Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin ondördüncüsüdür. Hazreti Hüseyn’in soyundan olup, seyyiddir. Evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için “Külâl” ismiyle meşhûr olmuştur. Buhârâ’nın Sûhârî kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 772 (m. 1370) senesinde Sûhârî’de vefât etti. Kabri oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil olup, her ânını İslâmiyete uygun olarak geçirirdi. Pekçok kimse onun sohbetinde ve derslerinde kemâle ulaşmıştır. Onun üstün hâllerini gösteren çok menkıbesi vardır.
Annesi şöyle anlatmıştır: “Emîr Külâl’e hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı mi’demden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl üç defa başıma gelince, çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyâtlı davrandım.”
Babası Seyyid Hamza, Medine’den gelip, Buhârâ’nın Efşene köyüne yerleşmişti Sâlih bir zât idi. Bir defasında, zamanın en meşhûr evliyâsı Seyyid Atâ, yanında zamânın meşhûr zâtlarıyla büyük bir cemâat hâlinde, Emîr Külâl hazretlerinin babası Seyyid Hamza’nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Atâ’nın her ne zaman oraya yolu düşse, önce doğruca Seyyid Hamza’nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza’nın yanına gelmişti. Bu gelişinde ona bir müjde verip, şöyle demiştir: “Ey Kardeşim! Allahü teâlâ sana öyle bir evlât verecek ki, şânı pek yüce olacak. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuğun doğduğu zaman. İsmini Emîr Külâl koy.” Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza’nın bir oğlu oldu. Seyyid Atâ’nın işâreti üzerine. İsmini “Emîr Külâl” koydu. Seyyid Atâ yine Efşene köyüne gelmişti. Bu sırada Seyyid Emîr Külâl dört-beş yaşlarına girmişti. Seyyid Atâ, Efşene köyüne geldiği sırada, çocuklardan bir kısmı sokakta oynuyor, Emîr Külâl de oyuna karışmadan kenarda duruyordu. Seyyid Atâ’yı görünce, koşup yanına geldi. O da elinden tutup, beraberce eve gittiler. Evlerine varınca, Seyyid Atâ onu yanına oturtup, kendi sarığını ikiye bölüp, bir kısmını kendi başına, bir kısmını da Seyyid Emîr Külâl’in başına sardı. Ona teveccüh ve himmette bulunup, çok duâ etti. Duâsı ve himmeti bereketiyle, tasavvuf hâllerinden ve mertebelerinden çok ni’metlere kavuşturdu. Sonra da; “Emîr Külâl’in öyle derecelere kavuşacağını müşâhede ediyorum ki, onun derecesi, benim derecemden üstün olacak buyurdu. Böylece Emîr Külâl, henüz küçük yaşında büyük bir evliyânın teveccühüne ve duâsına kavuşmakla şereflendi ve bu saadetle büyüdü.
Emîr Külâl ilk gençlik yıllarında, onbeş yaşlarında iken güreşmeye heves etmiş ve bu işle meşgûl olmaya başlamıştı. Birgün güreş meydanına çıkıp dönerken, seyircilerden birinin kalbine şöyle gelir “Bu seyyid çocuk, güreş ile meşgûl oluyor, hâlbuki böyle bir hâlde bulunmak, kendisinin yüksek değerine ve seyyidlik şerefine uygun değildir. Kalbine bu düşüncenin gelmesiyle, oturduğu yerde uyur; rü’yâda görür ki, kıyâmet kopmuş ve kendisi göğsüne kadar bir bataklığa batmıştı. Çıkmaya gücü yoktu. Fakat, öteden Emîr Külâl hazretleri gelip, elleriyle onu pazusundan tutup, bataklıktan çıkarır. Sonra uykudan uyanınca, görür ki, güreş bitmiştir. Seyyid Emîr Külâl hazretleri, ona dönüp; “Senin rü’yânda gördüğün gün için pehlivanlık ediyorum; senin gibi çamura ve bataklığa batmış olanları kuvvet ve himmetle kurtarırım” buyurmuştur. O zât, Emîr Külâl’in ellerine kapanıp, tövbe ve istiğfar etmiştir.
Yine gençlik yıllarında birgün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamanın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri onu seyretmesine şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgûl olanları seyretmesinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır.
Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum. Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbetinden ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devam etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî’den beş fersah (30 km. kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet etmekte olduğu Semmas’a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının derslerinde ve sohbetlerinde kemâle ulaştı, insanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazîfesi yaptı.
İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlıyan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi. Nakledilir ki, bir defasında Mekke-i mükerremeden ve Medîne-i münevvereden tasavvuf ehli olan kimseler, bir cemâat hâlinde Buhârâ’ya geldiler, Buhârâ’da Sûhârî köyüne gitmek istediklerini söyleyerek, bu köyü sordular. Bunun üzerine kendilerine; “Siz nereden geliyorsunuz ve bu köyü niçin Soruyorsunuz?” dediler. Onlar da Mekke ve Medine’den geldiklerini, Sûhârî köyünü sormalarından maksadlarının, orada ikâmet etmekte olan Emîr Külâl hazretlerini ziyâret etmek ve onunla görüşmek olduğunu söylediler. Buhârâ’da görüştükleri kimseler, onlara; “Mâlesef, Emîr Külâl hazretleri vefât etti” dediler. Gelenler dediler ki: “Madem mübârek yüzünü görmek nasîb olmadı, bari oğullarıyla görüşelim.” Bu maksadla Sûhârî köyüne gittiler. Emîr Külâl hazretlerinin oğulları, onlarla görüşüp sohbet ettiler. Onlara; “Babamız Mekke ve Medine’ye hiç gitmemişti. Siz onu nereden tanıyorsunuz?” dediler. Gelenler, “Biz de buralara hiç gelmedik. Fakat biz Emîr Külâl hazretlerini Kâ’be’de gördük. İki-üç seneden beri hac mevsiminde bizimle beraber Kâ’be’yi tavaf ederdi. Mekke ve Medine’de pekçok kimse ona bî’at edip talebe olmuştu. Fakat bu sene Kâ’be’ye gelmedi. Merak edip, ona olan muhabbetimiz ve hasretimiz sebebiyle görmeye gelmiştik, fakat nasîb olmadı” dediler. Böylece, Emîr Külâl hazretlerinin, kerâmetle, her sene hac mevsiminde, bulunduğu beldenin halkı farkına varmadan Ka’be’ye gittiği anlaşıldı. Gelen ziyâretciler, daha sonra Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret edip, duâ ettiler. Sonra da oğullarından müsâade alarak Sûhâri köyünden ayrıldılar.
