İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîki saadete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğlu. 1000 (m. 1591) senesinde Serhend’de doğdu. 1008 (m. 1599) senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakkı zikretmek, murâkabe etmek için vazîfe almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocuk iken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşfederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrârına mahrem oldu. 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn hastalığından Serhend’de vefât etti.
Muhammed Sâdık’ın çocukluğunda, ta’lim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belli idi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Babam bana; “Sizin bu oğlunuz bana eşyanın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap verebiliyorum” der idi.”
Muhammed Sâdık, yüksek kabiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm’ın, rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, paha biçilmez muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah’ın ve muhterem babalarının daimî tasarrufları altında idi. O günlerde evliyâlıkta cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: “İşittim ki: O günlerde çok defa kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişan bir hâlde dururken, Muhammed Bâkî-billah oradan geçti. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; “Bizim meczubumuz bakın ne yapıyor?” buyurdu.
Birgün, o civarda bulunan bir velîden hilâfet almış olan bir derviş, memleketine dönerken hazret-i Hâce’nin huzûruna kavuştu. Kendi yüksek hâllerini arzetti. Maksadı; “Bizi bu gibi hâller ile süslediler, eğer burada da aynı şeyleri elde edeceksem kalıp, sizi rahatsız etmeme sebeb var mı? Yok, eğer başka şeylere kavuşacaksam, kavuşuncaya kadar kalayım” demek idi. Hazret-i Hâce, hazret-i İmâm’ın bu oğlunu çağırıp; “Evlâdım! Hâllerini anlat da, misâfirlerimiz dinlesinler” buyurdu. Mahdûm-zâde (Muhammed Sâdık) hâllerini arzeyledi. Tıpkı o gelen dervişin hâlleri gibi idiler. Hattâ biraz daha fazla idiler. O derviş, bu yola gireli iki-üç ay olan, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuğun, kendi elli senede elde ettiği hâllerden bahsettiğini görünce yeni baştan işe başlamağa karar verdi.
Bu Mahdûm-zâde’nin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bakî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce’nin bir mektûbunda; “Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzûr içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz” buyurdu. Muhammed Sâdık’ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak i’timât ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defasında amcası ticâret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe ederek oturduktan sonra başını kaldırıp; “Dedem amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor” dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helak oldu, kendisi vefât edip, bir daha geri dönemedi.
Hazret-i Hace, sağlığında. yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havale edince, Muhammed Sâdık da onların arasında idi. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nurlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes şöyle diyordu. Mısra’:
“Böyle babaya, böyle evlâd yakışır.”
İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkîye yazdıkları mektûpda şöyle arzettiler: “Muhammed Sâdık yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmengüh’a (dağ eteği) giderken yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makamında gömülmüştür. Hayret cihetinden bu fakire çok benziyor.”
Onu görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı. Hattâ ba’zı zenginler; “Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz” derlerdi. Bir başkası bu Mahdûm-zâde’nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı: “Birgün ba’zı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; “Ne olur, bunların ba’zılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız” dedim. Bu Mahmûd-zâde temiz kalblerinden bir âh çekip; “Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur” buyurdu. O derviş dedi ki: “Bu söz, mübârek ağzından öyle bir eda ile çıktı ki, utandım ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamamen kayboldu.”
Aklî ve naklî ilimlerde çok kuvvetli idi. Birgün Şîraz’dan Hindistan’a gelen âlimlerin en büyüklerinden birinin sohbetinde bulundu. Bu âlim aklî ilimlerde eşsiz idi. Yaradılışı icâbı, o âlim ile derin ilimlere dâir bir kaç kelime konuştu. Sözlerini bitirince Şîrazlı bu âlim dedi ki: “Bu genci görmeyince, Hindistan’daki talebelerden birinin, aklî ilimlerdeki derin mes’eleleri idrâk kuvvetini yakînen anlayamamıştım.”
