Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, lakabı Şemsüddîn’dir. 820 (m. 1417) senesi Şa’bân ayında, Berât gecesinde Rûc köyünde doğdu. Muhammed Rûcî’den önce, annesinin çok sevdiği bir oğlu vardı. Beş yaşında iken bu çocuk vefât etti. Annesi bu duruma çok üzüldü. O gece rü’yâsında Resûl-i ekremi ( aleyhisselâm ) gördü. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) ona; “Sen üzülme, kalbin rahat olsun. Çünkü Allahü teâlâ, sana bir erkek çocuk verecek, onun ömrü uzun olacak, yüksek derecelere kavuşacak” buyurdu. Bir müddet sonra Muhammed Rûcî dünyâya geldi. Annesi ona; “Sen, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bana müjdelediği oğlumsun” derdi. Muhammed Rûcî, 904 (m. 1498) senesinde vefât etti. Hocası Sa’düddîn Kaşgâri’nin kabrinin yanına defnedildi.
Muhammed Rûcî, küçüklüğünden beri insanlardan uzak ve yalnız kalmayı arzu ederdi. Akranlarının arasına karışmazdı. Evde bir odada, tek başına yaşamağa çalışırdı. Babası ve dedeleri ticâretle uğraşırlardı. Muhammed Rûci, babasının mesleğine hiç rağbet etmedi.
Kendisi şöyle anlatır: “Dâima Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâmda görmeyi temenni ederdim. Birgün eve girdim. Annem evde oturuyordu. Elinde bulunan bir kitabı okuyordu. Yanına yaklaştığımda, annemin şunları okuduğunu duydum: “Kim Cum’a gecesi bu duâyı birkaç defa okursa, rü’yâsında Resûlullahı ( aleyhisselâm ) görür.” Bu sözleri duyunca, içimdeki Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) görme arzusu arttı. Gelecek gece de Cum’a gecesi idi. Anneme; “Cum’a gecesi gelince o duâyı okuyacağım. Belki Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) görürüm” dedim. Annem; “Git oku” dedi. Ben de doğruca odama gittim. Kitapta bildirilen şartlara uyarak, duâyı okumakla meşgûl oldum. Daha önce de, kim her Cum’a gecesi Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) üçbin salevât okursa, rü’yâsında Resûlullahı ( aleyhisselâm ) görür, diye duymuştum. O duâyı okuduktan sonra, üçbin kerre de Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) salevât okudum. Vakit gece yarısına yaklaşınca, yatağıma yatarak uyudum. Rü’yâmda şöyle gördüm: Eve, geldiğimde kışlık salonda annemi gördüm. Annem beni görünce; “Oğlum niçin geciktin? Burada seni bekliyordum. Evimize Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) teşrîf etti. Haydi gel, seni Resûlullaha ( aleyhisselâm ) götüreyim” dedi. Elimden tutup, beni Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) bulunduğu yazlık salona doğru götürdü. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) oturmuşlardı. Etrâfında da birçok kimseler vardı. Bunların bir kısmı oturuyor, bir kısmı ayakta duruyordu. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) etrâfında halka yapmışlardı. Dünyânın her tarafına mektûplar gönderiyordu. Huzûrlarında bir kâtip vardı. Oturmuş Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) buyurduklarını yazıyordu. Zannederim o, Şerefüddîn Osman Zeyyâr Tukânî idi. O zât, zamanın büyük âlimi ve velîsi idi. Annem beni Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûrlarına götürünce. Resûlullaha; “Yâ Resûlallah! Zât-ı âliniz bana, ömrü uzun ve Allahü teâlânın lütuf ve insanına kavuşacak bir oğlum olacağını buyurmuştunuz. O buyurduğunuz bu mu, yoksa başkası mı?” diye sorunca, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) benden tarafa doğru baktılar. Sonra tebessüm ederek; “Evet, o söylediğim oğlunuz budur” buyurduktan sonra, kâtip Şerefüddîn Osman’a, “Onun için bir mektûp yaz” buyurdu. O da bir kâğıda üç satırlık bir yazı yazdı. Ben, kâtibin yazdığına bakıyordum. Satırların altına şâhidlerin ismini yazar gibi, ayrı ayrı yerlere birçok kimsenin isimlerini yazdı. Sonra kâğıdı katlayıp, anneme verdi. Oradan ayrılınca, annemden mektûbu aldım. Kendi kendime; “Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum. En doğrusu, geri dönüp, mektûbu Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) göstereyim. Bana mektûbun muhtevâsını anlatırlar” dedim. Bu düşünce ile döndüm ve Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) huzûruna girdim. “Yâ Resûlallah! Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kâğıdı elimden aldı. Kâğıtta yazılı olanları sesli olarak okudu. Ben, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) okuduklarını bir defada ezberledim. Sonra Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) başka bir şeyi sordum. O anda, kapının sesini duyarak uyandım. Annem kapıdan içeri giriyordu. Elinde kandil vardı. Yatağımdan kalktım. Annem bana; “Oğlum, rü’yânda birşey gördün mü?” diye sordu. Ben de; “Evet gördüm” deyince: “Ben de senin gördüğünü gördüm” dedi. Annem rü’yâsını anlatmaya başladı, iki rü’yâ arasında hiç fark yoktu.”
