Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin büyük oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de torunudur. İsmi, Muhammed Sibgatullah’dır. Yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî’nin sağlığında, 1033 (m. 1624) senesi Rebî’ul-âhır ayının onibirinci günü Serhend şehrinde dünyâya geldi. Kayyûm-i zaman ismiyle meşhûrdur. 1122 (m. 1710) senesi Rebî’ul-âhır ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti.
Muhammed Sibgatullah’ın doğduğu sırada, İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), vaktin sultânı ile birlikte Hindistan’ın büyük şehirlerinden olan Ecmîr’de bulunuyordu, İmâm-ı Ma’sûm da babalarını ziyâret maksadıyla Ecmîr’e gitmişti. Bu çocuğun doğumundan sonra temiz annesi, evliyâlık bahçesinin yeni açmış gülü misâli olan bu çocuğunun isminin konulmasını, yüksek dedesinin ve babasının tasvîbine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma’sûm, Ecmîr’den dönerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi. Her ikisi de bu habere çok sevindiler. Çünkü husûsi hâllerinin vârisi olacak cevher dünyâya gelmiş bulunuyordu. Beyt:
Senin gelişinden gül gibi açtım,
Her tarafa bahar kokusu saçtım.
İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma’sûm Serhend’e geldiklerinde hemen bu çocuklarını görmek istediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onu görür görmez; “Esselâmü aleyküm Molla Sibgatullah” buyurdu. Sonra mübârek yüzünü, o çocuğun kulağına yaklaştırıp, o mes’ûd kulağına, kimsenin duymadığı gizli gizli birşeyler söyledi. Husûsi sırları, kendilerine mahsûs ilim ve ma’rifetleri müjdeledi. Ne büyük bir saadettir ki, dili süt emmeye henüz alışmadan, kulağı Müceddid’in ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin bereketli iltifâtlarına, gizli esrârına kavuşmuş oluyordu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu çocuğun babasına ya’nî İmâm-ı Ma’sûm’a hitaben; “Senin bu oğlunda asâletten bir sıfat buldum” buyurdu. Zîrâ İmâm-ı Rabbânî’ye göre asâlet olmayınca, kayyûmluk, kutbluk bulunması çok zordu. Bu çocukta asâletten pay görünce, ma’nevî firâset ile, onun evliyâlık yolunda yüksek derece sahibi olacağını ve Kayyûm-i zaman olacağını anladılar. Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ihsânıdır. Dilediğine nasîb eder. Mısra’;
“Gül bahçemi gör de baharımı anla.”
Muhammed Sibgatullah, daha beş-altı aylık iken şiddetli bir hastalığa yakalandı. Doktorlar çâre bulmaktan âciz kalıp, ölecek zannettiler. Nihâyet nabzının atması bile hissedilemez oldu. Babası ve annesi techiz ve tekfin işine (cenâze kaldırma hazırlıklarına) başladılar. Bu durum İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek kulağına ulaşınca, hemen bu hasta torununun yanına geldi. Çocuğun o güzel yüzünden örtüyü kaldırıp mübârek eliyle temiz yüzüne dokundu ve tebessüm ederek; “Baba! Annene-babana yaptığın bu naz yetişir. Onları üzdüğün yeter. Haydi artık kalk. Onlar da sıkıntıdan kurtulup rahat bir yemek yesinler ve rahatça uyusunlar” buyurdu. Bu söz üzerine, ölüm derecesinde hasta olmasına rağmen, çocuk hemen gözünü açtı. Ağlayarak hareket etmeye başladı ve tamamen iyileşti. Sanki hiç hasta olmamış gibi idi. Sonra, Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî, oğlu Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm’a hitâb edip; “İnsanlar bu çocuğun yaşamasından ümidi kesmişler. Ben ise bu evlâdımı, iyileşmiş uzun ömürlü olarak yaşamış, yetişip kemâle gelmiş, sakalları beyazlamış, büyük bir velî olmuş, huzûrunda binlerce insan oturmuş, herkes bunun nûrundan istifâde ediyor görüyorum” buyurdular.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kendi sağlığında bir yaşından büyük olmayan bu torunu hakkında öyle yüksek işâret ve alâmetler bildirdi ki, hepsini yazmak imkânsızdır. Nitekim; “Senenin bereketi baharından belli olur” denilmiştir. O yüce zâtın ya’nî yüksek dedesinin eşsiz teveccüh ve nazarlarına kavuşup, çok büyük müjdelere mazhar oldu. Bundan sonra babası İmâm-ı Ma’sûm’un huzûrunda yetişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerin ve kalbe âit ince ma’rifetlerin tamâmını ondan öğrendi. İmâm-ı Ma’sûm hazretleri, bu yüksek oğluna, diğer talebeleri ve hattâ diğer oğulları arasında husûsen iltifât eder, onda bulunan yüksekliği bildiği için, onu daha çok severdi. Bu hâli bildirmek için birgün bu oğluna şöyle buyurdu: “Siz benim oğullarım arasında Eshâb-ı Kirâma benzersiniz. Ya’nî siz, babam Müceddîd-i elf-i sani’yi görmüş, zamanında bulunmuşsunuz. Diğerleri böyle değildir. Bu farkı az görme ki, Eshâb-ı Kirâmdan (aleyhimürrıdvân) biri, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) sohbetinde bir defa bulunmakla öyle yüksek derecelere kavuşmuştur ki, Eshâb-ı Kirâmdan olmayan en büyük velî bile onların en aşağısının derecesine kavuşamadı. Bu velî zât ister Uveys-i Karnî olsun, ister Ömer-i Mervânî olsun (k.sirruhümâ).” Çünkü Müceddîd-i elf-i sânî’nin Peygamber efendimize olan bağlılığı son derece olduğundan, onun sohbeti, Resûl aleyhisselâmın yüksek sohbetinden pay almıştı. O’na benziyordu. Nitekim tam uyanın, uyduğu kimsenin bütün kemâlâtından nasîbi vardır.
Yine İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretleri, başka bir defasında şöyle buyurdu: “Melâike-i Kirâmın büyüklerinden, üstünlerinden bir melek-i mukarreb insan şekline girip yeryüzüne gelseydi, oğlum Muhammed Sibgatullah’ın şeklinde gelirdi.”
Muhammed Sibgatullah hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsilini ve evliyâlık yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, yüksek babasının emir ve işâretiyle talebe yetiştirmeğe başladı. En küçük kardeşleri olan Muhammed Sıddîk, babalarının şöyle buyurduğunu nakleder: “Oğlum Muhammed Sibgatullah’ın talebeleri ile kendi talebelerim arasında hiç fark görmüyorum. Diğer oğullarım böyle değildir. Vasıtalı veya vasıtasız olarak bir fark vardır.”
