SAFFÂR (İbrâhim bin İsmâil)

Kelâm ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû İshâk olup ismi, İbrâhim bin İsmâil bin Ahmed bin İshâk bin Şis bin Hakem’dir. 460 (m. 1067) yılında Buhârâ’da doğdu. Doğum yerine nisbetle Buhârî denildi. Dedeleri bakır eşya sattığı için de Saffâr, dîn-i İslâma yaptığı hizmetlerden dolayı Rükn-ül-İslâm, dünyâya değer vermediği için de İmâm-ı zâhid lakabları verildi. 534 (m. 1139) yılında Buhârâ’da vefât etti.

Babası ve dedeleri de Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden olan Ebû İshâk Saffâr, tahsilinin büyük kısmını babası İsmâil bin Ahmed’in yanında yaptı. Babasından, Tahavî’nin eserlerini, İmâm-ı a’zam hazretlerinin “El-Âlim vel-müteallim” adlı kitabını da Ebû Ya’kûb Seyyârî’den, İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin “Siyer-i Kebîr”ini Ebû Hafs’dan okudu. Abdullah bin Muhammed bin Ya’kûb Hârisî’nin Kitâb-ül-keşf fî menâkıb-i Ebî Hanîfe” adlı eseri de, babasından okuduğu kitaplar arasındaydı. Ebû Hafs Ömer bin Mensûr, Ebû Muhammed bin Abdülmelik bin Abdurrahmân ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Merv ve Bağdad gibi ilim merkezlerine seyahatlerde bulundu. Fıkıh ilminde âlim oldu. Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf oldu. Keskin zekâsı, hafızasının kuvveti ve ilminin genişliği ile tanındı. Güzel ahlâkı, cömertliği, tevâzuu ve insanlara ihsânı ile herkesin sevgisini kazandı. Baba ve dedeleri ve bütün İslâm âlimleri gibi, devlet ve hükümet adamlarına Allahü teâlânın rızâsı için emr-i ma’rûf yapıp nasihatlerde bulundu. Selçuklu sultânı Sultan Sencer, onu, Merv’de ikâmet edip, insanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Orada pekçok kimsenin ilim sahibi olmasına ve Allahü teâlânın emirlerine uyup yasaklarından sakınmasına vesile oldu. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak, dîn-i İslâmı yaymak ve insânlara doğru yolu öğretmekte kimsenin sözüne aldırmayan Rüknüddîn Ebû İshâk Saffâr, sultânın yanında da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekten çekinmezdi. Tatlı dil ve güzel sözlerle, kırmadan nasihat eder, Allahü teâlânın emirlerine itaatin, kullarının emirlerine itaatten önce geldiğini anlatarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uygun hareket etmeyenin azaptan kurtulamayacağını bildirirdi.

Pekçok talebe yetiştirdi. Talebeleri arasında, Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Fahreddîn Kâdı Hân, Hasen bin Mensûr bin Mahmûd özcendî gibi meşhûr âlimler de vardı.

Rüknüddîn Ebû İshâk Saffâr, pek kıymetli eserler de yazdı. Bunlardan “Kitâb-üs-sünne vel-cemâ’a” ve “Telhîs-ül-edille li-kavâid-üt-tevhîd” adlı kitapları kütüphânelerde mevcûttur.

İmâm-ı Zâhid Rüknüddîn Ebû İshâk Saffâr, “Telhîs”inde, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ( radıyallahü anh ) dînî mes’eleleri üzerinde felsefi tartışmalara girilmesini uygun görmediğini, ancak doğru ve hak olan şeylerin isbâtında, mes’elelerin derinlemesine araştırılarak ortaya konulmasını arzu ettiğini bildirdikten sonra, İmâm-ı Ebû Yûsuf tan şöyle nakleder: İmâm-ı Ebû Hanîfe’nin ( radıyallahü anh ) huzûrunda oturmakla şereflenmekte olduğumuz bir sırada, bir grup kimse müsâade alıp içeri girdi. İki kişiyi de kollarından yakalayıp İmâmın huzûruna getirmişlerdi. İmâm-ı a’zama; “Bu iki kişiden biri zındıklık edip Kur’ân-ı kerîme dil uzatır, diğeri de onunla çekişip; hayır, senin dediğin gibi değil der. Biz de bunları alıp huzûrunuza getirdik” diye arz ettiler. İmâm-ı a’zam hazretleri; “İkisinin de arkasında namaz kılmayın” buyurdu. O zaman ben arzedip, şöyle dedim: “Yâ İmâm! Evet, birincisi sapıktır, her ne kadar ilim sahibi de olsa, dîne inansa da, Kur’ân-ı kerîme dil uzatır. Onun arkasında namaz kılınmamasına evet derim. Çünkü o, Kur’ân-ı kerîme mahlûk diyerek, kadîm olduğunu kabûl etmiyor (ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine ters düşüyor), ama ikinci şahsın eksik tarafı nedir ki onun arkasında namaz kılmayalım?” İmâm-ı a’zam da ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İkisi de, kelâm ilminin ince mes’elelerinde münazaa etmiştir (çekişmiştir). Dinde münazaa edip, derinlemesine araştırmalara girmek bid’attir, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılmaktır.”