Yine kendisi şöyle anlatır: “Daha gençliğimde iken bu yola girdim. Ba’zı kimselere, Hirat âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin hâllerini sordum. Çünkü onlardan birinin sohbetinde ve meclisinde bulunmak istiyordum. Bir kişi bana, Şeyh Sadreddîn Ravâsî’yi tavsiye etti. O, Şeyh Zeynüddîn Hafî’nin talebelerinden idi. Şimdi ise, yanında bulunanlara doğru yolu göstermek ve onları yetiştirmekle meşgûldü. Bunun üzerine derhâl Hirat’a gittim. Yolda Şeyh Zeynüddîn Hafî’nin kabrini ziyâret ettim. Bu sırada Sadreddîn Ravâsi, talebeleriyle beraber orada bulunuyorlar ve zikir ediyorlardı. Zikri, seslerini yükselterek yaptıkları için, bu durum hoşuma gitmedi. Yoluma devâm ederek Hirat’a yaklaştım. Bu sırada bizim köyden olan Hâfız İsmâil ile karşılaştım. O, Sa’düddîn Kasgârî’nin sohbetiyle şereflenmişti. Sonra Mevlânâ Nûreddîn Abdürrahmân Câmî’ye bağlandı. Tasavvuf yolunda pekçok şeyler kazandı. Hâfız İsmâil bana; nereden geldiğimi, matlûbumun ve maksûdumun ne olduğunu sordu. Ben de ahvâlimi olduğu gibi anlattım. Hâfız İsmâil beni dinledikten sonra; “Câminin kapısına git. Orada büyük bir zât vardır. Ba’zan câmide cemâatle beraber oturur. Belki onun hâli sana hoş gelir” dedi. Bunun üzerine hemen câminin kapısına gittim. Câminin odasında, bir cemâatle beraber o zâtın oturduğunu gördüm. Yanındaki cemâat âlim ve faziletli zâtlardan meydana geliyordu. Hiç konuşmadan onu dinliyorlardı. Ben kapının dışında durdum. Duvara yaslanıp, onlara bakmağa başladım. Onlardaki sessizliği, sekînet ve vekarı görünce, hatırıma Şeyh Sadreddîn’in etrâfında halka yapmış olanların hâllerini ve bağırmalarını getirip; “O ne ses ve hareketlilik, şimdi bu ne sessizlik ve tumânînet hâli?” diye kendi kendime düşünmeye başladım. Bu sırada Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgâri başını kaldırdı. “Ey kardeşim, yanıma gel” buyurdu. Elimde olmadan onun yanına gittim. Beni yanına oturttu ve; “Sultan Şâhruh’un hizmetçileri veya askerleri, onun yanında bulunup, yüksek sesle Şâhruh, Şâhruh diye bağırsalar, onların böyle bağırmaları gayet edebsizlik ve ahmaklık olur. Hizmetçilerin ve askerlerin edebi, Sultan ve efendinin yanında sessiz, hâzır bir vaziyette, bağırıp çağırmadan durmaları ile olur” buyurdu. Sonra Sa’düddîn Kaşgâri benim elime baktı. Elimde boynuzdan yüzüğü gördü, ihtiyâcı olan kimsenin, hacet elini boş olarak uzatması daha iyidir” buyurdu. Bunun üzerine ben elimden o yüzüğü çıkardım. Sa’düddîn Kaşgâri kalkıp mescide girdi. Orada bulunanlardan birisine, beni peşinden mescide götürmesini işâret etti. Mescide girdim. O bir yere oturdu. Beni de karşısına oturttu. Bana tarikatı telkin etti. Sonra şöyle buyurdu: “Mescid güzel bir yerdir. Burada ikâmet et. Sana emrettiğim şeylerle meşgûl ol.” Ben de onun gösterdiği şeylerle meşgûl olmaya başladım. Annem bunu haber alınca, hemen Rûc’dan bizim yanımıza geldi. O da bu yola girdi.