Bu söz, hazret-i Kayyûm-i zaman’ın ma’nevî irtibât ve bağlılığının kemâlini, tam olduğunu göstermektedir. Babalarıyla arasında olan bu tam münâsebet, bağlılık diğerlerinde böyle değildir. Çünkü Kayyûm-i zaman da, babası gibi asâletten bir pay almıştır. Bunun için diğerleri arasında seçilmiş, mümtaz olmuş, farklı bir hâle gelmiştir.
Bir Ramazân-ı şerîfde Muhammed Sibgatullah hazretleri, evlerinin bitişiğinde bulunan bir mescidde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Hatim yaklaştığı sırada babasının bulunduğu yere gelerek, kalan sûreleri orada bitirdi. Maksadı hatmin bereketini, babası Urvet-ül-vüskâ’nın bereketi ile birleştirmek ve birçok ma’nevî hâllere sahip olmak, kavuşmak idi. Velhâsıl, arzu ettiği şekilde yaptı. Son birkaç sûreyi Urvet-ül-vüskâ’nın yanında okudu. Bunları dinlerken, mecliste olanların hepsi kendisinden geçti, nûr ve huzûra daldılar. Hatim bitince Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri, Kayyûm-i zaman’a hitaben buyurdu ki: “Siz okurken öyle bir sırra muttali’ oldum ki, o sır anlatılacak gibi değil. “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği” sözüne uygundur. Örtülmesi, anlatılmaması îcâbeden sırlardan olduğunu söyleyebilirim. Parlaklığı yerin dibinden tâ Arş’a kadar uzanan pek süslü, çok kıymetli bir tacın sizin başınızda parladığını gördüm. Bunun, oğlum Muhammed Sibgatullah’ın (ya’nî senin) Kur’ân-ı kerîm okuması sebebiyle olduğu anlaşıldı…”
Hâce Muhammed Sıddîk-ı Peşâverî, Urvet-ül-vüskâ İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden idi. Bu zât şöyle anlatır: “Bir defasında mübârek hocamı ziyârete gitmiştim. Bu esnada hocamın bütün oğullarının takvâ ve vera’da anlatılamıyacak kadar ileride olduklarını, her birinin dînimizin emirlerine uygun amel etmekte, tasavvuf yolunda başkalarını yetiştirip ma’nevî olarak terbiye etmekte, ilim ve edeb âşıklarına rehberlik etmekte çok yüksek derecede bulunduklarını gördüm. Hepsinin Allahü teâlâya yakınlıklarının aynı olduğunu düşündüm. Bu esnada kalbime; “Acaba aralarında hiç fark var mıdır? Varsa hangisi daha yüksektir?” düşüncesi geldi. Ne kadar uğraştı isem de, bu düşünceden kurtulamadım. Bu düşünceyi aklımdan çıkaramıyordum. Bu hâli hocama arzetmeyi düşündüm. Nihâyet düşüncelerimi kendisine arzettim. Tebessüm eyledi ve; “Hâce! Bu manânın halli, siz Peşâver’e vardıktan bir gece sonra olacaktır” buyurdu.
Bu fakîr birkaç gün sonra Serhend’den ayrılıp Peşâver yoluna koyuldum. Peşâver’e geldiğimde gayet sevinçli ve neş’eli idim. Zîrâ, o gece, yüksek üstadımın bereketi ile uzun zamandır süregelen ve beni rahatsız edip, kalbimi meşgûl eden bir suâlim cevaplandırılacaktı. Akşam oldu. Karanlık bastırdı. Ben heyecanla bekliyordum. Yatsı namazından sonra uyumuşum. Rü’yâmda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) ziyâretle şereflendim. Dört halîfesi ile birlikte yanıma geldiler. Urvet-ül-vüskâ’yı da oğullarıyla birlikte, Resûl aleyhisselâm efendimizin huzûrlarında, büyük bir hürmet ve edeb ile ellerini bağlamış olarak beklediklerini gördüm. Bu esnada Resûlullah efendimiz, bu hizmetçisine hitâb ederek buyurdular ki: “Urvet-ül-vüskâ’nın oğullarının kendine nisbeti (bağlılığı), dört halîfenin bana olan nisbeti gibidir.” işâret parmaklarını halîfelerine doğru uzattılar ve sonra Ebû Bekr-i Sıddîk’ı ( radıyallahü anh ) göstererek; “Büyüğü-büyüktür” buyurdular.
Hazret-i Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah, Urvet-ül-vüskâ’nın oğullarının en büyüğü idi. Böyle olunca talebelerinin ve halîfelerinin de en büyüğü idi. Ben bunu bizzat Resûlullah efendimizin işâret ve bildirmeleri ile anlamış oldum ve kalbimi meşgûl eden o düşünce ve suâlim cevaplanmış oldu.”
Urvet-ül-vüskâ, bu yüksek oğlu hakkında buyurdu ki: “Kayyûm-i zaman’ın hâli, bağlılığının çokluğundan, kendisine bağlananların fazlalığından, arayanların, sevenlerinin ziyâdeliğinden öyle oldu ki, dünyâ ve içindekileri geride bıraktı. Yalnız âhırete çalışmağa ve yalnız hakiki matlûba gönlünü vermeye öyle daldı ki, evliyânın çoğu buna kavuşamamıştır. Evliyânın çoklarının derecesi ile onun derecesi arasında hayli mesafe vardır.
Yine Urvet-ül-vüskâ hazretleri, vefâtına yakın zamanda da Kayyûm-i zaman’ın hâlini şöyle medhetmiştir: “Sizin emsalsiz hâliniz, dâima makbûlümüz ve mahbûbumuzdur. Ya’nî kabûlümüz ve sevdiğimizdir. Gevşeme ve değişme, bu emsalsiz hâlinize yol bulamaz.”
Kayyûm-i zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları izhâr etmeyi, açığa çıkarmayı istemezdi. Hattâ talebelerinden ba’zıları; “Efendimiz! Bu kadar sırlar ve varidat ya’nî ma’nevî hâller içerisinde bulunduğunuz hâlde, bunları bu kadar örtmenizdeki, gizlemenizdeki sebep nedir?” diye arzettiler. Cevâbında buyurdu ki: “Söylenmesi ve yazılması doğru ve lâzım olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve babam) tarafından söylenmiş ve yazılmışlardır. Bu zamanda onların söyleyip yazdıklarından daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur.”
