Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden, Kaşgarlı olup, Nizâm-ı Hâmûş’un talebesi ve Molla Câmî’nin hocasıdır. 860 (m. 1456) senesinde vefât etti.
Sa’düddîn’in babası, ticâret yapmak için kervanlarla uzak memleketlere giderdi. Babası, küçük yaşdaki Sa’düddîn’i, çeşitli ülkeleri görüp, bilgi edinmesi için yanında götürürdü. Oğlunun iyi yetişmesi için hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Sa’düddîn, babasının verdiği din terbiyesi ile büyütülüyor, etrâfına örnek bir kimse olacak şekilde yetiştiriliyordu. Bir defasında, oniki yaşında bulunan Sa’düddîn, babası ile ticâret için sefere çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladılar. Sa’düddîn, kervansarayın kapısında otururken, oraya bir grup tüccâr gelip, konuşmağa başladılar. Aralarındaki hesabı görebilmeleri için, birbirlerine bağırıp çağırmaları, uzun zaman devam etti. Derken çekişmeğe başladılar. Tüccârların bu hâlini seyreden Sa’düddîn, birden ağlamaya başladı. Tüccârlar, çocuğun hiçbir sebep yokken ağlamasına hayret edip sebebini sordular. Onların bu sorusuna Sa’düddîn; “Sizin yüzünüzden ağlıyorum. Sabahtanberi buradayım, dünyâ hırsı yüzünden kavga edip duruyorsunuz. Bir ân için olsun, Allahü teâlânın ismini anıp O’ndan bahsetmediniz. O’nun emir ve yasaklarından hiç konuşmadınız. Size acıdığım için ağlıyor, Cehenneme düşmemeniz için de duâ ediyorum” dedi. Tüccârlar, çocuğun bu hâline hayran oldular ve hepsi yaptıklarına tövbe edip, helâlleşerek işlerini bitirdiler.
Bu hâdiseyi işiten Sa’düddîn’in babası, oğlunun ileride büyük bir insan olacağını anlayıp, her fedâkârlığa katlanarak okutmağa başladı. Sa’düddîn, üstün zekâsı ile kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimleri ve zamanın fen bilgilerini öğrendi. Bu ilimlerde derin âlim oldu ve kitaplar yazdı. Bu arada nefsini terbiye etmek için uğraşıyor, bir mürşide talebe olmak ihtiyâcını hissediyordu. Nihâyet Nizâm-ı Hâmûş hazretlerinin ismini işitip, huzûruna gitti. Kendisini talebeliğe kabûl etmesi için yalvardı. Talebeliğe kabûl olununca, çok sevinerek şükür secdesine kapanan Sa’düddîn-i Kaşgârî, hocasının her emrini hemen yapar, hizmetiyle şereflenmeye can atardı. Burada da gayreti ile, kısa zamanda Nizâm-ı Hâmûş’un en önde gelen talebesi oldu. Hocasının sohbetleriyle olgunlaşıp yetişti ve halîfesi, vekîli olmakla şereflendi.
Sa’düddîn-i Kaşgârî anlattı: “Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yıllarca şereflendikten sonra birgün, hacca gitme arzusu bende çok fazlalaştı. Hocama durumu anlattım ve izin istedim. Bana buyurdu ki: “Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ısrarla baktığım hâlde seni göremiyorum.” Bu söz üzerine “Peki” dedim. Fakat üzüldüğümü anlayınca da; “Üzülme! İnsâallah, birgün elbette gitmek nasîb olacak. Sen, yine de gördüğün rü’yâları Şeyh Zeynüddîn’e gidip anlat, o sana gereken cevâbı verir” diye de emrettiler. Ben yine, “Başüstüne efendim” diyerek Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hafi, Horasan’da meşhûr olan bir hoca idi, pekçok talebeleri vardı. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüğüm rü’yâları anlatarak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; “Sa’düddîn! Buraya kadar yorulup gelmişsin. Artık burada bizim yanımızda kal ve bizim talebemiz ol” dedi. Ben de, “Efendim! Benim hocam var ve hayattadır. Bir kimsenin üstadı var iken başka birine bağlanması uygun mudur?” dedim. Bu suâlime de; “İstihâre ediniz” diye cevap verdi. Ben; “Kendime güvenim olmadığı için, yapacağım istihâreye de i’timâd edemem” dedim. Zeynüddîn Efendi ısrar ile; “Sen istihâre et, biz de eder neticeye varırız” dedi. O gece istihâre namazı kıldım ve cenâb-ı Hakka duâ ederek uyudum. Rü’yâmda, Silsile-i âliyye