Ebû İshâk Saffâr hazretleri buyurdu ki:

İmâm-ı a’zam hazretlerinden, “Hazreti Ali ile savaşan Mu’âviye’ye ( radıyallahü anh ) la’net etmek caiz midir?” diye sorulunca, buyurdu ki: “Emîr-ül-mü’minîn Hazreti Ali’ye karşı savaşan Hazreti Mu’âviye’ye la’net etmek caiz değildir. Çünkü o, Eshâb-ı kirâmdandır (r.anhüm).”

Yine İmâm-ı a’zam hazretlerinden, “Melekler âhırette Cennete mi gidecekler?” diye soruldu. Buyurdu ki: Evet, Cennete girecekler. Çünkü onlar, Allahü teâlâyı tevhîd etmektedirler. Ba’zıları Arş’ın etrâfında tavaf etmektedirler. Rablerini hamd ile tesbîh ve Allahü teâlânın selâmını tebliğ etmektedirler. Nitekim Zümer sûresi 72. âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “Rablerinden korkarak şirk ve ma’siyetlerden sakınanlar (Bineklerine binerek) güruh güruh Cennete sevk olunurlar. Onlar Cennete gelmeden önce, onlar için (Cennetin) kapıları açılır. Cennetin bekçileri onlara: “Siz dünyâda ma’siyetlerden pak olmuştunuz. Artık içinde ebediyyen kalmak üzere Cennete girin” derler.”

Yine İmâm-ı a’zama; “Melekler, Cennette Allahü teâlâyı görecekler mi?” diye soruldu, İmâm-ı a’zam hazretleri, buyurdu ki: Allahü teâlâyı görmek, Allahü teâlânın bir ihsânıdır, dilediğine verir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 247. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: (Mülkün mâlikî O’dur.) Mülkünü dilediğine verir. Allahü teâlânın fadlı boldur. Fakire genişlik ve zenginlik ihsân eder ve mülke ehil ve lâyık olanı bilir.”

“Âhırette melekler haşrolunur mu?” diye sorulunca da, “Evet haşrolunur” buyurdu.

Ehl-i sünnet âlimleri buyurdular ki: “Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi, ne zâtının aynıdır, ne de gayrıdır. Ya’nî sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir. Kabir azâbı haktır, vardır. Mevtanın ister kabri bulunsun, ister bulunmasın, kabir azâbı vardır. Nitekim Allahü teâlâ, Nûh sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh kavmi, günahları sebebiyle (tufanla) gark edildiler de, akabinde ateşe atıldılar ve kendilerine Allahü teâlânın azâbından men edecek bir yardımcı da bulamadılar” buyurdu. Secde sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Biz onlara, âhıret azâbından önce dünyâ azâbını tattıracağız. Olur ki tövbe edip îmâna rücû ederler.” Tur sûresinin 47. âyet-i kerîmesinde; “O şirk ve küfürle nefslerine zulmedenlere, âhıret azâbından önce de bir azâb vardır. Onların çoğu, o azâbı bilmezler” buyuruldu. Kabir azâbı, ba’zı günahkâr mü’minlere de vardır. Bu mü’minlerden çoğu, ayakta küçük abdest bozmak, gıybet etmek ve söz taşımak günahlarından dolayı azap göreceklerdir. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Münker ve Nekir, kişiye, Rabbinden, dîninden, Peygamberinden (aleyhisselâm), kitabından, kıblesinin neresi olduğundan soracaktır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Fevâid-ül-behiyye sh. 7

2) Tabakât-ül-fukahâ sh. 95

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 13

4) El-A’lâm cild-1, sh. 22

5) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 278

6) Telhis-ül-edille li-kavâid-it-tevhîd. Süleymâniye Kütüphânesi Şehid Ali Paşa kısmı No: 1706


SAFFÂR (İbrâhim bin İsmâil)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 06.ASIR ÂLİMLERİ