Hâllerini o kadar gizler ve bu husûsta o kadar titiz davranırdı ki, yüksek hâllere kavuştuğunu kendisine müjdeleyen babasının mektûplarını kimseye göstermez ve kimsenin bilmesini istemezdi. Urvet-ül-vüskâ’nın Mektûbât’ında, onun adına yazılmış olan mektûplar, kendisine varmadan evvel kopyesi alınan mektûplardır. Yoksa kendisine ulaşan mektûpları, o mektûplarda kendisi için yer alan yüksek müjdeleri açıklamamıştır. Hâllerini bu kadar sakladığı ve bu kadar örttüğü hâlde, yine de kendisinden görülen kerâmet ve tasarruflar, Müceddid’in (ya’nî mübârek dedesinin) yolunda kimsede görülmemiştir.
Urvet-ül-vüskâ İmâm-ı Ma’sûm hazretleri, büyük oğlu Kayyûm-i zaman için, hattâ bütün oğulları için çok müjdeler verdi. Bir defasında buyurdu ki: “Oğullarımın hepsi Muhammedi meşrebdirler. Hepsi de mahbûbiyyet makamı ile tebrik edilip, müjdelenirler. Burada da Kayyûm-i zaman’ın husûsî durumu ve asâleti vardır. Kayyûm-i zaman derecesinde olabilmek için ise asâlet muhakkak lâzımdır. Bunun için diğer kardeşleri arasında mümtazdır, seçilmiştir. Kayyûmiyyet sıfatına sahip olması sebebiyle diğerlerinden ayrıldı. Onlardan farklı ve çok yüksek olmak üzere başka sırlara ve hâllere kavuştu.”
İmâm-ı Muhammed Ma’sûm’un altı oğlu vardı. Hepsi de babalarına uymakta en yüksek derecede idiler. İttibâ’ ya’nî uyma derecelerinden hiçbirinde ondan ayrılmamışlardır. Tam uyanın, uyduğu zâtın bütün üstünlüklerinden büyük payı olur. Kayyûmiyyet makamı da babalarına mahsûs bir makam idi. Oğullarının her biri de tam uymaları sebebiyle böylece kayyûmluk kemâlâtına, yüksekliklerine kavuşmuşlar ve bunu kendilerinde müşâhede eylemişlerdir. Bunun için hepsini kayyûm bilmek ve söylemek lâzımdır. Ama asâleten bu kayyûmluk makamı, delîller, işâretler ve müjdelerle Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah’a mahsûstur.
Hazret-i Kayyûm-i zaman’ın gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamamen sünnete, ya’nî dînimizin her emrine tam uygun idi. Bir sünneti yerine getirememek endişesi, gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta, seferde (yolculuk hâlinde), hazerde (ikâmet hâlinde), giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve diğer duâlarda, dil ile ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre, zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ileride idi. Bu güzel huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatli idi ki, kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık kat’iyyen görülmezdi. Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye kendini hesaba çekerdi. İhlâs ile ibâdet etmekte ve her edebe riâyet etmekte pek ileride idi. Bununla beraber niyetlerini ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıblı ve kusurlu görürdü. Bunun için pişman olur, istiğfar ederdi. Hiçbir zaman iyi bir amel yapabildiğini düşünmez, kendini ve amellerini çok kusurlu görürdü. Bu sebepledir ki, dâima mahzûn ve üzüntülü dururdu. “Amel et ve istiğfar et” kelâmını kendine düstur edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet vermez, i’tibâr etmezdi.
Kayyûm-i zaman hazretleri, zamanının irşâd kutbu ve kayyûmu olduğu gibi, evliyâlık yolunda çok üstün derece ve makam olan Gavsıyyet ve Ferdiyyet makamlarının da sahibi idi. Gavsiyyet makamı, kendisine, cinlerin ve insanların üstadı, Gavs-üs-sekaleyn Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî tarafından ma’nevî bir şekilde ihsân edilmiş idi.
Mübârek yüzünde öyle bir nûr vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve yüzüne bakanlara, lisân-ı hâl ile; “Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir güzel melektir” dedirtiyordu.
Kayyûm-i zaman hazretleri, ömrünün sonlarına doğru Kur’ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı olan talebelerinden biri, müsâid bir vakitte; “Böyle düşük sesle okumanızın hikmeti nedir?” diye arzetti. Bir müddet sustu ve sonra; “Hazret-i Urvet-ül-vüskâ (ya’nî babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu” buyurdu. Başka bir defasında talebelerinden birisi yine bu husûsun sebebini suâl ettiğinde cevaben buyurdu ki: “Okurken bütün mevcûdat beraber okuyorlar ve bu fakiri yüksek sesle okumaya bırakmıyorlar.”
Kayyûm-i zaman’ın yakın talebelerinden Mirzâ Muhammed Kâbilî’nin (rahmetullahi aleyh) hanımı vefât etmişti. Kayyûm-i zaman, ta’ziye (başsağlığı) için Mirzâ’nın evine gitti. Mirzâ Muhammed, hanımının Kayyûm-i zaman’a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından bahsetti ve; “Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen şuracıktadır. Beraber gitsek çok memnun olurdum” diye arzetti. O da kabûl edip kabri ziyâret ettiler. Kayyûm-i zaman o hanımın mağfiret olunması için duâ etti. Sonra murâkabeye daldı. Duâ ve murâkabe esnasında yüzünde bir ferahlık ve neş’e göründü. Ziyâretten sonra beraberce dönerlerken, Mirzâ; “Efendim, duâ re murâkabe esnasında mübârek yüzünüzde neş’e ve sevinç alâmetleri gördüm. Acaba hikmeti neydi?” diye suâl etti. Kayyûm-i zaman hazretleri bura cevap olarak buyurdu ki: “O esnada bana ilham olundu ve hattâ söyleyen sesi duydum. Şöyle buyuruluyordu: “Seni ve kıyâmete kadar vasıtalı ve vasıtasız olarak seni tevessül edenleri (seni vâsıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim. Bu hanım da onlardandır.” Allahü teâlânın nihâyetsiz inâyetinin (ihsânının) bu fakire geldiğini gördüm ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini duydum. Bunun için Allahü teâlâya çok şükreyledim. Yüzümdeki neş’e ve sevinç alâmeti bu sebeple idi.”
Daha evvel, bu ilhama İmâm-ı Rabbânî ve oğlu İmâm-ı Ma’sûm kavuşmuşlar idi. Onlardan sonra bu oğulları da bu ilhamla şereflendi. Eşsiz dedesi ve yüksek babası, bu ihsânı bu evlâtlarına da ihsân eylediler. Onları tevessül edenlere ve yüksek yollarında bulunanlara müjdeler olsun.