Muhammed Sâdık hazretlerinin ilimdeki mahareti, hâllerinin yüksekliği, yalnızlığı istemedeki fazlalığı, münâcaatları, Allahü teâlâya yalvarma arzuları, ziyâde idi. Yüksek babalarından ayrı kaldığı zamanlar, onlara ba’zı mektûplar yazmışlardır. Bu mektûplardan ba’zı parçalar aşağıdadır:
“Canım Babacığım! Hiç bir ânımın, Allahü teâlânın rızâsının hilâfına geçmemesinden başka arzum yoktur. Bu da ele geçmiyor. Ancak o dergâhda hizmet edenlerin imdâd ve yardımı ile ele geçer. Mısra’:
“Kerîmler ile yapılan işler kolaydır”
Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, hâlim şerefli teveccühünüzün bereketi ile, emrettiğiniz şekilde istikâmettedir. Bunda, az bile olsa bir gevşeklik olmuyor. Hattâ günbegün, artmakta ve yükselmekte olduğunu ümid ediyorum. Sabah, öğle ve ikindiden sonra, sohbete oturup, hafızdan Kur’ân-ı kerîm dinliyoruz. Ey gönüllerin kıblesi! Bu fakir, hemen hemen, hergece, hazretinizi rü’yâda görmekle şereflenmekteyim. Bundan daha çok ne yazayım. Köleniz.”
“Yüksek Babacığım, eşsiz mürşidim gözlerimin nûru, canım efendim! Bir gece teravih namazında hafız Kur’ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makamı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur’ân makamı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür’et edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makamın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakir de bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Sa’îd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzûr içindedirler. Duâlar ederim efendim.”
Hazret-i İmâm’ın bu yüksek oğullarına yazdıkları birçok mektûplar vardır. Bu mektûpların en büyüğü birinci cildde ikiyüzaltmışıncı mektûp olup, kendi yollarını bildirmektedir. Bu mektûbun ba’zı kısımları aşağı alınmıştır:
“Elbette nafilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında, bir damla kadar bile değildir. Nafilenin kıymeti, sünnetin yanında bile, böyledir. Sünnet de, farzın yanında okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaştırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Çok kimseler, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nafilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sofiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı beğeniyor. Cum’a namazına ve cemâate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz namazı cemâatle kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha fâideli olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslâmiyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve fikir çok fâideli ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nafilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebep oluyorlar. Meselâ, Aşure namazının, Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâatle ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nafile namazı cemâatle kılmanın mekrûh olduğunu fıkıh kitablarında okuyorlar. Farzları kılmakda gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâatle kılmağa ehemmiyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı müslümanlık zayıflamağa başladı. Böyle işlerin zulmeti ile, günahlar, bid’atler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:
Az söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!
Nafile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise, asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlayan nafileler (Meselâ, farz namazlarından önce ve sonra kılınan sünnetler), asla kavuşturmağa yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. Farzların en üstünü, en yükseği namazdır. “Namaz, mü’minin mi’râcıdır” ve “Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamanı, namazda olduğu zamandır!…” hadîs-i şerîfleri bunu haber vermektedir. “Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki…” hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakîre göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resûlullahın ( aleyhisselâm ); “Yâ Bilâl, beni ferahlandır!” buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dînin direği, namazdır. Müslümanlık ile, kâfirliği birbirinden ayıran, namazdır.
Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O’na tutulmuştur. O’nun rızâsını kazanmaktan, O’na itaat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminan kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık (ya’nî hep doğru söyleyici) ( aleyhisselâm ); “Cahillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur.” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslâmiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Birşeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminana kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.
Kıldan ince ma’nâlar var, kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, birşey bilir sanma sakın!
Sünnetlerin nûrunu, bid’atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullahın milletinin parlaklığını ( aleyhisselâm ) yeni yeni bilgilerin kirleri ile söndürürler. Daha da çok şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bid’atlere “Hasene” adını takıyorlar. Bu bid’atlerle, dîni yükseltiyoruz, İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid’atleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din, bu bit’atlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın ni’meti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 3. âyetinde meâlen; “Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum” buyurdu. Dînin olgunlaşmasını, bu bid’atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur.
Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde, “İfâde ve istifâde” babında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâliktir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar, herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşt ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Fâidesi çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:
Susdum artık, zekîlere bu yeter,
Çok, bağırdım, dinleyen varsa eğer.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmândır ve rahimdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma, Âline ve Eshâbına, sonsuz salât ve selâm olsun.”