Bir müddet geçtikten sonra, bir gece mescidin kubbesinde bulunan odada teheccüd namazı kıldıktan sonra murâkabeye daldım. Bu sırada kandil gibi bir nûr göründü. Gündüz gibi kubbeyi aydınlattı. Onun aydınlatması ile bütün kubbeyi görüyordum. Bu nûr her an fazlalaşıyordu. O hâle geldi ki, koskoca bir kandil oldu. Bir müddet bu hâlde kaldı. Bu hâli görünce, bende bir nev’î gurûr ve kendimi beğenme hâli meydana geldi. Sabah olunca, Sa’düddîn Kaşgâri’nin meclisine gittim. Bana kızarak baktı. “Seni, gurûr kokusu ile dolu olarak görüyorum. Bu kadarcık bir nûr görmekle, hiç insana gurûrlanması yakışır mı? Hâlbuki Mevlânâ Nizâmüddîn Hâmûş’a bağlandığım zaman, karanlık gecelerde yolda giderken, sağımda ve solumda on veya on iki meş’ale yanardı. Nereye gitsem onlar da, benimle beraber giderlerdi. Buna rağmen asla onlara iltifât etmez, onlara hiç i’tibâr etmezdim” diye buyurduktan sonra, kızarak şunları ilâve etti: “Yanımdan kalk git. İkinci defa bu şekilde bir daha yanıma gelme.” Böylece beni meclisinden kovdu. Onun huzûrundan kalbim kırık olarak çıktım. Çok ağlayıp, göz yaşları döktüm. Bu hâlimden dolayı Allahü teâlâdan af ve mağfiret diledim. Kalbimi bu gurûr ve kendini beğenme kirlerinden temizlemek için çok gayret gösterdim. Hocam Sa’düddîn Kaşgâri’nin iltifâtları ve teveccühlerinin bereketi ile, bu sıkıntılı ve kötü durumdan kurtuldum. Aynen bana görünen nûr, anneme de göründü. Hattâ, o benden daha fazla gördü.
Böyle nûrların bana göründüğü günlerde, birisi bana çok tevâzu gösteriyordu. Onun bana karşı tevâzu’u artık haddîni aşmıştı. Bunun üzerine ona; “Bana niçin bu kadar tevâzu gösteriyorsun? Bunun sebebi nedir?” diye sordum. O şahıs, bana şunları anlattı: “Karanlık bir gecede mescide bitişik olan dergâhta oturuyordum. Bu sırada kapıdan Birisi girdi. Bunun üzerine orası gündüz gibi aydınlanıverdi. Hâlbuki o şahsın yanında kandil falan da yoktu. O şahsa iyice baktığımda, siz olduğunuzu gördüm. Siz oradan gidince, yine orası eskisi gibi karardı.”