Nakledilir ki, birgün Emîr Külâl hazretleri sohbet ederken, kendisini bir hâl kapladı. Bu sırada hac yapmakta olanların hâllerini, nerede ve ne yapmakta olduklarını gördüğünü söyleyerek, anlatmaya başladı. Meclisinde bulunanlardan biri; “Kâ’be’yi nasıl görüp de anlatıyor? Kâ’be buraya çok uzakdır” diye düşündü. Biraz sonra Emîr Külâl hazretleri, böyle düşünen kimsenin yanına yaklaşıp, elinden tuttu ve; “Gözlerini yum, başını kaldır, bak ne göreceksin” buyurdu. O da söylediği gibi yaptı. Birden gözüne Kâ’be ve tavaf edenler göründü. Emîr Külâl hazretlerini de tavaf edenler arasında gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalıp, Emîr Külâl hazretlerinin ellerine kapandı, yanlış düşüncelerinden af diledi. Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri buyurdu ki: “Ey câhil kişi, bir kimse, kendisinde birşey olmazsa, başkasında da yok zanneder. Gönül aynası açılmadıkça da, hiçbir şeyi göremez, idrâk edemez.” O kimse tövbe edip, sâlih ve makbûl kimselerden oldu.
Seyyid Emîr Külâl bir defasında, talebeleriyle birlikte evliyânın meşhûrlarından Hayran Atâ’nın kabrini ziyârete gitmek için yola çıkmıştı. Yolun bir kısmını yürümüşlerdi ki, yolun ilerisinden bir heybetli arslan ortaya çıkıp, yolda durdu. Arslanı gören talebeler endişelenip, huzûrsuz olmaya başladılar. Emîr Külâl hazretleri hiç aldırmadı. Arslanın yanına yaklaşınca, yelesinden tutup yoldan çekip çıkardı ve kenara bıraktı. Talebeleri geçtiler. Baktılar ki, arslan, Emîr Külâl hazretlerine yaklaşıp, başını yere koyarak, saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Sonra oradan uzaklaştılar. Bu hâli gören talebeleri; “Efendim, bu nasıl bir işdir” diye suâl ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey dostlarım, şunu biliniz ve dikkat ediniz ki, her kim gerçekten Allahü teâlâdan korkarsa, herşey ondan korkar, zarar vermez. Allahtan korkmayan kimse, herşeyden korkar. Bir kimse, dâima Allahü teâlâdan korkar bir hâlde olursa, Allahü teâlâ ona korkutucu birşeyi musallat etmez. Hattâ o kul, Allahtan korkduğu için herşey ondan korkup, çekinir.”
Emîr Külâl, hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin yanında, Semmâs’da bulunduğu sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı, iş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hakime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye danışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arzettiler. “Kırılan dişi verin” buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl’e kırık dişi verip; “Ey evlâdım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin” buyurdu. Emîr Külâl, kırık dişi alıp, evliyânın rûhâniyetini vesile kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek, kırık dişi yerine koydu. Hemen o anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.
Nakledilir ki, bir köyde zamanın sâlih zâtlarından biri vefât edeceği sırada, cenâze namazını Emîr Külâl hazretlerinin kıldırmasını vasıyyet etmişti. Fakat Emîr Külâl, uzak bir yerde bulunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velileri toplandı. Emîr Külâl’in çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfî; “Haberci göndermenize lüzum yok, bu durum ona Allahü teâlânın izni ile ma’lûm olur ve buraya gelir” dedi. Bu arada iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emîr Külâl hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce, hemen karşılamaya koştular ve bu kerâmeti karşısında onu daha çok sevip, bağlandılar. Bundan sonra Emîr Külâl, vefât eden zâtın cenâze namazını kıldırdı ve toplananlarla birlikte kabre götürüp, defnettiler. Cenâze defn edildikten sonra, cemâat câmide toplandı. Cemâat çok kalabalık idi. Orada bulunan âlimler, bu iş için kendisine bir işâret ulaşıp, ulaşmadığını ve nasıl ma’lûm olduğunu sordular. Bunun üzerine Emîr Külâl hazretleri buyurdu ki “Ey kardeşlerim, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kalb, kalbe karşıdır.” yine Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki; “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” “Her kabdan içindeki sızar.” Emîr Külâl bunları söyledikten sonra, halk onun ma’rifet sahibi büyük bir evliyâ olduğunu anlayıp, kendi kendilerine; “Biz bu zâtın büyüklüğünü bilmiyormuşuz” dediler. Aralarında bulunan âlimler, cemâate şöyle dediler; Hadîs-i kudsîde buyuruldu ki: “Evliyâm, kubbelerim altında gizlenmiştir. Onları başkaları bilemezler.” (Bu hadîs-i şerîfi İslâm âlimleri şöyle açıklamışlardır: Allahü teâlâ, evliyâ kullarını insanlık sıfatları ile gizlemiştir. Onlar, diğer insanlar gibi gözükürler. Herkes onları kendileri gibi zanneder, tanıyamaz.) Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri, cemâatte bulunan o âlimlere; “Bu naklettiğiniz şeyleri Resûlullah ( aleyhisselâm ) böyle buyurmuştur” dedi. Okunan hadîs-i şerîfleri tekrar okudu. Orada bulunanların hepsi işitti. Bu sırada cemaat içinde bulunan âlimlerden Mevlânâ Tâceddîn, Emîr Külâl hazretlerine, kendisini talebeliğe ve hizmetkârlığa kabûl etmesini söyledi “O bizim vazîfemiz değildir” buyurarak; “Bari seni ma’nevî evlâtlığa kabûl edeyim” deyip, onu ma’nevî evlâtlığa kabûl etti. Öyle bir teveccühde bulundu ki, Mevlânâ Tâceddîn, hemen o ânda ma’rifet ilmine kavuşup, maksadına ulaştı.