isimli âlim ve evliyânın pekçoğu Hirat’a ziyârete gelmişler. Zeynüddîn Efendi de orada idi. O velîlerin, Zeynüddîn Efendiye karşı hâlleri soğuk idi. Kendi aralarında konuşuyorlar, ona hiç iltifât etmiyorlardı. Gece uyandığımda anladım ki bir kimsenin üstadı var iken başkasına bağlanması uygun değildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim. Daha ben konuşmaya başlamadan; “Yol birdir. Bütün yollar aynı noktaya çıkar. Sen yine eski yoluna devam et Eğer bir müşkilin olursa, bizden yardım isteyebilirsin. Sana yardıma hazırız” dedi. Meğer o da gece rü’yâsında, gayet büyük ve heybetli bir ağacın dalını kesmeye çalışmış, fakat bir türlü başaramamış. Bu rü’yâsına dayanarak, sabahleyin ben daha konuşmaya başlamadan böyle söylemiş. Böylece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamın kıymetini ve büyüklüğünü, her sözünün hikmetli olduğunu yakînen anladım. Derhâl hocamın huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sıkıca sarıldım. Uzun bir zaman geçti. Hocam birgün bana; “Sa’düddîn! Senin hacca gitmenin zamanı geldi. Orada bize de duâ et. Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) bizim için de şefaat dileğinde bulunup hürmetimizi arz et. Yolculuk esnasında, bir başkasına Allahü teâlânın kahrı senin vâsıtanla tecelli ederse, sakın bu gücü kullanayım deme!” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” diyerek, hazırlığımı yaparak yola koyuldum. Hac vazîfelerimi yaptım. Geri dönüş yolculuğumda, hocamın haber verdiği hâl, bende zuhur etmeye başladı. Yanıma yaklaşan birini görsem, gözlerimden çıkan bir şua ile o kimse ânında kendinden geçer, bayılırdı. Eğer yanıma gelse helak olabilirdi. Bu hâl bende meydana çıkınca, insanlardan kaçmaya başladım. Yanıma gelmeye çalışanlara uzaktan işâret ederek, yanıma gelmemelerini tenbîh ederdim. Bu hâl benden gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dışarıya çıkmadım. Böylece hocamın kerâmetleriyle, insanlara zararlı olacak bir hâlimden kurtulmuş oldum.”
Sa’düddîn-i Kaşgârî anlattı: “Murâkabeyi kendi iç âlemime dönüp kontrol etmeyi kediden öğrendim. Birgün bir kedinin, deliğin başında kılını dahî kıpırdatmadan beklediğini gördüm. Geriden ta’kib etmeye başladım. Kedi deliğin ağzında, farenin çıkmasını saatlerce hareketsiz bekledi. Bu sırada kendi kendime; “Ey kendisine dahi bir faydası olmayan Sa’düddîn!” Bir kedi, maksadına kavuşmak için bu kadar dikkatli olursa, sen kalbini temizleyip, Rabbinin emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakta niçin dikkatli olmazsın. Yazıklar olsun sana ey nefsim!” demekten kendimi alamadım. O günden sonra, bir ân dahi Rabbimi hatırımdan çıkarmadım.”
Sa’düddîn-i Kaşgârî’nin ileri gelen talebelerinden Mevlânâ Alâeddîn anlattı: “Hasta idim. Hocam ziyâretime gelmiş idi. Yatağımın kenarına oturup, sesli olarak benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okudu. Sonra sessizce başını önüne eğerek murâkabe etmeye başladı. O sırada odamın tahtadan yapılmış tavanındaki bir delikten bir miktar toprak, hocamın başına saçıldı. Toprağın bir fare tarafından atıldığı belli idi. Hocam, bu hâle önce birşey demedi. Bu hâl üç defa tekrar edince, Sa’düddîn-i Kaşgârî başını yukarı kaldırarak; “Ey edebsiz fare!” deyip dışarı çıktılar. Bu durum beni oldukça üzdü. “Bu fare, Allahü teâlânın evliyâsı olan bu mübârek zâtı incitti. Dur bakayım bunun sonu neye varacak? Bu fareye gazâb-ı ilâhî gelecek ama nasıl?” diye düşünmeye başladım. Biraz sonra o deliğin kenarında bir kedi peyda oldu, beklemeye başladı. Yine aşağıya toprak dökmeye gelen fareyi bir ânda yakalayıp öldürdü. Yine beklemeye devam etti. Biraz sonra bir fare daha geldi. Onu da öldürdü. Bu şekilde o gün akşama kadar tam onsekiz fareyi o delikte öldürdü.”
