MEVLÂNÂ ALÂÜDDÎN ÂBİZÎ

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Mü’min Âbizî olup, lakabı Alâüddîn’dir. Kûhistân’a bağlı Âbiz köyünde doğup yetişti. Buraya nisbetle Âbizî denilmiştir. Doğum târihi kat’î olarak tesbit edilememiştir. 892 (m. 1487) senesi Rebî’ul-evvel ayının ortalarında, bir Cumartesi günü vefât etti. Kabri Sa’düddîn-i Kaşgâri’nin kabri yakınındadır.

İlk zamanlarda, Afganistan’ın kuzeybatısında bulunan Heri (şimdiki ismi Hirat) beldesinde zâhirî ilimleri tahsîl etmekle meşgûl iken, Sa’düddîn-i Kaşgârî’yi tanıdı. Bundan sonra, o büyük zâtın rûhlara hayat veren te’sîrli sohbetlerinde ve hizmetlerinde bulunarak evliyâlık yolunda ilerlemeye çalıştı.

Bir taraftan Sa’düddîn-i Kaşgâri’nin sohbetlerine devam ederken, diğer taraftan zâhirî ilimleri okumaya devam etmekle bırakmak arasında tereddüt içinde idi. Her ân o zâtın yanında bulunmak, hiç ayrılmamak, gönlünü başka şeylerle meşgûl etmemek arzusunda idi. Bu düşünceler ile şehirden dışarı çıkıp, Emîr Fîrûz Şah Medresesi’ne vardı, içeri girip mihraba oturdu. O sırada içeride kimse yoktu. “Hep sohbete devam eyle, rahata kavuş!” diyen bir ses duydu. Bu sözden, zâhirî ilimlerle bu kadar meşgûl olmasının kâfi geldiğini, bundan sonra bütün gayreti ile tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışması lâzım olduğunu anladı. Dışarı çıkıp giderken, evliyâdan Necmeddîn Ömer isimli bir zâtın bulunduğu köye vardı. Köyde o zâtı gördü. Gönlünden; “Acaba bu husûsta bu zât bana ne tavsiyede bulunur” diye düşünerek, Necmeddîn Ömer’in yanına yaklaştı. Necmeddîn Ömer buna; “Biraz önce medresenin mescidindeyken sana söylediğim sözü duymadın mı? içinde hâlâ tereddüt mü var?” dedi. Bu söz karşısında hayretler içinde kalan Alâüddîn Âbizî, bu ânda herşeyden alâkayı kesip, Mevlânâ Sa’düddîn-i Kaşgârî’ye teslim olmaya kat’î karar verdi ve doğruca o büyük zâtın yanına vardı.

Sa’düddîn-i Kaşgârî, bu sırada câmide bir köşeye çekilmiş, yalnız başına oturup murâkabe ile meşgûl olmakta idi. Mevlânâ Alâüddîn, büyük bir edeble yaklaşıp, hürmetle oturdu. Sa’düddîn ( radıyallahü anh ) başını kaldırıp, biraz önceki sözleri o da söyledi. “Verimi olmayan tahsili bırakıp, bu büyük ni’meti elde etmeye bak!” buyurdu. Gönlünde bulunan şüphe ve tereddüt bulutları zâten sıyrılıp kalkmış olan Alâüddîn Âbizî, bu sözü duymakla çok değişti, içinde, insanı Allahü teâlâya kavuşturan bu yolda, bu büyük zât vasıtasıyla ilerlemek, herşeyiyle ona teslim olmak arzusu kuvvetlendi ve şimdi bütün kalbi ile bu büyük zâta âşık olduğunu hissetti.

Bundan sonra Mevlânâ Sa’düddîn’in sohbet ve hizmetinde bulunmaktan hiç ayrılmadı. Ondan aldığı feyzlerin bereketi ile ma’nevî derecelere, yüksek olgunluklara kavuştu. O büyük zâtın talebelerinin en önde gelenlerinden ve hizmetinde en çok bulunanlardan oldu. Her ân Mevlânâ Sa’düddîn’in ma’nevî terbiyesi ve koruması altında idi.