Nakledilir ki, Kebş şehrinde Mevlânâ Celâleddîn Kebşî, bir cemaatla oturmuş sohbet ediyorlardı. Tasavvuf ehlinden ve evliyânın kerâmetinden söz açılmıştı. Mevlânâ Celâleddîn; “Şimdi bizim zamanımızda böyle kerâmet ehli, dîn-i İslâmın emirlerine tam uyup, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yolunda olan büyük bir evliyâ yok gibidir” dedi. Emîr Külâl hazretlerinin talebelerinden biri, bu cemâat arasında idi. Bu zât, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî’ye; “Bu zamanda sayılan sıfatlara ve üstünlüklere sâhib bir zât vardır. Tasavvufda o kadar yükselmiştir ki, bir göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda içinde, doğudan batıya dünyâyı dolaşacak bir hâl sahibidir” dedi. Mevlânâ Celâleddîn Kebşî; “Ah şimdi böyle zât nerede bulunur?” deyince, o talebe; “Evet şimdi böyle bir zât vardır. O da benim hocam Seyyid Emîr Külâl’dir” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebşî; “Bizi sohbetine kavuştur da, onun ayaklarının tozunu gözlerimize sürme yapalım” dedi. Sizin oraya kadar gitmenize lüzum yok, eğer buraya teşrîf etmesi için tam bir teveccüh yaparsanız, bir anda burada olur” dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî teveccüh edip, Allahü teâlâya hâlis kalble duâ etti ki, içeride bulunan cemâat birdenbire ayağa kalktı. Çünkü Emîr Külâl hazretleri çok uzakta olmasına rağmen, o meclise giriverdi. Bu hâle çok şaştılar Sonra da oturup sohbete başladılar. Mevlânâ Celâleddîn, Emîr Külâl’e; “Efendim, sizi bu hâle kavuşturan şey nedir? Buraya bir ânda teşrîfiniz nasıl oldu?” diye sordu. Bunun üzerine Emîr Külâl, sohbete başlayıp buyurdu ki: “Bizi sizin samîmi arzunuz bu diyara getirdi. Bir kimse Allahü teâlâya ihlâs ile yalvarır, tam samimiyetle birşey isterse, duâ ederse, Allahü teâlâ onu maksadına kavuşturur. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn Kebşî; “Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla şereflenmek istiyorum” dedi. Emîr Külâl hazretleri ona; “Biz seni evlâtlığa kabûl ettik” buyurdu. Sonra ona teveccüh nazarlarıyla bakıp, bir ânda yüksek derecelere kavuşturdu. Orada bulunanlar bu hâli görüp; “Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uğraşıp ömür tükettin, fakat şimdi maksadına kavuştun” dediler. Onların böyle söylemeleri üzerine, Emîr Külâl buyurdu ki: “Siz kendi işinizi onun işiyle bir mi tutuyorsunuz? O, işini tamamlamış, yolları katetmiş ve vakti gelmiş. Sâdece bizim bir işâretimize, teveccühümüze ihtiyâcı kalmıştı.
Abdullah Ensârî’nin oğlu Kutb-i Hirevî Câbir bin Abdullah buyurdu ki: “Rahmet bir anda gelir, fakat kalb, hazır ve uyanık olmaz.” Bir kimse kendini riyâzet sahrasında yorar (nefsine uymaz), ömrünü din ilmini öğrenmekle ve Muhammed aleyhisselâmın dinine uymakla geçirirse ve daha gençliğinde, ihtiyârlıkta yapılacak güzel işleri yaparsa, ihtiyârlığında bu güzel amellerinin faydasından mahrûm kalmaz.
Allah, mülkü dilediğine verir. İlim ehlinden, dilleri âlim olan çoktur. Fakat kalbleri âlim değildir. Böyle olanlar, Allah adamı olan büyüklerin teveccüh nazarlarına müstehak değildirler. Kutb-ül-ârifîn Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyurmuştur ki: Beyt:
“Perde ardından güzel görünen çirkinlere âh!
Dışardan güneş gibi olmalı, içerden de mâh.”
Âlim o kimselere denir ki, onlar Allahü teâlâyı, O’nun sıfatlarının sırları ile, kendine ihsân edildiği kadar bilendir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); mert olan kimsenin, olduğu gibi gözüken kimse olduğunu bildirmiştir. Meşhûrdur ki: Bâyezîd-i Bistâmi “kuddise sirruh”, kadınlara benzemeye özenen bir adamın süslenmekte olduğunu görünce, ondan yüzünü çevirdi. O adam, Bâyezîd-i Bistâmi’nin kendisinden yüz çevirdiğini görünce, dedi ki:
“Ey büyük zât ve Hak yolunun seçilmişi, ben göründüğüm gibiyim, siz de göründüğünüz gibisiniz.” Büyüklerden birine, ârif kimdir? diye soruldu. Âlimler o kimselerdir ki, ilimleri amellerinden çoktur. Ârifler ise, o kimselerdir ki, amelleri çoktur, ilimlerini aşmıştır. Bütün ilimlerden maksad, Allahü teâlâyı tanımaktır. Bu da ilim ile, amel etmekle olur. Âlim, ilmiyle amel edip, ilmini Allahü teâlâyı tanımaya sarf eder. Allahü teâlâyı tanımanın alâmeti, zâhiren ve bâtınen Allahü teâlâdan korkmaktır. Her işin başı, Allah korkusudur. Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Allahtan ancak âlim olan kulları korkar.” (Fâtır-28) Allahtan korkan, Cennete kavuşur. Cennet, Allahü teâlâdan korkup, sâlih amel işleyenler içindir. Korkup çekinen, kurtulmuştur. Her kim ki korkup, temkinli davranırsa, her maksadına ulaşmıştır. Bütün kitapları okuyup, ezberlemiş olsan, fakat ilminle amel etmezsen, ilmin sana mahcubiyetten başka birşey kazandırmaz. Faydalı ilim odur ki, insanı Allahü teâlâya bağlayıp, herşeyi bıraktıran ve nefsin hevâ ve hevesinden uzak tutandır. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri şöyle vasıyyet etmiştir: “Câhil tarikatçılardan uzak durunuz. Onlar, din düşmanı ve müslümanların yollarını kesicidirler. Bunun için, sâlih kimselerle görüşüp, yol kesicilerden uzak durmak lâzımdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Önce arkadaş, sonra yol” buyurdu.