Mevlânâ Sa’düddîn’in sohbetine kavuşmama rağmen, kalbimde bu yolun büyüklerine bağlılık hâsıl olmadığı için, çok üzgün ve kederli idim. Karanlık gecelerde, câmide başımı yere vuruyordum. Gündüzleri sahraya çıkıyor, oralarda ağlıyor, Allahü teâlâya yalvarıp yakarıyordum. Bu hâl üzere, yaklaşık sekiz ay devam ettim. Birgün Mevlânâ Sa’düddîn, beni bu hâlde ağlarken gördü. Bana; “Çok ağla ve yalvar. Böylece Allahü tealanın rahmetine kavuşursun. Çünkü ağlayıp yalvarmak, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmakta çok te’sîrli ve kıymetlidir. Ben de gençlik günlerimde senin gibi çok ağlardım” dedi. Bu sırada bana iltifât ve teveccüh ile baktı. Bunun üzerine bende, bu yolun büyüklerine bağlılık bir anda hâsıl oldu.
Bundan sonra câmide murâkabe hâlinde idim. Gece yarısına yakın bir vakitte uyku bastırdı. Uykumu dağıtmak için kalktım. O sırada hocam Mevlânâ Sa’düddîn’in arka tarafta beni ta’kib ettiğini fark ettim. Hemen onun arkasına oturmak istedim. O da başını kaldırarak; “Ey Muhammed, niçin kalktın?” buyurdu. “Bende uyku hâli meydana gelmişti. Onu gidermek için kalkmıştım” dedim. Bu sırada bana lütuf ve merhamet buyurdular. Bende büyüklerin yoluna bağlılık tamamen hâsıl oldu.
Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgâri’nin, Allahü teâlânın izniyle, istediği zaman istediği kimseye, bu yolun büyüklerine bağlılığı verme gücü vardı, istediği kimseyi, kendisinden geçirir, onu ma’nevî âlemlere daldırırdı. Birgün onunla beraber mescidin kapısına gelmiştim. Akşam ezanı okundu. Mescide girip akşam namazını kıldık. Namazdan sonra hatim okunacaktı. Çok kalabalık bir cemâat vardı. Her tarafta kandiller yakılmıştı. Sa’düddîn Kaşgârî namazdan sonra kıbleye doğru bir köşede oturdu. Ben de arkasına bir yere oturdum. Sonra bana, yanında oturmam için işâret etti. Yerimden kalkıp yanlarına oturdum. Daha oturmadan, bir ân bana baktı. O ânda kendimden geçtim. Bu hâl, müezzinin yatsı ezanını okumasına kadar devam etti. Bu süre içerisinde, hiçbir şeyden haberim olmadı.
Daha bu yolun başlangıcında bulunuyordum. Câmide abdest alınan yerde oturdum. Elimde de Mesnevî kitabı vardı. O sırada Mevlânâ Sa’düddîn abdest alınan yere geldi. Bana, elimdeki kitabın ne olduğunu sordu. Mesnevî olduğunu söyleyince: “Mesnevî kitabını okumakla bu yolda ilerleme olmaz. Bu yolda çalışma ve gayret lâzımdır. Ancak o zaman onun ma’nâlarına vâkıf olabilirsin” buyurdu.
Yine bu yolda başlangıç günlerimde idim. Câminin bir kenarında, bağdaş kurmuş bir hâlde murâkabede bulunuyordum. Bu sırada şöyle bir ses işittim: “Ey edebsiz! Hizmetçiler hiç sultânın huzûrunda böyle mi oturur?” Bunu duyunca, derhâl yerimden sıçrıyarak, kerpiçlerin üzerinde, iki dizim üzerinde oturdum. O zamandan beri kırk senedir, bağdaş kurarak oturmadım. Şimdi ise, başka türlü oturmak bana güzel gelmiyor.