Alâüddîn Âbizî, birgün hastalanmıştı. Hastalığın te’sîri ile öyle hâlsizleşti ki, hareket edecek takati kalmadı. Başında bulunanlar, o gece vefât edeceğini zannettiler. Hastalığın verdiği şiddetli elem ile kendinden geçmiş olan Alâüddîn Âbizî, o hâlde uyuyakaldı. Rü’yâsında hocası Sa’düddîn hazretlerini gördü. Hocası buna bir duâ öğretti. Bu duâyı okuyarak uyandı. Hocasının öğrettiği bu duâ bereketi ile, üzerinde hastalıktan hiçbir eser kalmadığını hissetti. Abdest alıp sabah namazını gayet dinç ve rahat olarak kıldı.

Evliyâdan Abdülkebîr Yemenî isimli bir zât, ilk zamanlarında Arab ve Acem diyarlarında yirmi sene müddetle seyahat etmişti. Bu seyahatleri sırasında Mevlânâ Alâüddîn Âbizî ile de tanıştı. Birbirleriyle yakından alâkalanırlardı. Abdülkebîr Yemenî seyahati bırakıp, Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfte mücavir olarak kalmaya başladı. Orada yerleşti. Çeşitli memleketlerden, seyahatleri sırasında tanıştığı zâtlardan Harem-i şerîfe gelenler onun yanına da uğrarlar, sohbetinde bulunurlardı.

Alâüddîn Âbizî ( radıyallahü anh ), bir defasında Harem-i şerîfte Abdülkebîr Yemenî ile buluştu. Abdülkebîr Yemenî, Alâüddîn’e; “Zulüm nedir?” diye sordu. O da; “Birşeyi, lâyık olduğu yerden başka biryerde kullanmaktır. Gönül, hakkı anmak yeridir. O hâlde, gönüle, cenâb-ı Hakdan başka birşeyin zikrini, düşüncesini, muhabbetini koymak zulüm olur” dedi. “Zikir nedir?” diye sordu. O da; “Tevhîd kelimesidir” dedi. Abdülkebîr; “Bu tevhîd kelimesi ibâdettir” deyince, Alâüddîn; “O hâlde siz söyleyin zikir nedir?” dedi. Bunun üzerine Abdülkebîr Yemenî; “Zikir, Allahü teâlâyı tanımanın mümkün olmadığının bilinmesidir. Bilgisizliğe yönelmektir. Namaza; “Ma’rifetini (Kendisini tanımayı) bilmekten âciz olduğum Allahü teâlâya ibâdet ediyorum” diye niyet etmelidir” buyurdu.

Bundan sonra memleketi olan Hirat’a dönen Alâüddîn Âbizî’ye, birgün, hayâtında görmediği bir hâl oldu. Kendinden geçti. Sanki şuurunu kaybetmişti. Bu anlıyamadığı hâlde iken, hocası Sa’düddîn-i Kaşgâri’yi gördü. Hocası ona; “Aman bu hâlini kaybetme, sıkı tut. Abdülkebîr’in; “Bilgisizliğe yönelmelidir.” dediği hâl, işte bu hâldir” dedi. Hâlbuki o, Abdülkebîr’in sözünü hocasına hiç söylememişti. Bu hâdiseden bir zaman sonra, Mevlânâ Alâüddîn yine Harem-i şerîfe gelmişti. Oradaki bir menkıbesini kendisi şöyle anlatır: “Harem-i şerîfte bulunduğum zamanlarda, gönlümü Kâ’be-i şerîfe o kadar kaptırmıştım ki, başka hiçbir yerde duramaz olmuştum. Birgün tavaf ederken, hafiften bir rüzgâr çıktı. Rüzgâr sebebiyle Kâ’be’nin örtüsü az bir şekilde kalktı ve duvardan bir kısmı göründü. O ânda bana öyle bir hâl oldu ki, kendimden geçip, yere yıkıldım. Bir zaman sonra kendime geldiğimde, kalkıp doğruca Abdülkebîr Yemenî’nin yanına gittim. Bu hâlimi ona anlatmak istedim. Ben daha birşey söylemeden bana şöyle dedi: “Senin Kâ’be ile ne işin var? Sen Kâ’be’ye değil, onun sahibi olan Allahü teâlâya gönül ver. O Allahü teâlâ ki, evvel O’dur, âhır O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur ve O’ndan başka hak ma’bûd yoktur.” Daha bunun gibi, tasavvufa âit nice güzel şeyler söyledi. Onun teveccüh ve iltifâtları sebebiyle, çok yüksek hâllere kavuştum.”