Nakledilir ki, Türkistan’dan Buhârâ’ya bir grup insan, Emîr Külâl’i ziyârete geldi. Buhârâ’dakiler, gelenlere; “Emîr Külâl sizin diyarınıza gitmemiştir, siz onu nereden tanıyorsunuz?” dediler. Gelenler dediler ki “Emîr Külâl, bizim memleketimizde o kadar tanınmış ve sevilmiştir ki, bunu anlatmakla bitmez. Biz, onun talebeleriyiz. O çok defa bir ânda bizim memlekete teşrîf eder, biz de sohbetinde bulunurduk. Bu hâdise çok vukû’ buldu. Biz böyle aniden teşrîf edip, bizimle sohbet eden zâta kim olduğunu sorduğumuz zaman, Emîr Külâl olduğunu söylerdi, işte biz de, böylece onun talebelerinden olduk. Buhârâ’dakiler, anlatılan bu hadîseye hayret edip, Emîr Külâl hazretlerini daha çok sevip, bağlılıkları kat kat arttı. Emîr Külâl hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ, sevdiği kullarına öyle ihsânda bulunmuştur ki, bir ânda doğudan batıya gidip gelirler. Başkalarının bundan haberi olmaz.”
Nakledilir ki, bir gece Emîr Timur, Şeyh Şemseddîn Gülâl ile birlikte, Emîr Külâl hazretlerinin ziyâretine gitmişlerdi. Giderken, yolda yanında bir koyun götürmekte olan bir adama rastladılar. O da Emîr Külâl’i ziyârete gidiyordu. Beraberce, ikâmet ettiği köye vardılar. Fakat Emîr Külâl’in evini soracak hiçbir kimse bulamadılar. Onlar araştırırken, birden karşılarına biri çıkıverdi. Onları eve götürdü. Emîr Külâl hazretlerinin evine varınca, kendilerine yol göstermek için karşılarına çıkan ve eve götüren kimsenin Emîr Külâl olduğunu öğrendiler. Onun ellerine sarılıp; “Efendim affediniz, dışarıda karşılaştığımızda sizin Emîr Külâl hazretleri olduğunuzu anlıyamamıştık” dediler. Buyurdu ki: “Bir dervişi ziyâret için yola çıkan kimse, yolunu şaşırmaz, hatâ etmez.”
Bu misâfirlerden biri koyun hediye getirmişti. Koyunu bırakınca, koyun birdenbire kaçmaya başladı. Adam da peşinden koşarken, Emîr Külâl hazretleri; “Kendini yorma, otur. O, şimdi kendisi geri gelir” dedi. Sonra gelen misâfirlerle cemâat olup namaz kıldılar. Namazdan sonra oturmuşlardı ki, kaçan koyun gelip, yanlarında bir yere durdu. Bundan sonra Emîr Külâl; “Ey Şeyh Şemseddîn! Bir kimse Allahü teâlâya yönelir, onun rızâsını ararsa, işte Allahü teâlâ, onun her işini böyle rastgetirir. O, rızâsını arayan kuluna kâfidir.” Bu hâdiseyi görüp şaşan Şeyh Şemseddîn ve Emîr Timur, Emîr Külâl hazretlerine tam bir bağlılık ile bağlanıp, kendilerine himmet etmesini istediler. Emîr Külâl de, onları ma’nevî evlâtlığa kabûl ettiğini söyleyip, teveccüh etti. Emîr Timur’un yetiştirilmesini Şeyh Şemseddîn’e havale etti. O da Emîr Timur’un yetişmesinde titizlik gösterip, onu yetiştirdi.
Bir defasında Emîr Külâl, Buhârâ’da Cum’a namazını kılıp, talebeleri ile birlikte ikâmet ettiği yere dönüyordu. Yolculukları sırasında, Gülâbâd ile Fetihâbâd arasında, yeşillik bir yerde oturan bir cemâate rastladılar. Sohbet ediyorlar ve sohbetlerinde; evliyâlıktan, kerâmetten bahsediyorlardı. Bu cemâat arasında, Timur Hân da bulunuyordu. Emîr Külâl, talebeleriyle birlikte oradan geçerken, Timur Hân onları görüp; “Bunlar kimdir?’ diye sordu, “Emîr Külâl ve talebeleridir” dediler. Timur Hân bu sözü duyar duymaz, kalkıp sür’atle yanlarına koştu. Huzûruna varıp, fevkalâde bir edeble önünde durdu. Sonra şöyle dedi: “Ey, dinin büyük âlimi! Ey doğru yolun ve yakîn yolunun kılavuzu! Burada biraz durup sohbet ediniz ve bize nasihatte bulununuz da, dervişler istifâde edip, bereketlensinler” dedi. Bunun üzerine Emîr Külâl buyurduki: “Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazîfemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, birşey söylemeyiz. Hiçbir zaman kendinden bir söz söyleme ve gâfil olma. Görüyorum ki, senin başına mühim bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın” buyurdu.
Sonra yola devam ettiler. Evine varınca, zaviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, talebelerinden Şeyh Mensûr adında bir talebesini yanına çağırdı. Talebe huzûruna gelince, ona dedi ki: “Hiç durma sür’atle Emîr Timur’a git söyle, derhâl Harezm tarafına harekete geçsin. Eğer oturuyorsa, hemen kalksın, ayakta ise harekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velilerin rûhâniyetleri, onun ve oğlunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezm’i alınca, Semerkand’a hareket etsin.” Haberi götüren Şeyh Mensûr, sür’atle Timur Hân’ın bulunduğu yere gitti. Timur Hân’ı ayakta bekler hâlde buldu. Haberi aynen iletti. Timur Hân, bu haberi alır almaz hiç durmadı, hemen ordusunu harekete geçirdi O harekete geçip, gideceği yolun yarısına vardığı sırada, düşmanları Timur Hân’ın çadırına hücum ettiler. Fakat o, çoktan yola çıkmış bulunuyordu. Timur Hân, Harezm’e yürüyüp, orayı aldı. Sonra Semerkand’a yürüdü, orayı da fethetti. Böylece hergün yeni bir zafere ulaşıp, hep muzaffer oldu ve işleri dâima iyi gitti.