Birgün hocam Mevlânâ Sa’düddîn ile, Şeyh Behâüddîn Ömer’i ziyâret için Cigâre köyüne gitmiştik. Hocam ata bindi. Ben ise peşlerinden yürüyerek gidiyordum. Yola çıkmadan evvel, evde biraz birşeyler yemiştim. Yolda hararet bastı. Fakat edebimden, hocamdan izin isteyip de su içmeye gidemiyordum. Bu sırada Hocam bana; “Susadın mı?” diye sordu. Ben de; “Evet, şehirden ayrıldığımızdan beri bende susuzluk var” dedim. Bunun üzerine bana; “Git bir yerden su iç gel. Çünkü senin susuzluğun bana da te’sîr etti” buyurdu. Hemen bir yerde su içip geldim. Yolumuza devam ettik. Şeyh Behâüddîn Ömer’in evine varınca, uzakça bir köşeye oturdum. Hocamla Şeyh Behâüddîn konuşmaya başladılar. Onlardan uzakça bir yerde oturduğum için, ne konuştuklarını duymuyordum. Bu sırada kendi kendime; “Bana öyle oturmak yakışmaz. Şeyh Behâüddîn Ömer’e doğru dönmüş olarak oturmam gerekir” deyip, onun tarafına doğru dönerek oturdum. Kalbim onun kalbiyle aynı hizaya geldi. O anda bana dönüp, hocama; “Bu ne yapıyor?” diyerek tebessüm etti. Şeyh Behâüddîn’in kısa süren teveccühleri ile çok fâideler hâsıl oldu. Bende kıymetli hâller meydana geldi. Dört veya beş gün, büyük bir sevinç ve rahatlık meydana getiren feyz ve bereketler birbirini ta’kib etti.
Yine bu yolun başlangıcında iken, dergâhın şark tarafındaki salonda, kıbleye bakan kısımda oturuyordum. Bu yoldaki vazîfelerimle meşgûl oluyordum. Bu sırada karşımda, zayıf bedenli, uzun boylu bir karaltı göründü. Hindistan cevizi gibi küçük olan başı tavana uzanıyordu. Ağzı açık olup, beyaz dişlerle dolu idi. Boynu ve ayakları ince ve uzun idi. O gülerek, bana doğru yavaş yavaş geliyordu. Ba’zan eğiliyor, Ba’zan doğruluyordu. Çeşitli hareketler yapıyordu. Kendi kendime; onun şeytan olduğunu, beni büyüklere bağlanmaktan, meşgûliyetimden alıkoymak istediğini söylüyordum. Onun için meşgûliyetim üzerine sebat edeceğim husûsunda azmimi sağlamlaştırdım ve işime devam ettim. O ise, çok garip ve acâib hareketler yapmak sûretiyle beni meşgûliyetimden vazgeçirmek istiyordu. Fakat onun beni bu meşgûliyetimden vazgeçirmesi mümkün olmadı. Bana yaklaşınca, daha fazla işimle meşgûl oldum, iyice yanıma gelip, benim vazgeçmediğimi görünce, üzerime sıçrayıp omuzuma bindi ve iki ayağını sırtıma yapıştırdı. Ben yine işimle meşgûl idim. Bir müddet sonra ayaklarını üzerimden çekip, duman gibi havaya yükseldi. Sonra kayboldu. Ondan sonra bir daha böyle birşey görünmedi.
Yine başlangıç zamanlarımda, bir gece câmide bir yere dayanmış bir hâlde iken, gökyüzüne doğru baktım. Yıldızların hepsinin yere doğru yönelmiş, yağmur taneleri gibi inmeye başladıklarını gördüm. Bana doğru geliyorlardı. Bana o kadar yaklaştılar ki, elimi uzatsam, elim onlara değebiliyordu. Bu sırada ben de, bu hâli görmekten dolayı kendimden geçtim. Bu hâl sabaha kadar devam etti.
Câmide, Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgâri’nin emri ve tavsiyesi üzerine dâima ibâdetle meşgûl olurdum. Hattâ geceleri de uyumazdım. Oturur, Allahü teâlâya yalvarır, büyüklerin nisbetine kavuşmak için çok ağlardım. Mescidden sâdece zarurî ihtiyâçlarım için çıkardım. Bir defasında bulunduğumuz belde muhasara edilmiş, şehrin kapıları kırk gün kapatıldığından, o günlerde herkes câmiye dolmuştu, ibâdet ve duâ ile meşgûl olduğumdan, durumu kimseye sormadım. Sonra birgün, muhasara hakkında bilgi veren bir kimsenin konuşmasına şâhid oldum. Ona; “Siz hangi muhasaradan bahsediyorsunuz?” diye sordum. O da bana; “Herhalde sen muhasara sırasında burada değildin” dedi. Ben de, o zaman halkın neden mescidde toplandığını anladım.