Muhammed Sibgatullah hazretleri, bir sefere çıktığında yolda hastalandı, bir eli de kırıldı. Yol üzerinde bir eve misâfir oldu. O evin avlusunda hurma ağaçları vardı ve o ağaçların altında oturuluyordu. Kayyûm-i zaman sandalyede değil yerde oturdu. Herkes istirahate çekildikten sonra o, rahatsızlığından ve kolunun kırık olmasından bütün gece uyumadı. Yere düşen hurmaları ve hurma yapraklarını hürmetle alıp edeble yüksekçe bir yere koydu. Sabah olunca ev sahibi onun uyumadığını, yere düşen hurma ve hurma yapraklarını toplamakla ve yüksek bir yere koymakla meşgûl olduğunu, görünce bu hâlinin sebebini sordu. Ona cevaben buyurdu ki: “Hadîs-i şerîfte; “Halanız olan hurmaya saygı gösteriniz. Çünkü bu ağaç Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır” buyuruldu. Emre uyarak hurmayı azîz tutmak, ona saygılı olmak îcâbediyor.”
Muhammed Sibgatullah’ın (rahmetullahi aleyh) takvâ ve edebde bu kadar ileride olduğuna dâir başka misâller pekçoktur. Bu takvâsı sebebiyle, Allahü teâlâ onun mübârek varlığını Kayyûm-i zaman eyledi. Âlemin ve âlemde bulunanların kıyâmlarını (ayakta durmalarını, varlıklarını devam ettirmelerini) ona havale etti. Allahü teâlâ dedesine ve babasına mahsûs olan Kayyûmluk makamını diğer kardeşleri arasında ona ihsân etti.
Umdet-ül-makâmât kitabının sahibi olan Hâce Muhammed Fadlullah, Muhammed Sibgatullah’ın torunu olan Gulâm Muhammed Ma’sûm’un torununun torunudur. Kitabında diyor ki: “Allahü teâlâya hamdolsun ki, beni onu sevenlerden ve evlâdından eyledi. Kuvvetli ümidim ve büyük ricam; Allahü teâlânın beni, zâhiren onun soyundan getirdiği gibi, kalbe âit hâllerinden de tam pay ihsân etmesidir. O, duâları kabûl edicidir.”
Daha yaşı çok genç iken, babası İmâm-ı Ma’sûm hacca gidiyordu. Yanlarında talebelerinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı. Muhammed Sibgatullah’ın yaşı çok genç olduğu için, kâfilede bulunanların ekmek ve su ihtiyâçlarını te’min etmek vazîfesi ona verilmişti. Birgün diğer hizmetçilerin başı, Muhammed Sibgatullah’a gelerek arzetti ki: “Etrâfta çalı, çırpı, odun görünmüyor. Hamur hazır, fakat ateş olmadığı için pişirip ekmek yapamıyoruz. Hamur olduğu gibi duruyor. Arkadaşların ise yemek zamanı yaklaşıyor. Bu duruma bir çâre bulunuz.” Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; “Hamuru buraya getirin” buyurdu. Hamuru getirdiler. Hamuru eline aldı. “Kimse gelmesin. Ben şu tümseğin arkasında pişirip getireyim” dedi ve gitti. Hemen başını açtı. Bir parça hamur alıp başına koydu. Çabucak pişiverdi. Böylece bütün hamuru ekmek yapıyordu. Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği ne ile pişiriyor deyip, yanına geldi. Vaziyeti gördü. O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi. Az bir hamur kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; “Odun kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim, efendim” deyince, kerâmetler hazînesi yüksek babası tebessüm ederek; “Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?” buyurdu.
Mirzâ Muhammed Efdal Kâbilî şöyle anlatır: “Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah, Kabil’de bulunduğu günlerin birinde, oğullarına haber vermesi için bir hizmetçiyi Serhend’e gönderdi. Gidecek olan hizmetçi, kendisinden yol parası istedi. O sırada Muhammed Sibgatullah’ın elinde bir kerpiç bulunuyordu. Kerpici hizmetçiye verdi. Kerpiç bir anda altın oluverdi. Orada bulunan; Mir Zarif, Mir Gulâm Hüseyn, Mirzâ Muhammed Mes’ûd ve daha birçok zât bu hâdiseye şâhid olduk. Hizmetçi, elinde bulunan altını paraya çevirmek istiyordu. Orada olanlar bu altını satın almakta tereddüt ettiler. Fakat, Mîr Gulâm Hüseyn hepimizden atîk davrandı ve altını hizmetçiden satın alıp, teberrüken sakladı.”
Hazret-i Kayyûm-i zaman’ın hizmetçilerinden biri yolculuğa çıkmıştı. Yolculuk esnasında yol arkadaşlarını kaybetti. Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi. Orası hiç bilmediği, tanımadığı bir yerdi. Her taraf öyle yeşil, öyle güzel idi ki, sanki hazân rüzgârları bu yapraklara hiç dokunmamıştı. Burada dört mevsim birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu. Rengârenk güller, boy boy sünbüller, deste deste, demet demet açmış, her taraf güzelliklerle donanmış, boş bir yer kalmamıştı. O talebe orada kalıp, uzun zaman oranın Cennet bahçesi misâli gönül açıcı güzelliklerinin seyrine daldı. Bir müddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya yanlışlıkla geldiğini hatırladı. Üstelik etrâfta hiç insan görünmüyordu. Bir insan ile karşılaşır konuşurum ümidiyle etrâfta dolaşmaya başladı. İnsan bulunduğuna dâir bir işâret bulunmadığı gibi, hep de vahşî Hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile karşılaşıyordu. Vücûdunda bir ürperti meydana geldi. İyice korkmaya başladı. Her tarafı iyice aradı. Ama kimseyi bulamayınca, ümidi iyice azaldı. Korkusu da iyice şiddetlendi. Artık o güzel bahçeyi, canını almak isteyen bir belâ gibi görüyordu.
Bu sırada gönüllerin sultânı olan hocası Kayyûm-i zaman’ı hatırladı. Kalbi ile ondan yardım ve imdâd istedi. Tam o anda hocasını karşısında buldu. Kayyûm-i zaman orada, bu talebesine; “Gözlerini kapat!” diye emretti. O da kapattı. Bir anda kulağına kâfile arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı. Gözlerini açtığında kâfilenin yanında idi ve kendisini oraya getiren hocası da ortada yoktu. Allahü teâlânın izni ve hocasının kerâmeti ile bir anda oraya geldiğini anladı.