Nakledilir ki, Timur Hân Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip, bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şayet izin verilmezse; kendilerinin Semerkand’a teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım” dedi. Timur Hân’ın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi Bunları bildirmek ve Timur Hân’la görüşmek üzere, oğlu Emîr Ömer’i vazîfelendirdi Oğlunu gönderirken şöyle dedi: “Ey oğlum! Emîr Timur’a söyle! Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adâletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine söyle ki, biz ve talebelerimiz, her zaman ona duâ etmekteyiz. Eğer dünyâya meylederse; bu durumların fâidesine kavuşamaz.” Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semerkand’a gidip, Timur Hân ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhârâ’ya dönmek üzere Timur Han’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timur Han ona; “Buhârâ ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin” dedi. Emîr Ömer; “Buna izin yok” dedi. Bunun üzerine Timur Hân; “Öyleyse Buhârâ şehrini Emîr Külâl hazretlerine bağışlayayım” deyince, Emîr Ömer yine; “Buna izin yok” dedi” Timur Hân; “Hiç olmazsa, Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size bağışlıyayım” diyerek, çok temennide bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: “Babamdan şu sözleri işittim: Sizin için şöyle buyurdu: “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü teâlânın rahmetine kavuşmak bununla olur.”
Birgün Emîr Külâl hazretleri, talebeleri ile birlikte Buhârâ’da bir câmiye gidiyorlardı. Yolda, bahçesinde çalışmakta olan bir kimse ve yanındaki çocuğu, onları görmüşlerdi. Çocuk, adama; “Bunlar kimdir?” diye sorunca, adam, Emîr Külâl’e ve talebelerine dil uzatıp, haklarında uygunsuz sözler söyledi. Adam bu sözleri söyleyince, Emîr Külâl buyurdu ki: “Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri buyurdu ki: “Kim evliyâya hakaret gözüyle bakarsa, iflah olmaz.” Emîr Külâl, sonra üzerinde durmayıp, câmiye gitti. Onlar gider gitmez, dil uzatan adam uyuz hastalığına tutuldu, rahatsızlandı. Tutulduğu hastalığa tahammül edemeyip, Emîr Külâl’in yanına götürülmesini istedi. Gidip yalvarmak, af dileyip hastalıktan kurtulmak istiyordu. Durum arzedilince; “Onun hastalığı ilâç kabûl etmez, çünkü o, oku yedi.” buyurdu. Bunun üzerine adam, ayrılıp gitti. Daha evine varmadan, yolda düşüp öldü.
Birgün Emîr Külâl hazretleri, talebeleriyle bir talebesinin evine gitmişti. Evine gittiği talebesi ise, ava gittiğinden evde yoktu. Bu sebeple, evine Emîr Külâl hazretlerinin teşrîf ettiğini haber vermek üzere, bir haberci gönderildi; Hiçbir av bulamamıştı. Hemen evine dönmek üzere hareket etti. Bir av bulamadığı için üzülmüştü. Dönerken, birden karşısına iki kuş çıktı. Kuşlara atıp, vurdu ve yanına alıp sevinerek evine döndü. Emîr Külâl hazretlerinin teşrîfine çok sevinip, avladığı iki kuşu pişirip ikram etti. Kuşlar pişirilip sofraya konduğu sırada, Emîr Külâl hazretleri talebesine; “Eğer bu iki kuş da karşına çıkıp avlamasaydın, hiç av getiremezdin, o zaman ne yapardın?” deyip, talebelerine şöyle buyurdu: “Ey dostlarım şunu biliniz ve rahat olunuz ki, bizim maksadımız, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır. Allahü teâlâ sizi, hem dünyâda, hem de âhırette utandırmaz, mahrûm bırakmaz, İnşâallah fadl ve keremine kavuşturur.”
Emîr Külâl hazretleri, birgün Şeyh İbrâhim adında bir zâtın bulunduğu Kıraman denilen yere gitmişti. Şeyh İbrâhim Kıramanî’ye; “Bize helâl et bul” dedi. Şeyh İbrâhim; “Bu iş oldukça zor, helâl et az bulunur” dedi. Emîr Külâl ona; “Sen silâhını al, ava çık. Kuşları kendine çağır, geldiklerinde birkaç tane avla” dedi. Bunun üzerine Şeyh İbrâhim, silâhını alıp, ava çıktı. Kuşları çağırdı. Yanına pekçok kuş toplandı. Birkaç kuş avlayıp, Emîr Külâl’e götürdü. Bu hâdiseden sonra, Şeyh İbrâhim şöyle demiştir: “Her ne zaman ava çıkıp kuşları çağırsam, Emîr Külâl hazretlerinin bereketiyle yanıma toplanırlar, ben de avlardım.”
Bir defasında Buhârâ’da bulunan âlimler hep birlikte Emîr Külâl’i ziyârete gitmeye karar verdiler. Kendi kendilerine dediler ki: “Eğer Emîr Külâl gerçekten evliyâ ise, her birimize birer kızarmış kaz, hizmetçilerimize de ördek ikram eder.” Aralarında bulunan Havend Şah, ayrıca şöyle der: “Kazı önüme koyduğu zaman, onu parçalayarak yemem için, bana bir de bıçak vermesini beklerim.” Bu düşüncelerle, ziyâret için yola çıktılar. Bu sırada Emîr Külâl’in oğlu Seyyid Hamza, babasına çok miktarda kaz ve ördek getirdi. Babası ona duâ edip; “Ey oğlum! Buhârâ’da bulunan meşhûr kimseler, bize gelmek üzeredirler. Hatırlarından geçen ve düşündükleri şeyler var. Sen, şimdi kazları ve ördekleri hemen pişir ve onları bekle” dedi. Nihâyet misâfirler, Emîr Külâl’in evine gelip oturdular. Bir müddet sonra Seyyid Hamza sofrayı kurup, gelenlerin akıllarından geçirdikleri gibi, önlerine pişmiş kaz ve ördekleri koydu. Bana bir de bıçak verilmesini isterim diye düşünen Havend Sah’a da bir bıçak verdi. Yemeğe başladılar. Havend Şah, verilen bıçak ile kazı parçalayıp yiyordu. Bir ara, verilen bıçağı kullanırken elini kestirdi Devamlı kan akıyor, bir türlü kesilmiyordu. Bu arada hemen Emîr Külâl içeriye girip, elini kestiren adama; “Sakın bir daha dervişleri imtihan etmeye kalkışma” dedi. Sonra diğerlerine dönüp; “Siz bu kazları benim hazırladığımı zannetmeyin. Bunları size, Emîr Hamza getirip, hazırladı. Siz onun mertebesine bakın. Bu yolun büyüklerinin âdeti şöyledir ki, her ne iyilik hâsıl olmuşsa, onu kendinden bilmezler” buyurdu. Bunun üzerine gelenler, böyle düşünerek gelmekle çok hatâ ettik dediler. Yaptıklarına pişman oldular. Emîr Külâl’in büyüklüğünü görerek, hayran, olup onu sevdiler.