1025 (m. 1616) senesinde Serhend’de şiddetli bir veba (tâ’ûn) salgını başladı. Bu salgın hergeçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan hergün kabre konuyordu. Bu hâli gören Muhammed Sâdık hazretleri buyurdular ki: “Bu tâ’ûn yağlı lokma istiyor. Biz gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez.” Hummaya yakalandılar ve Rebî’ül-evvel ayının dokuzuna rastlayan Pazartesi günü vefât eylediler. Bundan sonra, oradaki tâ’ûn hastalığı hafifledi, tâ’ûn hastalığından yatanlardan birçoğu iyileşti. O şiddetli sıtma hâlinde olanlar anladılar ki, bu Mahdûm-zâde geldi. bu hastalığa yakalanan hastaların elinden tutup onları kurtardı ve; “Bugün bu belâyı biz üzerimize aldık” buyurdu. Biri rü’yâda gördü ki, her kim bu Mahdûm-zâde’nin ismini yazıp, yanında taşırsa, bu belâdan kurtulur. İnsanlar bir müddet onun mübârek ismini yazıp yanlarında taşıdılar. Çok te’sîrini ve faydasını gördüler. Vefâtından sonra, yakınları, dedelerinin yanına gömmek istediler. Hazret-i İmâm bu husûsta teveccüh eylediler. Şimdi gömülü bulundukları yerde, gömülmesini emir buyurdular. Hazret-i İmâm her Cum’a namazından sonra, ziyâretine gider, bir müddet murâkabe ederek otururlardı. Bunun gibi her Cumartesi sabahı, bütün eshâbı ile, sohbet halkasını, onun nurlu mezarının başında kurarlardı. Birçok zamanlar, bu oğlunun âhıret hâllerinden garîb şeyler beyân ederlerdi. Hazret-i İmâm’ın teveccüh ve duâları ile, çok yüksek ilerlemeler hâsıl olurdu. Cenâb-ı Hakkın, oğullarına verdiği ihsânları keşfederlerdi. Birgün oğullarının kabrinin başından kalkarken şöyle buyurdular “Bugün oğluma teveccüh eyledim. Gördüm ki, her an nûrlar ve garîb eserler zâhir oluyor. Her an, coşarak rahmeti ilâhiyyeye âit garîb sırları açıklıyor.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektûpda oğulları hakkında şöyle buyurdu:
“Allahü teâlânın ni’metlerine hamd olsun ve O’nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum (r.aleyh) iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:
Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.
Merhum oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül’âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmidört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti. Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler “Beydâvî” tefsîrini “Şerh-i mevâkıf’ ve benzeri yüksek kitapları okuyorlardı. Ma’rifet ve irfanını anlatmak ve şuhûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız (r.aleyh) hâlini yumuşatmak için, pazarların şübheli olan yemeklerini ona yedirirlerdi. “Muhammed Sâdık’ı sevdiğim gibi, hiçbir kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor” buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. “Vilâyet-i Mûseviyye”yi son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi. O’na sığınır, O’na yalvarır, O’na boyun büker ve O’nun huzûrunda eğilirdi. “Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan birşey istemiştir. Ben, O’na sığınmayı ve O’na yalvarmağı istedim” buyururdu.
Muhammed Ferrûh’dan ne yazayım ki, onbir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye okuyordu. Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâima âhıret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhıret azâbından kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.
Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne yazayım.
Oğullanmın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmiştiler. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sahibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine ( aleyhisselâm ) bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra’tercümesi:
Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı.”
(Birinci cild, üçyüzaltıncı mektûp.)
Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektûpları “Mektûbât” adındaki eserinde toplanmıştır. Onun hakkında; “Azîz oğlum, bu fakirin ma’rifetlerinin bir mecmû’asıdır. Cezbe ve sülûk makamlarının bir nüshasıdır” ve “Oğlum, benim esrâr mahremimdir.” gibi buyurduğu şeyler çoktur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1034 (m. 1624) senesinde vefât edince, oğlu Muhammed Sâdık’ın mezârının kıble tarafına kabir hazırladılar. Mübârek cenâzelerini kabre koydukları an, oğlu Muhammed Sâdık’ın kabri, peder-i âlîsine hürmet için ayak ucuna geldi ve iki kabrin arasındaki kısım kabardı. Görenler hayretler içinde kaldılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1046
2) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 297
3) Umdet-ül-makâmât sh. 218
4) Hadarât-ül-Kuds sh. 220
5) Zübdet-ül-makâmât sh. 300
6) Makâmât-ı ahyâr sh. 24
MUHAMMED SÂDIK