Kayyûm-i zaman, Emk beldesinde, o memleketin kadısının evinde misâfir olarak bulunuyordu. O sırada kadı evde yoktu. Ramazân-ı şerîf ayı idi. Teravih namazı kılıyorlardı. Aniden şehirde bir gürültü ve büyük bir karışıklık meydana geldi. Bu karışıldık ve kavga sesleri, şehrin kadısının evine ya’nî Kayyûm-i zaman’ın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen kalabalığın, Emk kadısının evini yağma etmeye geldikleri anlaşıldı. Kadının ailesi ve yakınları bu hâli haber alınca, çok korkup üzüldüler ve ağlamaya başladılar.
Bu kalabalık eve yaklaştıklarında durakladılar ve gerilemeye başladılar. Birbirine girdiler. Birçoğunun başının kesildiği görüldü. O memleketi terkedip gidinceye kadar karışık hâlleri devam etti. Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve hezimetlerinin sebebi sorulduğunda, dediler ki: “Kadının evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı, heybetli bir zât gördük. Elinde öyle bir kılıç vardı ki, kime sallasa başını gövdesinden ayırıyordu. Bu hâli görünce can korkusundan geri çekildik. Çoğumuz da o keskin kılıçtan kurtulamayıp telef oldu.
Kılıç sallayan zâtı iyice ta’rîf ettiklerinde, Kayyûm-i zaman’ı gördükleri anlaşıldı. Hâlbuki, kendisi o sırada, bütün düşüncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu. Onun bu kerâmeti, o memlekette ve havâlisinde en çok anlatılan kerâmetidir.
Muhammed Sibgatullah hazretlerinin talebelerinin ve halîfelerinin önde gelenlerinden ma’rifetler sahibi Sûfî Muhammed Refi’ı Kâbilî şöyle anlatır: “Bir deniz yolculuğunda idim. Bir ara denize düştüm. Boğulacak hâle gelmiştim. O sırada hocamı hatırladım. Kendisinden yardım istedim. Tam o anda Kayyûm-i zaman hazretlerinin mübârek elini gördüm. Beni tuttu. Sahile çıkardı ve sonra kayboldu. Normal olarak, bulunduğu yer ile aramızdaki mesafe çok fazla idi. Kerâmet olarak hâlimi anladı ve beni kurtardı.”
Sûfî Abdüllatîf isminde bir zât şöyle anlatır: “Kayyûm-i zaman hazretleri Kabil’e teşrîf etmişti. Huşti köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Âdil ismindeki bir zâtın evinde kalıyordu. Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı. Bu sebeble doktorlar soğuk su içmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su getirmezlerdi. Kayyûm-i zaman (r.aleyh) birgün bu fakire buyurdu ki: “Ba’zı pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar biliyor musun?” “Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim” diye arzettim. “Görmeden cevap vermeyin, kalkın, arayın” buyurdu. Bu yakınlarda böyle bir pınarın bulunmadığını bildiğim hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile çıktık. Daha kapıdan çıkar çıkmaz bir pınar göründü. Duvarın dibinde su kaynıyordu. Oraya yaklaştığımda öyle bir su gördüm ki, hakkında; “Sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk” sözü söylenebilirdi. Bu duruma oradan gelip geçenler de şaşırdı. Önce o sudan ben içtim. Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim. Buralarda böyle bir suyun bulunmadığını, bu hâlin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arzettim. Sevindi ve Allahü teâlâya şükreyledi. O pınara, “Nûr pınarı” ismini verdi. O pınar, o güzel haliyle epey müddet durdu.”
Kayyûm-i zaman hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmış idi. Bir akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere onun huzûruna geldi. Kayyûm-i zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta içeri girdiği zaman daha bir şey söylemeden, Kayyûm-i zaman ona; “Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?” dedi. O da; “Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki, perhiz ediyorum” dedi. O hastayı muayene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i zaman’ın sevdiklerinden idi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i zaman, doktora dönerek; “Bu yemekler ona zarar verir mi?” dedi. Doktor, “Efendim, tıb bilgimize göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir. Ya’nî hastayı zehirler, öldürür” diye arzetti. Bunun üzerine hastaya dönüp; “Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifânız bunlardadır” buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izni ile hemen orada sıhhate kavuştu.
Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretlerinden hilâfet almakla şereflenenlerden Hâfız Ciyû diye tanınmış Hâfız Nizâm-ı Kâbilî şöyle anlatır: “Bir zamanlar hasta idim. Şiddetli sıtma hastalığına yakalanmıştım. Mübârek hocam beni ziyârete geldi. Oğlum, hocama ikram için üzüm ve kavun getirip, önüne koydu. O sırada beni muayene edip hastalığımla alâkalanan doktor da yanımda idi. Kayyûm-i zaman doktora; “Bu yemişler, Hâfız Ciyû için nasıldır?” diye sordu. Doktor; “Çok zararlıdır efendim. Zehirlenme yapar” dedi. Hocam, kendi eliyle birkaç dilim kavun ve bir iki salkım üzüm ayırarak bana verdi. Doktor hayretle bakıyor, müdâhele de edemiyordu. Hocam onları verdikten sonra; “Hâfız! Allahü teâlâ zehiri ilâç yapmaya kâdirdir. Yiyiniz!” buyurdu. Verilen şeyleri şifâ niyeti ile yedim. Daha yer yemez hastalığımdan eser kalmadı. Bu hâl hocamın tasarruf ve himmeti ile olmuş ve orada bulunanlar da buna şâhid olmuşlardı.”
Bir zamanlar Hindistan’da büyük bir kıtlık vâki oldu ve uzun zaman devam etti. Aynı zamanda veba salgını da başgösterdi. Birçok kimse duâ etmesi için huzûruna gelip; “Bu belâ ne zaman geçecektir. Bu kıtlık ve bu veba salgınından insanlar ne zaman kurtulacaktır?” diye arzettiler. “Sabrediniz!” buyurdu. Her ne zaman gökte bir bulut görülse, insanlar Kayyûm-i zaman’ın huzûruna gelirler; “Havada bir başkalık var. Acaba yağmur yağacak mı ki?” derler, onun ağzından bir cevap beklerlerdi. Bunlara cevap olarak ba’zan; “Bu bulut yağmur vermeden geçer” der, ba’zan da; “Bu bulutta yağmur yok” derdi.
