Hindistan evliyâsından Alâüddîn-i Sabîr hazretlerinin kalbi, “Allah aşkıyla” yanıyor, ne duâ etse kabul oluyor, kuşlar, hayvanlar hizmetine koşuyorlardı.
Henüz anne karnındayken bile garip hâlleri görülürdü.
Nitekim annesi;
“Ona hâmileyken her gün evimize semâdan (nûr) iner, oğlum meleklerle konuşurdu” demiştir.
Derken doğum vakti geldi.
Ebenin eli ona dokundu.
Kadın, titremeye başladı. “Neler oluyor?” derken, annesi “Korkma, abdestin yoksa ondan olmuştur!” deyip ferahlattı onu.
Gerçekten yokmuş.
O dünyâya geldi.
Hirat şehrine mis gibi bir “koku” yayıldı. Annesinin sütünü bâzen emerdi.
Bâzen de almaz, oruç tutardı.
Büyüdükten sonra da yemezdi.
Konuşmaya başlayınca, ilk “Lâ mevcude illallah” dedi.
Yedi yaşına girdi.
Her gün oruç tutardı.
Dört beş günde bir “lokma” ekmek yer, o yaşta “teheccüde” kalkar, uzun uzun namaz kılardı.
Annesi çok ısrâr etse de karyolada yatmazdı hiç.
Yerde yatardı.
Annesi bir gün “Evlâdım! Sen henüz çocuksun, niçin bu kadar çok riyâzet yapıyorsun?” dedi.
Annesine bakıp;
“Anneciğim! Bu, elimde değil, ben, Rabbimin muhabbetinde yanmak, kavrulmak istiyorum. Bana, böyle yaşamak daha tatlı geliyor” dedi.