Osmanlıda Müslüman olan halk günlük hayatını, “İlmihâl” kitaplarında yazan bilgilere göre düzenlerdi.
Osmanlı medeniyetinde ilmihal kültürü zirveye taşınmıştı. Bu medeniyetin temelini hazırlayan ve insanların gönlüne Allah sevgisi ile beraber Allah korkusunu da yerleştiren, ihlas ile yazılmış “Birgivî Vasıyetnamesi”, “Huccetül-İslam İlmihali” ve “Mızraklı İlmihâl” gibi ilmihal kitapları olmuştur. Bu kitaplarda, ülkenin Padişahından dağdaki çobanına kadar herkese lazım olan, iman, ibadet ve ahlâk bilgileri toplanmış ve bunların herkes tarafından kolayca öğrenilmesi sağlanmıştı. Hatta okunmaya bile ihtiyaç kalmadan, herkes birbirinden görerek İslamî bir hayatı kolayca öğreniyor ve yaşıyordu. Evet, okunmadan bilmek, işte buna deniyordu.
(Mızraklı ilmihâl) diye bilinen kitabının asıl ismi, (Miftâh-ul Cennet) olup [m. 1480] senesinde Edirne’de vefât etmiş olan Muhammed bin Kutbüddîn-i Iznikî “rahime-hullahü teâlâ” yazmıştır. Derin İslâm âlimi, Seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hullahü teâlâ”, (Miftâh-ul Cennet ilm-i hâlinin yazarı sâlih bir zât imiş. Okuyanlara faydalı olur) buyurmuştur.
Müslümanın hayat bilgisi olan bu ilimler, toplumun her kesimi tarafından bilindiği ve tatbik edildiği için, okunmadan öğrenilir ve yaşanırdı. Bu sayede, insanın doğumundan ölümüne kadar tatbik edeceği İslam bilgileri, her Müslümanın bir hayat tarzı olmuştu. Padişah da, dağdaki çoban da, sabahleyin yatağından aynı şekilde sağ tarafından Besmele ile kalkar, günlük dualarını okuyarak, güzel bir niyetle işine başlardı… Sabah namazını kılmak için abdest hazırlığı yapılır ve namaz kılınırdı. Yemeğe “Besmele” ile başlanır “Hamdele” ile bitirilirdi. Günlük hayatta, hep aynı olan bu davranışlar, bir ömür boyu devam ederdi. Toplumun her kesiminde hep aynı iman, ibadet ve ahlâk hükümleri hâkim olurdu. Herkes birbirine yardım ederdi…
Osmanlı ülkesinin insanları, hep birbirine nasihat eder, öğüt verirdi. İyiliğe teşvik ve kötülükten birbirlerini menederlerdi. Kısacası, Osmanlıda Müslüman olan halk günlük hayatını, “İlmihâl” kitaplarında yazan bilgilere göre düzenlerdi. Hatta Müslüman olmayan vatandaşlar da, bu hayat tarzına göre hareket etmeye çalışırdı. İşte böylece, yetmiş iki milletten ve çeşitli dinlerden meydana gelen Osmanlı halkının yaşayışı, bir “İlmihâl Medeniyeti”ni meydana getirmişti.
Bu hassasiyet ve uygulama Osmanlı Müslümanlarını, İslâmiyetin zirvesi olan tasavvuf terbiyesine de ulaştırmıştı. Dağdaki çoban da, Rabbine kavuşmak için gönül yolculuğuna çıkmış ve zirveye ulaşmış olan da, günlük olaylar karşısında hep aynı tepkiyi verir ve “Bunda da bir hayır vardır”, “Hak şerleri hayreyler…” der, kalp kırmayı en büyük cürüm ve günah bilirlerdi.
İslamın temel bilgileri, atasözleri ve halk deyimleri şeklinde zihinlere yerleşmişti: “Eden bulur”, “Eden kendine eder” gibi nice özlü sözler, hep böyle bir kültürün ürünleriydi.
İşte bu (İlmihâl Medeniyeti)’nden, günümüz insanlarının anlamakta zorlandığı “Sadaka taşları”, “Zimem/alacak defterlerinin yırtılması” ve “Kışın aç kalan kurtlar ve yaralı kuşlar için vakıf kurulması” gibi güzellikler doğmuştu.
2025-08-20 02:00:00