Yine birgün Abdülkebîr Yemenî ( radıyallahü anh ), içlerinde Alâüddîn Âbizî’nin de bulunduğu, yüksek âlimlerden meydana gelen bir cemâate sohbet ediyor, tasavvufî hakîkatlerden anlatıyordu. O sırada oraya gelen ve tasavvuf büyüklerinin sözlerini inkâr etmekle tanınan, kaba ve câhil bir kimse yine i’tirâz etmeye yeltendi. Orada bulunanlar bu kimseyi ihtar ettiler ise de, o yine susmadı. “Tasavvuf ehlini medhederken çok mübalağa ediyorsunuz. Kalbime şüphe geliyor. Onlara cevap istiyorum. Niye beni susturmak istiyorsunuz?” gibi sözler söyledi. Buna çok üzülen Abdülkebîr Yemenî celallenerek; “Şüphen neymiş söyle?” dedi. Fakat o kimse ağzını bile açamadan yüzüstü yere düştü. Onu bir kilime sarıp dışarı çıkardılar. Biraz sonra acıklı bir şekilde can verdi.

Daha sonra sohbet esnasında, Alâüddîn Âbizî’nin kalbinden şöyle bir düşünce geçti: “Allah adamları, kerem ve ihsân sahibidirler. O adam ise bu büyükleri anlayamayan zavallı birisi idi. Affetseler daha iyi olmaz mı idi?” Abdülkebîr Yemenî, onun bu düşüncesini anlayıp buyurdu ki: “Ey Alâüddîn! iki tarafı çok keskin olan bir kılıcı, kabzasından duvara sağlam bir şekilde yerleştirseler, gâfil bir kimse de sür’atle gelerek o kılıca kendisini çarpsa ve böylece boynu kopsa, o kılıcın bunda ne kabahati vardır. Evliyâ çekilmiş kılıç gibidir. Ona çarpan helak olur. Evliyâya dil uzatan kimse, o kılıca çarpan kimse gibidir. Evliyâya dil uzatan, sıkıntı veren kimseyi evliyâ affetse bile, Allahü teâlâ affetmez ve cezasını mutlaka verir.”

Alâüddîn Âbizî, Abdülkebîr Yemenî’nin yanında bir müddet kaldıktan sonra, hocası Sa’düddîn Kaşgârî’nin yanına döndü. Onun sohbetlerinde bulundu. Onun vefâtından sonra, Mevlânâ Abdürrahmân Câmî’nin sohbetlerine devam etti. Mevlânâ Câmî, bu kıymetli talebesini çok sever, onun yaratılışını; temiz, pak bir toprağa benzetirdi.

Mevlânâ Alâüddîn Âbizî, tasavvuf yolunda yetişip kemâle geldikten sonra, medreselerde, tekkelerde talebe okutmak, ders vermek yerine, küçük çocukları okutmaya başladı. Böylece büyüklük ve yükseklik hâllerini gizler, kendisini setrederdi. Kendisi şöyle anlatır: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri Heri’ye teşrîf ettiği zaman, ona olan hürmet ve muhabbetlerimi arzetmek üzere ziyâretine gittim. Bana; “kimsiniz? Ne ile meşgûlsünüz?” diye sordu. “Efendim, Mevlânâ Sa’düddîn-i Kaşgârî’nin fukarasından bir fakirim. (Talebesiyim diyemediği için bu ifâdeyi kullanmaktadır.) Küçük talebelere muallimlik yapıyorum” dedim. Bunun üzerine Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri: “Mektep hocalığı, muallimlik yapmak büyük ve kıymetli bir iştir. Onun birçok fâideleri vardır” buyurup, bundan sonra, Sâ’düddîn-i Kaşgârî’nin üstünlüklerinden anlattı. Aralarındaki muhabbet ve yakınlığı bildirip, bana da teveccühde bulundu.”

Mevlânâ Alâüddîn ( radıyallahü anh ), kerâmetler, faziletler ve yüksek hâller sahibi yüksek bir velî idi.