Emîr Külâl hazretlerinin talebelerinden biri, Kermine şehrine gitmişti. Bu şehirde bulunduğu sırada, bir grup kimse ile sohbet ediyordu. Sohbette bulunanlardan her biri, kendi hocasından ve hocasının üstünlüklerinden bahsediyordu. Emîr Külâl’in talebesi de söze karışıp, benim hocam, hepinizin hocasından üstün derecededir. Çünkü o, hem seyyid hem mürşid-i kâmildir dedi. Bu sırada, orada toplanıp konuşmakta olanların üzerinden bir kuş sürüsü geçiyordu. Bazıları Emîr Külâl’in talebesine dediler ki: “Eğer dediğin gibi hocan büyük bir evliyâ ise, haydi duâ et de, onun hürmetine şu kuşlardan biri önümüze düşsün!” Onların bu isteği üzerine, Emîr Külâl’in talebesi Allahü teâlâya duâ edip, hocasının hürmetine bu işin gerçekleşmesini istedi. O talebe duâ eder etmez, kuşlardan biri cemâatin üzerine düşüverdi. Orada bulunanlar hayretten şaşıp, Emîr Külâl hazretlerinin gerçekten büyük bir evliyâ ve tasarrufu kuvvetli bir mürşid-i kâmil olduğunu anladılar.
Nakledilir ki, Emîr Külâl hazretleri bir imâret yaptırmakta idi. Bu binanın inşâsı için pekçok kimse toplanmış çalışıyordu. Birgün Emîr Külâl, aniden evine gitti. O gidince, orada çalışanlar dediler ki: “Emîr Külâl gerçekten evliyâ ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir. Bir müddet sonra Emîr Külâl geldi Yanında hiçbir şey yoktu. Yerine oturunca, binanın inşâsında çalışanlardan ba’zıları bir birine; “Eğer evliyâ olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi” diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emîr Külâl hemen ayağa kalkıp; “Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz” diyerek, elini koltuğunun altına sokup, herbirine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözlerden dolayı pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Emîr Külâl hazretleri onlara buyurdu ki: “Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden âhıreti, âhırette kurtulmayı taleb ediniz. Nefsinizin isteklerini terkediniz ki, âhırette utanıp, mahcûb olmayasınız. Eğer şükr ederseniz, Allahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyâda ne yaparsak âhırette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse hevâ ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allahü teâlâyı unutur, gaflete dalarsa, belâya ve musibete düşer. Yazıklar olsun ki, ömür bitmek üzere olduğu hâlde, insan dünyalık olan şeylere dalmış, nefsinin esîri olmuş ve âhıret yolculuğunu unutmuş, ihmâl etmiştir. Şiir:
“Ey ömrünü cahillikle rüzgâra veren!
Sen ömrünün kıymetini nasıl bilirsin?
Yarın toprak altında yalnız kalınca
Tövbe edeyim dersin, ama yapamazsın!”
Nakledilir ki, Emîr Külâl kendine âit bir yerde dergâh inşâ ettiriyordu.
Çalışanlardan biri, kendi kendisine; “Hiç kimse birşey getirmiyor” dedi. Henüz aradan az bir zaman geçmişti ki, bir adam geldi Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Emîr Külâl hazretlerinin huzûruna varıp, gece gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duânızı almak için geldim, bana yardımcı olunuz, takatim kalmadı dedi. Emîr Külâl, gelen adama; “Yanıma yaklaş bakayım, hangi dişin ağrıyor?” dedi. Adam yaklaştı. Emîr Külâl parmağını ağzına sokup, ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlâs sûresini okudu. Gelen kimsenin diş ağrısı kesilip, hiç hastalanmamış gibi oldu. Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri buyurdu ki: “Ey dostlar! İhlâslı olunuz, (her işinizi Allah rızâsı için yapınız) ki, halas bulasınız, kurtulasınız. İhlâssız yapılan amel, üzerinde pâdişâhın mührü bulunmayan para gibidir. Üzerinde pâdişâhın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlâs ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibâdeti ve işi, ihlâs ile yapınız ki, Allahü teâlâya yakın ve rızâsını kazananlardan olasınız. Ey dostlarım! İhlâs ile amel yaparsanız korkmayınız bu size âhırette i’tibâr ve şereftir. Eğer tama’ sahibi değilsen (dünyâya düşkün değilsen), sonunda varacağın yeri düşün. Merd o kimsedir ki, önce iyice düşünür, sonra amel etmeye başlar. Böylece, sonunda yaptığı işten utananlardan olmaz.”
Emîr Külâl bir defasında, Buhârâ’da Cum’a namazı kılmak için talebeleriyle Buhârâ’ya gidiyordu. Buhârâ’ya vardıklarında, Emîr Külâl dedi ki: “Ey dostlarım, Şeyh Muhammed Agâî Bazergân, şu ânda Belh şehrinde vefât etti.” Bu söze şaşanlar oldu. Çünkü kendisi Buhârâ şehrinde olduğu hâlde, Belh şehrindeki bir hâdiseyi haber veriyordu. Bu söze hayret edenlere buyurdu ki: “Biliniz ki Allahü teâlâ, Resûlü Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olan kullarına öyle dereceler ihsân eder ki, her zaman doğuda ve batıda ne vukû’ bulursa, gözlerinin önünde görüp bilirler. Belh şehrinin uzaklığı nedir ki.” Bunun üzerine talebeleri, o günün târihini yazdılar. Daha sonra gördüler ki, Emîr Külâl hazretlerinin işâret ettiği gün, o zât vefât etmişti.