Birgün buyurdu ki: “Bakınız! Gökyüzünde bir bulut görülüyor,” Oradakiler baktılar ve önceki bulutlara göre bunda da yağmur yok zannettiler. Buyurdu ki: “Bu, her tarafı yağmur ile dolduracak bir buluttur.” Böyle derdemez o bulut büyüdü, büyüdü, her tarafa yayıldı. Gök gürültüsünün ardından rüzgâr ile birlikte şimşek çakmaya ve gayet şiddetli yağmur yağmaya başladı. Üç gün üç gece öyle devam eti. Yağmur, Hindistan’ın her tarafına aynı şekilde yağdı. Allahü teâlânın ihsânı ve bu yağmur sebebi ile, kıtlık ve veba kalmadı. Sanki Hindistan yeni baştan tazelenmiş gibi oldu.
Kayyûm-i zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı. Bir sene geçtiği hâlde, iyileşemedi. Doktorlar bir çâre bulamayacaklarını i’tirâf ettiler. Bu hastalık devam ederken, bir gün Kayyûm-i zaman talebelerine buyurdu ki: “Oğlum Şeyh Ehlullah’ın hastalığı çok uzadı. Çok zayıf düştü. Hastalığı gittikçe de artıyor. Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim yüklenmem îcâb ediyor.” Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate kavuştu. Kendisi ise iki sene kadar bu sıtma hastalığından hasta yattı. Sonra kendisi de iyileşti.
Rivâyet edilir ki, bir bedbaht kimse, Kayyûm-i zaman hazretlerinin talebelerinden iken ayrılıp, başka yerlere gitti. Kayyûm-i zaman’a, bu talebesinin kendisinden ayrılıp başka yere, başka yola gittiği haber verilince; “Bizden ne götürdü? Ne yaptıysa kendine yaptı” buyurdu. Hakîkaten o ayrılıp giden kimse hemen aklını kaçırdı. Eline kelepçe vurup hapishâneye attılar. O zavallı kimse, helak ve perişan oldu.
Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri zamanında, Hüsrev Bek isminde hırsızlık ve dolandırıcılıkta meşhûr olmuş bir kimse vardı. Bu, güçlü kuvvetli olup, çok cesur ve yiğit idi. Hırsızlık ve yankesicilikte zamanın meşhûru idi. Bulunduğu yerin civarında bulunan köylerde tek bir ev yoktu ki, onun eziyet ve cefâsından kurtulmuş olsun. Oralarda ulaşmadığı yer yoktu. Bir ara Kayyûm-i zaman hazretleri Meyve Hâtun isimli bir köye gitmişti. Bu meşhûr Hüsrev Bek de orada idi ve Kayyûm-i zaman’ın ziyâretine gitti. Birkaç gün sohbette bulundu. Geceleri, arkadaşları ile beraber Ya’kûb Türkmân köyünde kalırdı. O günlerde köyün yakınındaki kervansaraya büyük bir kervan gelmişti. Kervanda, Belh şehrinin büyük tüccârları vardı.
Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber alınca ve bilhassa kervandaki tüccârların mallarının çokluğunu ve bu arada çok kıymetli bir atın da bulunduğunu öğrenince, gece arkadaşları ile beraber kervansaraya doğru yola çıktılar. Kervansaray gayet muhkem idi. Hırsızların reîsi olan Hüsrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi. Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı. Kendisi ise doğruca o çok kıymetli atın bulunduğu yere gitti. Atı çözecekken at kişnedi. Kişnemeyi duyan atın sahibi kalkıp atın yanına geldi. Hırsız da yakalanmamak için, görünmeyecek şekilde kendini yere attı. O kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması için sahibi bir çivi daha çakdı. Çaktığı çivi hırsızın eline geldi. Hırsız bütün ızdırâbına rağmen yakalanmamak için sesini çıkarmadı. Böylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız için, artık kaçıp kurtulmak ihtimâli de kalmamıştı. Orada sabaha kadar çok büyük sıkıntılar çekti. Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat çok daralmıştı. Yaptığı işin kötülüğünü anladı. Adetâ, kendi kendinden nefret etmeye başladı.” Bu belâdan kurtulursam ertesi gün Kayyûm-i zaman’ın huzûruna gideceğim. Tövbe edip talebelerinden olacağım” diye düşündü. Tam bir acizlik içinde ve büyük bir samimiyetle böyle düşündüğü için, o anda Kayyûm-i zaman’ı yanında gördü. Kayyûm-i zaman o çiviyi çıkardı. “Hadi git. Seni kurtardık” dedi ve gözden kayboldu: Hüsrev Bek büyük bir ferahlık hissetti ve kervansaraya girdiği yerden dışarı çıktı. Arkadaşları ise hâlâ onu bekliyorlardı. Arkadaşlarına başından geçenleri anlatan Hüsrev Bek; “Ben Kayyûm-i zaman’ın huzûruna gidip hırsızlıktan tövbe edeceğim ve kabûl buyurursa talebeleri arasına gireceğim” dedi. Arkadaşları da; “Hırsızlıkta bizim reîsimiz olduğun gibi, tövbede de reîsimiz olursun” diyerek hepsi tövbe ettiklerini bildirdiler.
Böylece bu hırsızların başı olan Hüsrev Bek ve bütün arkadaşları Kayyûm-i zaman’ın huzûruna gelip tövbe ettiler. Onun muhlis talebelerinden oldular. O ana kadar çaldıkları malları mümkün olduğu kadar yerlerine sahiplerine ulaştırdılar, yahut helâllaştılar.
Bundan sonra bu büyükler yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yüksek dereceler, kemâl mertebeler elde eden Hüsrev Bek, hocası Kayyûm-i zaman hazretlerinden hilâfet ve icâzet aldı. Hocası ona; “Fakîrullah” ismini verdi. Çok gayret gösterdi. Birçok kimse onun vesilesiyle bu büyükler yoluna girdi. O diyarda bulunan insanlar, zamanımıza kadar onun menkıbe ve faziletlerini anlatmaktadırlar. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Câhiliye zamanında seçkin olanlarınız, İslâmda da seçkinleriniz olur” buyurulmuştur.
Kayyûm-i zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan Gülendâm isimli bir zât şöyle anlatır: “Şeytan bana çok musallat olur, lüzumsuz hayal ve düşüncelerle beni meşgûl eder, kötü işler yapmam için bana yol gösterirdi. Bir gece bu düşüncelere dalmış iken, kalbime; “Sen Kayyûm-i zaman’ın yüksek kapısına ulaşanlardansın. Ne için hâlini o dergâhta hizmet görenlere açmıyorsun. Açarsan bu belâdan kurtulursun” diye bir ses geldi. Bir gece teheccüd namazı vaktinde hocamı yalnız bulup, hâlimi arzeyledim. “Şeytan, sizden ümidini kesti” buyurdu. O günden bu güne kadar seneler geçti de bir daha bana musallat olmadı. Hiçbir şekilde, hiçbir işime karışmadı. Hattâ o zamandan beri ihtilâm bile olmadım.”
