, Tâcî-zâde’nin gönlünü almaya çalıştı. Daha sonra tekrar nişancılık makamını verdi. Pâdişâh, onu seferde ve hazerde yanından ayırmaz, onun parlak fikirlerinden ve keskin zekâsından istifâde ederdi. Zaferle sona eren İran seferinde de Ca’fer Çelebi’yi yanından ayırmamıştı. Şah İsmâil’e gönderilen Farsça mektûplar ve zafer sonrasında İslâm memleketlerine gönderilen fetihnameler de onun kaleminden çıkmıştı. Çaldıran zaferinden sonra, Şah İsmâil’in zevcesi Taçlı Hanım da esîrler arasında idi. Şah İsmâil, Taçlı Hanım bir kumandanının hanımı iken, sapıklık ve zulüm ile elinden almış, sonra da hanımları arasına dâhil etmişti. Sapık ve bid’at ehli de olsa, bir müslümanın nikâhındaki kadının, boşanma olmadan başka bir kimse ile evlenmesi mümkün değildi. Şah İsmâil’in bu hanımla evliliğinin, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) yolu olan Ehl-i sünnete uygun olmadığına dâir âlimler fetvâ verdiler. Pâdişâh da, Taçlı Hanım’ın Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi ile evlenmesine müsâade etti. Ca’fer Çelebi, Çaldıran seferi dönüşünde Anadolu kadıaskeri olarak ta’yin olundu. Kışı pâdişâh ve orduyla birlikte Amasya’da geçirdi. Amasya’da, Yeniçerilerin başkaldırması olayında tahriki olduğu şeklindeki ithamdân dolayı, daha sonra İstanbul’da idâm edildi.
İdam edilmeden önce Ca’fer Çelebi’yi huzûruna kabûl eden Yavuz Sultan Selim Hân; “İslâm askerini isyana teşvik edenin cezası nedir?” diye bizzat kendisine sordu. Birçok ilimde olduğu gibi, fıkıh bilgilerinde de âlim olan Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi; “Sabit olursa öldürülmelidir” cevâbını verdi. Zâten dinlediği şahitler ve yaptırdığı araştırmalar sonucunda, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin kendisine karşı Yeniçeri’yi isyana teşvik ettiğine inanmış olan Pâdişâh, Ca’fer Çelebi’nin idamı için fetvâyı bizzat kendisinden aldı. Aldığı fetvâya göre de hareket etti. Ama ne yazık ki, kendilerini kurtarmak için Ca’fer Çelebi’ye iftira eden ba’zı kimselerin yalanları, onun idamına sebep oldu.
Nakledilir ki: Ca’fer Çelebi, idâm edileceğini öğrenip hayattan ümidini kesince, ba’zı hikâyeler anlatıp şiirler söyledikten sonra, Pâdişâh’a dedi ki: “Hârûn Reşîd, Ca’fer Bermekî’yi idâm ettirdiğine pişman olmuş, idâm edenlerin ve sebep olanların günahkâr olduğunu beyân etmişti. Pâdişâhım, bana kıyma ki, benim yerime birisini bulamazsın. Sonra sen de pişman olursun” dedi. Pâdişâh; “Gerçek dersin bilirim, lâkin karar verdim. Verdiğim karardan dönemem” dedi ve idâm edildi.
Yavuz Sultan Selim Hân, konuyu yeniden soruşturup hakîkati öğrenince, idâm ettirdiğine çok pişman oldu. Ca’fer Çelebi’ye iftira edip idamına sebep olanları cezalandırdı. Ca’fer Çelebi’nin idamından birkaç gün sonra, Çemberlitaş civarında bir yangın çıkmıştı. Yangın yerinde rastladığı Sadr-ı a’zam Sinân Paşa’ya; “Bu yangının alevleri, günahsız olarak idâm edilen Ca’fer Çelebi’nin âhının ateşidir” diye üzüntüsünü ve pişmanlığını bildirmişti.
Yavuz Sultan Selim Hân, tahta geçtiğinde, devlet idâresinde dirayetli iki kişi bulunduğunu ve bunlardan birinin Müeyyed-zâde Abdürrahmân Efendi, diğerinin de Ca’fer Çelebi olduğunu her vesileyle ifâde ederdi.
Ca’fer Çelebi, İstanbul’da Balat taraflarında Eski Nişancı Câmiî ve bir medrese, Bursa’da bir mescid, Simâv’da bir mescid ve hamam, Bergama’da bir kervansaray yaptırmıştır.
Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi; âlim, faziletli, güzel ahlâk ve ma’rifet sahibi bir zât idi. Keskin zekâsı ve derin ilmiyle. Yavuz Sultan Selim Hân’a yardımcı olur idi. Yazısı çok güzel, inşâsı (ifâdesi) çok yüksek idi. Usta bir şâir de olan Ca’fer Çelebi’nin, ilmî ve edebî üstünlüğü herkesçe bilinir ve kabûl edilirdi. Türkçe, Farsça ve Arabca dillerine hâkim idi. Farsça yazılarının, Türkçe yazılarından daha iyi olduğu nakl edilirdi. Zamanının edîb ve şâirleri arasında müstesna bir yeri var idi.
Ömrünü, ilim ve Allahü teâlânın rızâsı için ihlâsla, din ve devlete hizmet ile geçiren Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, pek kıymetli eserler yazdı. Bu kıymetli eserlerden başlıcaları şunlardır: 1-Hevesnâme: Ca’fer Çelebi’nin mesnevî tarzında yazdığı en meşhûr eseridir. Tertîbi ve konusu orijinaldir. Hevesnâme, en mühim bölümleriyle İstanbul’u, İstanbul’un medenî ve tabiî güzelliklerini tasvîr eder. Tevhîd, münâcaat ve na’ttan sonra, İkinci Bâyezîd Hân’a kaside ve İstanbul tasvîrleriyle devam eder. İstanbul’un mühim yerlerini, Galata’yı, Ayasofya ve Fâtih câmilerini, saray ve kasrları, hamam, imâret, medrese ve dârüşşifâ gibi târihî eserleri anlatır. Eyyûb Sultan ve Fâtih’in kabirlerini, İstanbul’un ma’nevî değerini ve bu arada Ebu Eyyûb el-Ensârî’nin ( radıyallahü anh ) kabrinin, Akşemseddîn tarafından nasıl keşf edildiğini anlatır. Fâtih Sultan Mehmed’in otuzbir yıllık saltanatını, kabrinin nurlu güzelliğini tasvir eden bölümler vardır. Yer yer gazeller ve tercî-i bendlerle de süslenen Hevesnâme, ifâdesinin tabiîliği, güzelliği ve verdiği bilgiler bakımından, mühim ve kıymetli bir eserdir. 2-Dîvân: 3382 beyitten meydana gelmiştir. 3-Münşeât: Zamanının ba’zı mühim vak’alarını anlatan ve çok beğenilen bir eserdir. 4-Mahrûse-i İstanbul Fetihnamesi, 5-Enîs-ül-ârifîn tercümesi: Farsçadan tercüme edilmiştir. 6-Kûsnâme: Mizahî bir eserdir. 7-Kitâb-ı Ahlâk.
Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, “Mahrûse-i İstanbul Fetihnamesi” adlı eserin mukaddimesinde, İstanbul’un fethine karar vermeden önce Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın söylediği sözleri şöyle nakletmektedir:
“Fâtih Sultan Mehmed Hân, birgün devletin ileri gelenlerini ve saltanat yetkililerini saraya da’vet etti. Herkes derece ve rütbesine göre yerine yerleştikten sonra, âdet olduğu üzere ve Osmanlı geleneğine göre ziyâfet hazırlanıp, türlü türlü yemekler yendi. Vezirler ve diğer yetkililer günlük işlerle ilgili mes’eleleri arz etmek üzere Pâdişâh’ın huzûruna girmişlerdi. Görüşülmesi gereken mes’eleler görüşüldükten sonra, dîvân odasına gitmek üzere kalkacakları zaman, Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara tatlı diliyle hitâb edip şöyle dedi: “Allahü teâlânın lütuf ve ihsân hazînelerinin kapısı fetihlerle açılır. Uzun müddetten beri bir husûs benim kalbimi rahatsız eder oldu. Onu sizinle istişâre etmek isterim. Çünkü kendi görüşüyle hareket eden mes’ûd olmaz, istişâre eden bedbaht olmaz. Bir insan, ne kadar fikir, firâset ve zekâ sahibi olursa olsun, ehli ile müşavere etmekten uzak durması, hiçbir zaman doğru değildir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bütün mahlûkatın en üstünü iken, her işinde Allahü teâlânın; “İş husûsunda istişâre et. Müşavereden sonra da birşeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 159. âyet-i kerîmesi hükmünce istişâre etmekten kaçınmamıştır.” Bu sözleri duyan vezirler; “Evet efendim, Pâdişâh-ı âlem penâhın emirleri karşısında söz söylemeye haddimiz yoktur. Güneş yanında zerrenin, deniz yanında damlanın ne kıymeti vardır. Zâtınızın işâretleri olduktan sonra, “Emredilen ma’zûrdur” sözü gereğince, emriniz başımız üzeredir. Ne emr ederseniz hazırız” dediler. Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân şöyle dedi: “Cömert babalarım ve mübârek dedelerim kesin olarak anlamışlardır ki; dünyânın devleti ve ni’metleri sonsuz değildir. Bu fâni cihan kimseye bakî ve ebedî kalmaz, insanın nefesleri sayılıdır ve sonsuzluk kapısı kapalıdır. Yaratılıştan maksad; kişinin Allahü teâlâyı bir bilip, mümkün olduğu kadar, can tende iken Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa çalışmaktır. Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Sa’îd el-Hudrî ( radıyallahü anh ) rivâyet eder ki: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bir kimse gelerek; “İnsanların en faziletlisi kimdir?” diye sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İnsanların en faziletlisi, nefsi ve malı ile, Allahü teâlânın rızâsı için gazâ (cihâd) edendir” buyurdu. Babam ve dedelerim de, bu fâni âlemde gazâ ve cihâdı bilip, ömürlerinin sonuna kadar ehl-i küfür ve ehl-i dalâlet ile mücâdele edip, harbetmedikleri bir dakika geçirmediler. Saltanatları zamanında, büyük bir gazânın yapılmadığı bir sene geçmedi. Yine bir büyük hâdisenin olmadığı bir ay geçmedi. Şu anda, ben dahî Allahü teâlânın; “O peygamberler, Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü. De ki: “Sizi bu tevhîde (Kur’ân’a) çağırmama sizden bir ücret istemem. O Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür” meâlindeki En’am sûresi 90. âyet-i kerîmesi emrine uyup, i’lây-ı Kelimetullah ve İhyây-ı Sünnet-i Resûlullah için var gücümü sarf etmek istiyorum ki dünyâda hayırla anılıp, âhırette büyük ecre kavuşayım. O İstanbul ki, irem bağları ondan bir parçadır. Dillerde konuşulan ve târih kitaplarında yazılan yeryüzünün incisidir. Bu memlekette, benim padişahlığımda, orada azgınların, küfür ehlinin bulunması uygun değildir. Hülâsa, niyetim ve gayretim, o şehrin feth edilmesidir. Buna karar verdim. Bu yıl baharda, sabah rüzgârıyla birlikte feth oluna. Bunun için gerekli hazırlıklar yapıla.” Usta bir şâir olan Tâcîzâde Ca’fer Çelebi’nin şiirlerinden ba’zı beyitler:
Tutuşdum aşk ile bir nâtûrânum,
Eğer can kurtarırsam pehlivânum.
Bahâr-ı naz pervendümden ayrı,
Sararmış bir kuru berk-i hazanım.
(Aşk ateşiyle yanan güçsüz biriyim. Eğer bu ateşten kendimi kurtarabilirsem pehlivan sayılırım. Zamanın naz besleyen baharından ayrı olarak sararmış bir sonbahar yaprağıyım.)
İdâm edileceği haberini duyunca da, şu veciz beyti söylemişti:
Ben şehîd-i tığ-ı aşk oldukta râh-ı yârda,
Yumadan defneyleyin tenden gubârı gitmesin.
(Ben yâr yolunda aşk okuyla şehîd olunca, yıkamadan defnedin ki; o mukaddes yolculuktan kalan tozlar üzerimden gitmesin.)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 1819
2) Mir’ât-ı Kâinat cild-3, sh. 99
3) Münşeât-üs-selâtîn cild-1, sh. 351
4) Sicilli Osmânî cild-2, sh. 69
5) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-1, sh. 246
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 335
7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 452
8) Lâtifî Tezkiresi sh. 117
9) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh. 169-170
10) Amasya Târîhi cild-3, sh. 225
11) Hadîkat-ül-cevârni’ cild-1, sh. 29
12) Tâc-üt-tevârih
TÂCÎ-ZÂDE CA’FER ÇELEBİ