Sa’düddîn-i Kaşgârî’yi çok sevenlerden Pîr Ali anlattı: “Kaftancılık yapardım. Dükkânımda birgün çalışırken, vergi me’mûru geldi. Bir sürü hesap yapıp, sonunda benden öyle bir meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Bu verginin fazla olduğunu, benim san’atıma göre çok istendiğini anlatmak istedimse de kabûl ettiremedim. Me’mûr, bana hakaret etmeye başladı. Bu sırada hocam Sa’düddîn hazretleri dükkâna geldi. Me’mûru dinlemeğe başladı. Me’mûrun gittikçe hiddeti artıyordu. Hocam geldiği için, edebimden hiç cevap veremiyordum. Bir ara hocam me’mûrun yanına yaklaşıp; “Me’mûr bey! Lütfen dilinizi tutunuz. Kötü söz söylemeyiniz!” buyurarak, elini me’mûrun omuzuna koydu. O ânda, sanki tonlarca bir ağırlık adamın üzerine konmuş gibi me’mur yere yıkılıp, bayıldı. Bir müddet sonra hocam merhamet ederek, cemâl nazarıyla me’mûra baktı. O teveccühten sonra, me’mûr kıpırdamaya, kendine gelmeye başladı. Ayıldığında, büyük bir saygıyla hocamdan özür dilemeğe başladı. Hocam da onu affetti. Bu me’mûr, daha sonra hocamın yakın talebelerinden oldu.”
Yine Pîr Ali anlattı: “Hanımım üç aylık hâmile idi. Hanımım, haberim yok iken çocuğu düşürmek için ba’zı çârelere başvurmuş. Fakat başvurduğu çâreler tam tersine netice verince, hanımım sancılar içinde kıvranmaya başlamış. Eve vardığında, vaziyeti hiç iç açıcı değildi. Başına, yakın akraba ve komşular gelmiş ağlıyorlar, ma’neviyâtını daha çok bozuyorlardı. Benim de yapacağım bir tedbir yok idi. Hemen mübârek hocamın huzûruna gittim. Yanında bir takım yüksek rütbeli kimseler vardı. Hiçbir şey söylemeden, bir kenarda beklemeye başladım. Bir müddet sonra o kimseler yanından ayrılıp gitti. Yalnız kaldığımızda, ben daha birşey konuşmadan hocam; “Hanımınıza gidip deyiniz ki; “Bu işi daha önce yine yapmak istemiştin. O zaman seni affetmiştik. Şimdi de affediyoruz. Eğer bir daha yapmak istersen, senin için kurtuluş yoktur.” Hocamın kurtuluş müjdesini duyunca ferahladım. Müsâade alarak eve koştum. Evde durum bir ânda iyiye dönmüş, hanımım iyileşmişti. Hanıma durumu anlattım. Dedi ki: “Hocamız doğru buyurmuş. Daha önce yine böyle bir iş yapmış ve ölümden kurtulmuştum. Demek ki hocamızın himmeti bereketiyle kurtulmuşum. Şimdi de bir ânda iyileştiğimi hissettim. Hocamızın büyüklüğü karşısında yaptığım bu işten dolayı utanıyorum. Artık böyle bir iş yapmaktan cenâb-ı Hakka sığınırım” dedi.