Rivâyet edilir ki, Serhend’den ayrı bir şehirde, Kayyûm-i zaman’ın çok sevdiği kıymetli bir talebesi vardı. Bu talebe hocasına olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle, memleketinden ayrılıp Serhend’e gelerek yerleşti. Çoluk-çocuğunu da getirdi. Böylece hocasına daha yakın oldu. Onun mübârek kalbinden feyz aldı. Çok kimseye nasîb olmayan yüksek nisbete kavuştu.
Birgün bir talebenin hanımı şiddetli bir hastalığa tutuldu. Ölmek üzere idi. Talebe, Kayyûm-i zaman’ın huzûruna gelip, bu hastanın şifâ bulması için duâ buyurmasını arzetti. Kayyûm-i zaman buyurdu ki: “Hiç üzülme! Hastalığı geçecek, sıhhate kavuşacaktır.” Talebe sevinip hastasının yanına döndü. Fakat bir müddet sonra hastanın durumu ağırlaştı. Artık ümîd kesilmişti. Bir gece can vermek üzere idi. Rûhunu can alıcı meleğe teslim edip, gözleri, elleri ve ayakları ölülerdeki gibi oldu. Bu hâli gören o talebe, üzülerek, ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve hastasının Hakkın rahmetine kavuştuğunu söyleyip; “Mağfireti için duâ buyurunuz efendim” dedi. O sırada Kayyûm-i zaman hazretleri teheccüd namazı için kalkmıştı. Bu talebesine buyurdu ki: “O hasta ölmemiştir.” Talebe; “Efendim. Elleri ve ayakları düz ve hareketsiz duruyor. Gözleri de kapandı. Vefât ettiğini iyice anladıktan sonra huzûrunuza geldim” dedi. Kayyûm-i zaman yine; “Mümkün değil ölmemiştir” dedi ve yiyecek bir şeyler verip; “Gidin. Ne yapıp yapın. Ağzını açın ve bu yemeği ağzına koyun. Yaşadığından hiç şüphe etmeyin” buyurdu. O talebe şaşkın bir vaziyette bildirileni yapmak üzere evine döndü. Hastanın yatağının yanına geldi. Ağzını zorla açtı. Hocasından getirdiği yiyecek şeylerden ağzına koydu. Daha ağzına koyar-koymaz, yemek o hanımın ağzında oynamaya, hareket etmeye başladı. Yemeği yuttu ve o ölü hâli geçip yaşama emareleri görülmeye başladı. Birden tam sıhhate kavuştu ve aç olduğunu bildirip çorba istedi.
Kayyûm-i zaman’ın bu kerâmet ve tasarrufu sebebiyle çok kimsenin onun yüksekliğine olan i’tikâdları ve ona bağlılıkları arttı. Birçok kimsenin dilinde; “Kayyûm-i zaman hazretleri, Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltiyor. Allahü teâlâ ona bu kerâmeti ihsân etti” sözleri dolaşmaya başladı, Îsâ aleyhisselâm da Allahü teâlânın izniyle ölüleri diriltirdi. Nitekim hadîs-i şerîfde; “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir” buyurulmuştur.
Kayyûm-i zaman’ın talebelerinden birisi huzûruna gelip; “Efendim! Bizim bahçede bir ağaç var. Meyve vermiyor” diye arzetti. O talebeye buyurdu ki: “Asamı (bastonumu) al. O ağacın gövdesine dokundur. İnşâallahü teâlâ meyve vereceğini ümîd ediyorum. Hem de çok lezzetli meyveler verecektir.” O talebe diyor ki: “Asayı alıp ağaca dokundurdum. Allahü teâlâ hocamın o asasının bereketi ile o ağaca o kadar meyve ihsân etti ki, bütün şehirde darb-ı mesel hâlini aldı. Herkes ondan bahseder oldu.
Kayyûm-i zaman’ın halîfelerinden Sûfî Abdüllatîf-i Kâbilî şöyle anlatır: “Üstadım Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretlerini çok görmek istiyordum. Birgün bu arzum şiddetlendi. Kalbim yanıyor, yerimde duramıyordum. Ben Kabil’de, o ise, irşâd diyarı olan mübârek Serhend şehrinde idi. Yüksek babası Urvet-ül-vüskâ, Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî’nin da’veti üzerine bir anda Serhend’den Kabil’e gelip, yine bir anda geri dönmüştü. Birden aklıma bu hâdise geldi. Hocam Muhammed Sibgatullah ki her husûsta babasına uymuştu ve onun kemâlâtına kavuşmuştu. O hâlde Allahü teâlânın izni ile o da bir anda gelebilirdi. Bu zavallı âşığı mübârek yüzü ile şereflendirir ve bu arzu ateşime bir çâre bulurdu. Bu lütuf onun kerîmliğinden, iyilik ve ihsânından beklenir, ümîd olunur diye düşündüm. Bu düşünceler içinde çarşıya doğru gidiyordum. Aniden, karşımdan bana doğru yaklaştığını ve yüz yüze geldiğimizi gördüm. Hemen ellerine kapandım. Bir müddet beraber kaldık. Daha sonra gözümden kayboluverdi. Beyt:
“Baba nûr, oğul nur” sözü meşhûrdur,
Bunun için derler “Nûrun alâ nur”.
Kayyûm-i zaman hazretlerinin talebelerinden birinin, devamlı kız çocuğu oluyordu. Hiç erkek çocuğu yoktu. Erkek çocuğu olmasını da çok istiyordu. Bunun için hocası Kayyûm-i zaman’a gelerek hâlini arzetti ve; “Eğer hazretiniz bana duâ buyurursanız, Allahü teâlâ duânız bereketiyle fakire bir erkek çocuk verir” dedi. O da duâ edip; “İnşâallah bu seferki çocuğunuz erkek olacaktır” buyurdu. Hakîkaten buyurduğu gibi oldu ve o talebenin bir erkek çocuğu doğdu.