Emîr Külâl hazretlerinin yaşadığı diyarda bulunan Kermîne şehrinden bir adam ava çıkmıştı. Bu, Emîr Külâl’i tanıyıp çok severdi. Ava çıkarken; “Eğer avlamak istediğim kazlardan avlayabilirsem, iki tanesini Emîr Külâl’e götürüp hediye edeceğim” diye niyet etti. Nihâyet bir miktar kaz avladı, iki tanesini Emîr Külâl’e vermek için ayırdı. Birgün evine, şehrin ileri gelenlerinden biri geldi. O iki kazı görüp, gözü onlarda kaldı. Kazlar, kuzu gibi iri ve semiz idi. Gelen kimse, ev sahibine; “Bu kazları pişir de yiyelim” dedi. Ev sahibi; “Onları, Emîr Külâl hazretlerine vermek için ayırdım” dedi. “Onları yememiz uygun olmaz, ben buna cesâret edemem” dedi. Gelen adam ısrar edip, “Ne olursa olsun bunları yiyelim, ben oğlu vasıtasıyla ondan özür dilerim” diyerek, ev sahibini ikna etti. Ev sahibi de kazları pişirtip, o şehrin meşhûrlarından olan o kimsenin önüne koydu. Tam yiyeceği sırada, yüzüne kazlardan öyle bir buhar ve sıcaklık yükseldi ki, gözlerine te’sîr edip, gözleri görmez oldu. Kazları yiyemedi ve yaptığı işe pişman oldu, tövbe etti. Hemen Emîr Külâl hazretlerine bir at hediye etmeye niyet etti. Birkaç gün sonra gözleri iyileşip, eski hâline döndü.
Nakledilir ki birgün Emîr Külâl hazretleri talebeleri ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunanlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emîr Külâl hazretleri ona bakıp; “Tamâm oldu mu?” dedi. Gelen genç de; “Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı” dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, birşey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler. “Sen kimsin? Gelince birşey söylemedin ve giderken müsâade istemedin. Emîr Külâl’e; “Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı” dedin. Bu hâlin ne ve bu, sözün ma’nâsı nedir? Bunları bize açıkla ve kendini tanıt” dediler. Bunun üzerine genç dedi ki: “Ben, Rûm vilâyetindenim ve Emîr Külâl’in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir câmi yapılıyordu ve bu câmi inşâsı ile Emîr Külâl hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Câmi tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim” dedi. Bunları dinleyince, çok şaşırıp; “Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyarına gitmedi” dediler. Gelen genç; “Ben de onun talebesiyim, hergün arkasında namaz kılarım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır” dedi. “Peki girince neden selâm vermedin ve giderken neden izin istemedin?” dediklerinde; “Bunları kalben söyledim” dedi. Ayrılırken de; “Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Emîr Külâl hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhûr ve daha çok tanınıp sevilmiştir” dedi. Bunları dinleyen talebeleri, Emîr Külâl hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
Emîr Külâl hazretlerinin talebelerinden biri, bir gece kendinde bambaşka bir hâl hissedip; “Hocamın yanına gideyim, bakalım benim hakkımda ne emreder ve ne buyurur?” diye düşündü. Sonra, Emîr Külâl’ın yanına gitti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir cemâat vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimseler idi. Kalabalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak başımı yere eğip beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam Emîr Külâl’den başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp; “Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut” buyurdu. Bundan sonra hocama; “Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimler idi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Bunlar ricâl-ül-gayb denilen evliyâ zâtlar idi. Aralarında Hâce Gülân ve Abdülhâlık Goncdüvânî de var idi. Bunlar öyle zâtlardır ki, vefâtlarından önce ve sonra, Allahü teâlânın dinine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın.”
Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebelerinden bir kısmı, Emîr Külâl hazretlerine, evliyânın kerâmetinden sordular. Buyurdu ki: “Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu husûsta evliyâdan çok nakiller vardır. Malûm ve meşhûr olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi imân nûruyla aydınlanmış olan herkes, evliyânın kerâmetine inanır ve bu husûsta hiç şüphe etmez. Buna misâl çoktur. Süleymân aleyhisselâmın veziri Asaf’ın, Saba melikesi Belkıs’ın tahtını bir ânda Sana’dan Kudüs’e getirmesi gibi. Bir başka misâl, Hazreti Ömer, bir defasında Medine-i münevverede mescidde, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) minberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihâda çıkmış olan İslâm ordusunun tehlikeli bir durumda olduğunu görüp, ordu kumandanına Yâ Sariyye dağa dağa” buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariyye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Bu, apaçık bir kerâmettir. Eğer bir kimse, bu kerâmet, mu’cizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir velî, Peygamber derecesinde olamaz. Evliyâ-i kiram buyurmuşlardır ki: “Evliyâdan meydana gelen kerâmet, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mu’cizesinden dolayıdır ve Peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tâbi olmayı gösterir. Eğer Peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyânın kerâmeti de hâsıl olmazdı. Çünkü evliyâ, Nebî’ye tâbi olmuştur.”
Bâyezid-i Bistâmî buyurdu ki: “Enbiyâ (Peygamberler), misk ve bal misâlidir. Bunlardan bir damla evliyâya geliyor ve evliyâya gelen bu damladan misk yayılıyor.”
Vasıyyeti: Emîr Külâl hazretleri, marâz-ı mevtinde (ölüm hastalığında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasıyyet etti: “Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mü’min için bütün saadetlerin ve ni’metlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Ya’nî her müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir 1- îmân ve i’tikâd bilgileri 2- Namazla ilgili bilgiler. 3- Oruçla ilgili bilgiler. 4- Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler. 5- Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler. 6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir.” buyurdu. Bu bakımdan, anne-babanın hakkını gözetmek mühimdir. 7- Sıla-i rahm, (akrabayı ziyâret). 8-Komşu hakkını gözetmek. 9- Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek. 10-Helâli ve haramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur. Şiir:
“Dünyâ tâlibleri, hep hırs ile mest oldular,
Para için, dâim kendilerini bozdular.