Sa’düddîn-i Kaşgârî’nin talebelerinden Alâeddîn anlattı: “Birgün memleketimde bulunan anne ve babamdan mektûp geldi. Beni evlendirmek için bir kız bulduklarını, acele gelmem îcâbettiğini yazıyorlardı. Fakat böyle bir da’veti annem-babam yaptığı için üzüldüm. Bir ara hocam beni üzgün görünce sebebini sordu. Durumu anlatınca; “Madem ki annen ve baban çağırıyor, hemen gidiniz” buyurdu. Hocama veda ederek memleketime gittim. Söyledikleri kızla evlendim. Annem ve babam beni senelerce bırakmadılar. Hocamdan ayrı kalmanın üzüntüsü çok fazla idi. Buna rağmen hergün hocamı hatırlar, gözlerimi yumup onu düşünürdüm. Bu yönden hiç gaflete düşmüyordum. Memlekette, ne hikmet ise hükümet memuru bizi sık sık rahatsız ediyor, daha doğrusu zulm ediyordu. Zulümde aşırı gittiği birgün; “İmdâd yâ mübârek hocam! Allahü teâlânın izniyle himmetinizi istirhâm ediyorum!” diye hocamdan yardım istedim. O gece rü’yâmda hocamı gördüm. Elinde bir yay ile ok vardı. Bir ara karşıdan o zâlim me’mûrun geldiğini gördük. Hocam hemen elindeki oku yaya yerleştirip memura fırlattı. Ok, o zâlimin göğsüne saplandı. Uyandığımda artık bu zâlimden kurtulacağımı anladım. O günden sonra me’mûr bize gelmez oldu. Araştırdığımda, ânî olarak felç geçirdiğini ve artık yerinden kımıldayamaz hâle geldiğini öğrendim. Her zaman olduğu gibi, şimdi de hocamın yüzlerce kilometre uzaktaki bir himmeti ile kurtuldum.”
Alâeddîn, memleketinde, başına gelen başka bir hâdiseyi de şöyle anlattı: “Birgün yüksek bir ağacın üzerine meyve toplamak için çıkmıştım. Bir ara ayağım kaydı, dengemi kaybettim ve düşmeğe başladım. O ânda hocam hatırıma geldi ve; “Yâ hocam, himmet!” dedim. Daha yere düşmeden bir elin beni sıkıca kavradığını ve yavaşça yere bıraktığını gördüm. Ayağa kalktığımda beni kurtaran eli görmek için etrâfıma çok bakındığım hâlde göremedim. Yine hocamın imdâdıma yetiştiğini anladım. Sonra anne ve babama giderek, hocama gitmek üzere izin vermeleri için çok yalvardım. Hâlime acıdılar. Müsâade ettiler. Hemen eve gittim. Zevcem ve çocuklarımla helallaşıp yola koyuldum. Hocama bir ân önce kavuşmak için yollardan uçar gibi gittim. Huzûruna geldiğimde, başımdan geçenleri daha anlatmadan: “Zâlimlere yaptığımız muâmele ile mazlûmlara yaptığımız muâmele elbette farklıdır” diyerek kerâmetlerini izhâr ettiler.
Yine talebesi Alâeddîn anlattı: “Sadüddbi hazretlerine yeni talebe olmuş idim. Arabî, mantık, kelâm, fıkıh gibi derslere ara verip, tasavvuf üzerinde çalışmamı emrettiler. “Başüstüne” deyip kendimi tasavvufa verdim. Fakat o sıralarda hadîs ilmi üzerinde bir hocadan ders alıyordum. Kendi kendime; “Hadîs ilmini okumak herhalde hocamın bu emri dışındadır, bunu öğrenebilirim” diye içimden geçti. Kitabı bitirmeye karar verdim. Bu kararımdan sonra, kitabı okutan hocanın yanına gitmek üzere evimden çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz, sanki ayaklarıma kalın zincirlerle büyük bir ağırlık bağlamışlar gibi adım atamadım. Ayaklarımı kaldırmak için sarfettiğim gayretlerden ter içinde kaldım. Ayaklarımı sürükleye sürükleye yürümeye başladım. Yolda bir köprü vardı. Oraya yaklaşırken şiddetli bir fırtına çıktı. başımdan takyemi alıp götürdü. Gözüme kum tanecikleri kaçtı. Dehşet içinde kaldım. Gitmekten vazgeçtim. Geriye döner dönmez fırtına kesildi, ayaklarımdaki ağırlık kayboldu ve başımdan uçup giden takyem önüme geldi. Hayret ettim. Anladım ki, bu iş hocamın emrine muhaliftir. Derhâl hocamın huzûruna koştum. Onu câmide murâkabe ederken buldum. Beni görünce gülümseyerek; “Söz dinleyen kurtulur” buyurdular.”