Mescidde i’tikaf yapıyordum. Üç gün geçtiği hâlde, bana yiyecek getiren kimse olmamıştı. Halsiz bir hâlde kalktım. Yiyecek birşeyler bulmak için mescidden çıkmak istedim. Sol ayağımı mescidin dışına koymuş, sağ ayağım mescidin içinde iken; “Ekmek için bizimle beraber olmayı bırakıyor musun?” diye ilâhî bir düşünce kalbime geldi. Bunun üzerine dışarı çıkardığım ayağımı tekrar içeri soktum. Elim ile yüzüme bir tokat vurdum. Tokat izi, Cum’a gününe kadar yüzümden çıkmadı. Kendi kendime; “Bir daha kendime yemek aramak için asla çıkmıyacağım” dedim. Bunun üzerine bende, büyüklere kuvvetli bir bağlılık hâsıl oldu. Bir ara, daha önce görmediğim ve tanımadığım birisi gelip, önüme bir miktar şeker koydu. Sonra konuşmadan gitti. Vallahi o zâtın konuşmadan dönmesi ve beni ibâdetimden alıkoymaması, o şekeri getirmesinden daha çok sevindirdi.
Birgün bana Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî; “Falancanın ahvâli hakkında birşey biliyor musun?” diye sordu. O şahıs, memleketinden Hirat’a ilim tahsil etmek için gelmişti. Sonra Mevlânâ Sa’düddîn’e bağlandı. Bu zât, dünyâ ile irtibâtını tamamen kesmişti. Talebeler arasına da çok az karışırdı. Devamlı suskun ve mahzûn bir hâli vardı. Hocama; “Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiğim birşey varsa, o da; onun dâima gizli birşeylerle meşgûl olduğudur” dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa’düddîn bana; “Ona hâlini sor, onun durumunu iyice öğren. Sana hâlini anlatıncaya kadar onu bırakma” buyurdu. Bu emir üzerine, o şahsın yanına gittim. Ona; “Sen niçin talebelerin arasına karışmıyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanın kapısını kapatıyorsun? Niçin yalnız başına oturuyorsun?” dedim. O da; “Ben fakir ve garip birisiyim. Kendimi arkadaşlar arasına karışmaya lâyık görmüyorum. Hem de onların vakitlerini zayi etmeyi ve onları rahatsız etmeyi istemiyorum” dedi. Ben, hâlini tam anlatması, elbette onu arkadaşların arasına karışmaktan men eden birşeyin olacağını ve bunu açıklamasını ısrarla istedim. Bu ısrârım karşısında; “Bana niçin bu kadar üsteliyorsun?” deyince, ben de; “Bana bunu sormamı Mevlânâ Sa’düddîn’in emrettiğini, hâline iyice vâkıf oluncaya kadar yanından ayrılmıyacağımı söyledim. Isrârımın kendimden olmayıp hocamdan geldiğine iyice kanâat getirince, âh çekerek şöyle dedi: “Bende bir zaman garîb bir hâl meydana geldi. Sana ondan biraz anlatayım. Cemâatle yatsı namazını kıldıktan sonra, bir süre murâkabe ile oturur, bir miktar da Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdum. Bu sırada, sonu görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuşatırdı. O nûrun görünmesiyle kendimden geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardı. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine dalardım.” Ondan bu hâllerini dinleyince, ona gıpta etmemden dolayı içim yanıyordu. Elimde olmayarak gözlerimden yaşlar geldi. Onun sözleri bana çok te’sîr etti. Oradan ayrıldım. Ertesi gün, Mevlânâ Sa’düddîn’in onun hâlini öğrenmemi istemesi, etrâfında böyle kimselerin de bulunduğunu bana bildirmek içindi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 171
2) Reşehât sh. 145
MUHAMMED RÛCÎ