Hüdâya yaptıkları ahidleri bozdular,
Hepsi Mûsâ’ya (a.s) düşman, Fir’avn’a dost buldular.”
İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engeldir. Dâima Allahü teâlâyı hatırlayıp, O’nu zikrediniz ki, dîninizi dünyâya değişmemiş olasınız. Her hâlde Allahü teâlâdan korkunuz, hiçbir ibâdet Allah korkusundan daha te’sîrli değildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Ey dostlarım, dâima Allahü teâlâyı zikrediniz. Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakınız. “La ilahe illallah” Kelime-i tevhîdini söylerken “La” derken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka hiçbir ma’bûd olmadığını biliniz, “İllallah” derken. Allahü teâlânın noksan sıfatlarından münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.
Biliniz ki kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Helâl lokma yiyen insanın mi’desi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.”
Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lâzımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe, sâdece dil ile olmaz! Tövbe işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günâhı işlememektir. Allahü teâlâdan dâima korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Günahlarınıza pişman olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz ki, gerçekten size tövbekâr densin. Dünyâda iken günahlara pişman olup, kulluk vazîfesini yaparak âhıreti kazanmak lâzımdır, işte, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rızâsını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâima Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, âhırette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, birşeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
Allahü teâlânın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terketmeyiniz.
Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker (iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak) vazîfesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennemden) koruyunuz ki, onun yakacağı insanlar ve taşlardır…” (Tahrim-6) Âhırette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm’i gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. Dedim ki: “Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?” Dedi ki: “Birgün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum.” Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i ma’rûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız!
İşlerinizi, dînimizin emirlerine uygun olarak yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapınız. Uymuyorsa, o işden vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmaktır ve Allahü teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür, insanlar ile kendi arasındaki hududa; hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, Allahü teâlâya karşı ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız. Helâl rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak ortalama davranınız. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır” buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tâat yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allahü teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Âlimin uykusu, cahilin ibâdetinden hayırlıdır” buyurdu.
Oruç ile ilgili husûsa gelince, oruç, senede bir aydır. Şu şartla ki, imsak vaktinden, akşam güneş batıncaya kadar orucu bozan şeylerden sakınmak, şartlarına uymaktır. Bunlardan başka, bir de oruçda uyulması gereken bâtınî şartlar vardır. Bunlar ise; gözü harama bakmaktan korumak, kulağı haram olan şeyleri dinlemekten, eli harama uzatmaktan, ayağı harama gitmekten korumaktır. Orucun hakîkati ise şunlardır: Kalbi hased, tama’, nifak, kin, ucbdan korumak, her zaman bunlardan uzak yaşamak ve bilhassa oruçlu iken bu kötü huylardan sakınmak lâzımdır.
Diğer bir husûs da, zekâtı seve seve vermek ve şartlarına uymaktır. Resûlullah ( aleyhisselâm ), zekâtını vermiyenin namazının, orucunun, haccının, cihâdının ve hiçbir tâatının kabûl edilmeyeceğini bildirmiştir. Cimri olan kimse, Allahü teâlânın rahmetinden, insanların sevgisinden ve Cennetten uzak, Cehenneme yakındır. Cömerd olan kimse ise, Allahü teâlânın rahmetine, kulların sevgisine ve Cennete yakın, Cehennemden uzaktır. Bizim yolumuz budur, dostlarımız bu vasıyyete sarılsın. Bizim büyüklerimiz, talebelerine böyle buyurmuşlar ve maksada ulaşmışlardır. Ümîd ediyorum ki: Allahü teâlânın yardımı ile bizim dostlarımız da kavuşur.
Ey talebelerim! insanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrûm kalmalarının sebebi; âhıret yolunu bırakıp, kötü olan dünyâya sarılmalarıdır. Âhıret saadetini isteyen kimsenin, doğru i’tikâda sâhib olup, bid’at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü birşey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allahü teâlânın rızâsını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allahü teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhıret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammedin ( aleyhisselâm ) aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez” buyurdu.
Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Simâ’ yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sima’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sima’ hâlinde olduğunu gösterir.
Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir.
Emîr Külâl hazretleri vasıyyetini yapacağı sırada, oğulları; Emîr Burhan, Emîr Şah, Emîr Hamza, Emîr Ömer ve talebelerinin çoğu huzûrunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emîr Burhân’ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halîfesi Behâeddîn-i Buhârî’ye havale etti. Diğer oğlu Emîr Şâh’ı, Şeyh Yâdigâr’a, Emîr Hamzâ’yı, Mevlânâ Ârif Dehdigerâniye, Emîr Ömer’i de, Mevlânâ Cemâleddîn Dehkesyânî’ye yetiştirilmeleri için havale etmişti. Oğullarına buyurdu ki: “Hanginiz, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim olur?” Oğulları; “Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine girelim” dediler. Oğulları böyle deyince, Emîr Külâl hazretleri başını eğip, murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. “Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamza’nın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular” dedi. Emîr Hamza, kabûllenemeyeceğini arz etti ise de; “Bunu kabûl etmekten başka bir çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, Bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun” buyurdu.
Bundan sonra Emîr Külâl, talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki: “Üç geceden, beri, benim ve talebelerimin hâli nasıl olur? diye düşünüyordum. Gaybden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: “Ey Emîr Külâl! Kıyâmet gününde seni senin talebelerini dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim.” Allahü teâlâ, fadlından ve kereminden ihsân etti” dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabaha doğru vefât etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 990
2) Agâhî Seyyid Emîr Külâl (Mevlânâ Şihâbüddîn)
3) Reşehât sh. 42
4) Nefehât-ül-üns sh. 415
5) Hadikat-ül-verdiyye sh. 123
6) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 363
7) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 108
8) Hadikat-ül-evliyâ sh. 41
9) Umdet-ül-makâmât sh. 61
SEYYİD EMÎR KÜLÂL