Yine çok sevilen talebesi Alâeddîn anlattı: “Hocam Sa’deddîn hazretlerine teslim olmuş, onun hizmetiyle şerefleniyor, dertlere derman olan sohbetlerini can kulağı ile dinliyordum. Birgün, tasavvufta kabz hâli denilen müthiş bir sıkıntıya düştüm, bunalmaya başladım. Kalbim kararmaya başladı. Gönlüme, söylenmeyecek derecede kötü şeyler geliyordu. Beni gökyüzünden atıp parça parça etseler de, bunlar hatırıma gelmese diyordum. Çaresiz kaldım. Durumumu hocama anlatmak için huzûruna vardım. Daha birşey konuşmadan, bir eliyle göğsümden diğer elinin şehâdet parmağıyla da ensemden bastırdı. O anda, hocamın kerâmeti olarak öyle müthiş birşey oldu ki, gönlümdeki bu düşünceler silindiği gibi, kalb gözüm açılıp, melekler alemini görmeye başladım. Elhamdülillah bendeki o sıkıntı kayboldu. Hocamın himmetiyle bu derdimden kurtuldum.”
Tasavvufun yüksek hakîkatleri ile ilgili, işitip de anlıyamadığı ba’zı mes’elelerde müşkili olan bir kimse, müşkilini halletmek için bir rehber arıyordu. Diyar diyar dolaştığı hâlde, bir yol gösterici bulamadı. Birgün yolu Sa’düddîn-i Kaşgârî hazretlerinin bulunduğu şehre geldi ve bir câmideki hocaya durumunu anlatıp; “Bu derdime çare olacak bir rehber arıyorum. Bu şehirde derdimin dermanı olacak Allahü teâlânın evliyâsından bir kimse var mıdır?” diye sordu. O da Sa’düddîn-i Kaşgârt’yi tavsiye edip, huzûruna götürdü. O kimse, Sa’düddîn-i Kaşgârî’ye daha birşey anlatmadan, onun teveccühleri, bakışları ile gönlünde birşeyler olmaya başladığını hissetti. İşitip de anlayamadığı şeyleri, şimdi görüyordu. Yakîni, arttı. Sa’düddîn-i Kaşgârî’nin büyüklüğüne hayran oldu ve edeble elini öpmek için eğildiğinde; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” diyebildi. Sa’düddîn-i Kastfârî; “Kabûl ettim” buyurarak, elini öptürdü. O kimse böylece, Sa’düddîn-i Kaşgârî’nin bir teveccühü ile derdine derman buldu ve hakikî saadete kavuştu.
Sa’düddîn-i Kaşgârî hazretleri buyurdu ki: “Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüğü ile bizlere gayet yakındır. Bu sözü anlayamazsanız da, böylece i’tikâd edip inanmalısınız. Size lâzım olan odur ki, tenhâda ve açıkta edebi gözetiniz. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahi, ayağınızı uzatmayınız. Her ân Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtın edebi ile süsleyiniz. Görünüşteki zâhir edeb; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâima abdestli bulunmak, istiğfar eylemek, az söylemek, her işin inceliğini titizlikle yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi husûslardır. Bâtın edebi ise; yabancılarla düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak, Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır.”
“Bir insanda bir kalb vardır. Oraya sâdece Allahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazineyi kaybeder. Ancak cenâb-ı Hakkı, hatırladığı zamanlar bu hazîne kaybolmuş olmaz. Bu şuur insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da beraber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, cenâb-ı Hakka yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, ilâhi feyz nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayat verir. Yalnız penceresiz olan evler nasîbini alamaz.”
“İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeylerle uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmalıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, hayâli arttıran herşeyden ictinâb etmesi lâzımdır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; çalışmayan, sıkıntıya katlanmıyan, zevklerini, şehvetlerini bırakmıyanlara bu ni’meti ihsân etmez.”
Sa’düddîn-i Kaşgârî hazretleri, Hirat’ta, Mevlânâ Abdürrahmân Camî (Molla Câmî) isimli talebesini yetiştirerek, o zamânın meşhûr âlimler ve velîler grubuna dâhil eyledi Vefâtından sonra yerine halife, vekîl olarak bıraktı.
Sa’dûddîn-i Kaşgârî, 860 (m. 1456) senesi Cemâzil-âhır ayında, Çarşamba günü öğle vaktinde, Hirat şehrinde vefât etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 2570
2) Reşehât sh. 179
3) Nefehât-ül-Üns sh. 442
4) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 23
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 648, 1060
SA’DÜDDÎN-İ KAŞGÂRÎ