Büyük oğlu Gıyâseddîn şöyle anlatır: “Bir yaz günü, yatsı namazından sonra, uyumak üzere odama çekilmiştim. Ayın ilk günleri idi. Ortalık ay ışığı ile aydınlanmış idi. Evimizin bitişiğinde bir ev vardı ki, içi bomboş görü nüyordu. O evde, ses ve ışık yoktu. Bir ara bu evden ba’zı sesler geldiğini hissettim. Ne olabileceğini merak edip, bir kenardan o evin içine baktım, içeride, gölge hâlinde, karşılıklı oturan bir erkekle bir kadının konuşmakta olduklarını gördüm. Sonra gelip yatağıma yattım, uyudum. Sabahleyin namazdan sonra, babam Mevlânâ Alâüddîn ile görüştüğümüzde bana; “Komşu evine bakıp içindekileri seyretmek caiz değildir. Yandaki evden duyulan sesin ne olduğunu araştırmak ve anlamaya, çalışmak senin vazîfen değil ki” buyurdu.

Mevlânâ Alâüddîn hazretleri, sohbetlerinde kendiliğinden pek birşey söylemez, umûmiyetle hocalarından ve diğer büyüklerden naklederek konuşurdu. Hikmetli sözlerinden ba’zıları şöyledir:

“Biz yoktuk. Allahü teâlâ vardı. Allahü teâlânın varlığı, hem ezelî, hem de ebedîdir. Ya’nî O, hiç yok olmayacaktır.”

“Size mezarda fâidesi olmayacak herşeyle alâkanızı kesiniz. Dervişlik, elenmiş ve üzerine hafif su dökülmüş toprağa benzer. Ne üzerine basanın ayağını incitir, ne de o ayağa toz bulaştırır. Bu ta’rîf, dervişliğin kendisinin değil, sıfatının ta’rîfidir. Hakîkatte dervişlik, her zaman ve her işinde Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

“Allahü teâlâdan gâfil olmayan, O’nu unutmayan Cennettedir.”

“Talebeye üç şey çok lâzımdır. Birincisi; her ân abdestli bulunmak, ikincisi; bulunduğu hâli çok iyi korumak. Üçüncüsü ise; yiyip içtiğinin helâlden olmasına dikkat etmektir.”

“Zâhirî ve bâtınî bütün saadetlerin, rahatlıkların hepsi, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele geçer. O’na uymak nisbeti ne ise, huzûr ve saadet de o nisbettedir. Bu yolda ilerlemek, kabiliyet ile, gayret ve isteğin bir araya gelmesiyle mümkündür.”

“İnsanoğluna verilen mükellefiyet ve mes’ûliyet, mahlûklardan hiçbirine verilmemiştir, insanın, ba’zı ibâdet ve tâatları yapmasıyla iş bitmez. Bunlarla beraber, kulluğa sımsıkı sarılmak, söz söylemekte, yemek yemekte, hattâ etrâfına bakınmakta fevkalâde dikkat etmek lâzımdır. Çünkü, her sözünden ve her hareketinden mes’ûldür ve hepsi için Allahü teâlâya hesap verecektir.”

“Bir kimseye bir sıkıntı ve üzüntü geldiği zaman, eğer nefsi kuvvetli ise, o kimse üzülür, müteessir olur ve ızdırap çeker. Şayet o kimsenin Allahü teâlâya yakınlığı varsa, kendisine gelen sıkıntı ve üzüntüler sebebiyle hiç üzülmez ve müteessir olmaz.”

“İçinde hakîkî aşk acısı bulunmayan kimseye, bu yolda ilerlemek nasîb olmaz.”

“Allahü teâlânın velî kulları, meclislerinde bulunan kimseleri ma’nevî yönden fâidelendirirler.”

“Ağzına helva veren kimse ile, ensene tokat atan kimse arasında fark gözettiğin müddetçe îmânın kemâle gelmiş değildir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Reşehât ayn-ül-hayât (Arabî) sh. 187

2) Reşehât ayn-ül-hayât (Osmanlıca) sh. 258


MEVLÂNÂ ALÂÜDDÎN ÂBİZÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