Ma’den-i cevâhir kitabında anlatıldığına göre, Kayyûm-i zaman zamanında evliyâlık yolunda bulunmak arzusunda olan bir kimse, bu yüksek Müceddidiyye yoluna girmeden evvel, Kübreviyye yoluna girmişti. Fakat, kalbinde hiçbir açılma olmadı. Bir ilerleme hissetmedi. Kendi kendine; “Acaba bu büyük devlet, geçmiş büyük velîlere mi mahsûs idi de, şimdi netice vermiyor. Anka kuşu gibi ele geçmez oldu” diye düşündü. Bu kararsız hâlde iken evliyânın tâcı olan Kayyûm-i zaman’ın mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Onun hâli kendisine o kadar te’sîrli oldu ki, hemen atından inip, Kayyûm-i zaman’ın ellerine sarıldı. Bir müddet beraber gitti ve sohbetinde bulundu. Yüksek teveccühlerine kavuştu. Derhal gönlünde açılma ve ilerleme hâsıl olduğunu hissetti. Bu yüksek zât hakkındaki i’tikâdı yüzlerce misli arttı. İlk asırdaki lezzetleri bu son zamanda hissetmeye başladı ve; “Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkileri mi, sonrakileri mi hayırlıdır, bilinemez” hadîs-i şerîfinin ma’nâsı zuhur eyledi. Beyt:
O mes’ûd insanlar ki, ma’nâya erişirler,
Kalblere hükmetmeyi bir anda öğrenirler.
Bir defasında Kayyûm-i zaman’ın yanına ihtiyâç sahibi bir kimse geldi. O anda ona verecek bir şeyi yoktu. Orada atılmış vaziyette duran bir taşa dikkatle bakınca taş altın oluverdi. O altını alıp orada bekleyen ihtiyâç sahibi kimseye verdi. O kimse de çok sevinerek ve çok duâ ederek gitti.
Berekât-ı Ma’sûmî kitabının yazarı olan Sefer Ahmed (r.aleyh) şöyle anlatır: “Birgün bu fakîr, Kayyûm-i zaman’ın huzûrunda idim. Kendisine hizmet etmekle şerefleniyordum. O esnada çok müşâhede ve hâllere kavuştum. Dekken beldesine gidince gönlüme; “Acaba bir daha hocamın yüksek huzûrunda bulunabilecek miyim?” Sohbet ve hizmetle şereflenebilecek miyim? Yoksa bir daha göremiyecek miyim?” gibi düşünceler geldi. O anda hocamı karşımda gördüm. Bana; “Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr buyuruyor ki” diye başlayıp o yüksek velînin şu meâldeki beytini okudu:
“Dünyâda ismimizden başka birşey kalmadı
Varlık sabahımızda akşamdan başka kalmadı.
Bir kuş ki düşmüş idi, şu varlık tuzağına,
Uçup gitti, tuzaktan başka bir şey kalmadı.
Fakir, bu şiirden vefâtının yaklaşmış olduğunu anladım.
Çünkü, sırları, gizli hâlleri, rumuz ve işâretlerle anlatmak, bildirmek âdeti idi.”
Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini rica ettiler. Muharebenin her iki tarafta da şiddetlendiği, kılıçların, okların, silâhların ölüm saçtığı bir gece idi. Kayyûm-i zaman merak edip durumu öğrenmek için muharebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harbeden müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı. Yaptığı güzel ve fâideli bir işi hiç söylemezdi. Bu yarayı muharebe meydanında almış olduğu anlaşıldı. Kâfirlerin pek’ kalabalık oldukları bu harbde, müslümanların imdâdına yetişmiş ve kâfirlerin yenilmesine yardımcı olmuştu.
Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri, bu yara ile altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Ya’nî o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. Vefâtı 1122 (m. 1710) senesi Rebî’ul-âhır ayının dokuzunda Cum’a günü ikindi vaktinde vâki oldu. Vefâtında seksendokuz yaşında idi. Onu çok sevenler, vefât târihini bildirmek için ebced hesabı ile 1122’yi gösteren çok şiirler ve mısra’lar söylemişler, yazmışlardır. Bunlardan birkaç misâl şöyledir:
An âyet-i rahmet bûd: O rahmet âyeti idi. (1122)
Fadl-ı Rabbî: Rabbimin ihsânı. (1122) Hâce-i Nakşibend (1122)
Ah yâ Rab İmâm-ı âlem reft: Ah yâ Rabbî! Âlemin İmâmı öldü. (1122)
Kayyûm-i Ma’sûm reft. (1122)
Ferzendi Mahbûb-u Müceddid-i elf-i sânî: Müceddîd-i elf-i sânî (İmâm-ı Rabbânî hazretleri)’nin sevgili evlâdı. (1122)
Ân a’zam-i evliyâ bûd; O evliyânın en büyüğü idi. (1122)
Kayyûm-i zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) yüz salevât-ı şerîfe okumuş idi. Bundan sonra rûhunu teslim etti.
Seksen yaşına yaklaştığında; “Allahü teâlâ, seksen yaşındakileri Cehennemden âzâd eyler” buyurdu. Seksen yaşını geçtikten sonra Allahü teâlânın rahmetinden daha fazla ümitlendi. Dâima hamd eder ve şehîd olarak ölmeyi taleb ederdi. Bunun için Allahü teâlâ ona şehîdlik mertebesini ihsân etti. Cenâze namazında çok büyük kalabalık vardı. Yüksek babası İmâm-ı Ma’sûm’un türbesinde medfûndur.
Kayyûm-i zaman’ın; Şeyh Ebü’l-Kâsım, Muhammed İsmâil, Şeyhullah ve Rahmetullah isimlerinde dört oğlu olup, oğullarının herbiri babalarından icâzet ve hilâfet almış, olgun ve yüksek velî zâtlar idi. Kayyûm-i zaman’ın oğullarından başka birçok halîfeleri de vardı. Ba’zılarının isimleri şöyledir: 1-Ma’den-i cevâhir ve Berekât-ı Ma’sûmî kitaplarının müellifi Meyan Sefer Ahmed, 2- Şeyh Zeynel’âbidîn. Meyan Fakîrullah Burhânpûrî ismi ile meşhûrdur. 3- Mîr Azîz, 4- Mîr Muhammed Ganî, 5- Ebû Nasr Sultanpûrî, 6-Muhammed Refî’ı Kâbilî, 7-Abdüllatîf-i Kâbilî, 8- Şeyh Fakîrullah. Ya’kûb Türkmân köyünden olup, önceki adı Hüsrev Bek idi, 9- Hâfız Muhammed Nizâm, Kâbilî, 10- Sûfî Elif-i Belhî, 11- Sûfî Muhammed Kâbilî.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 204
2) Umdet-ül-makâmât sh. 342
3) Hadâik-ül-verdiyye sh. 197
MUHAMMED SİBGATULLAH (Kayyûm-i zaman)