MERKEZ EFENDİ

Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu. Denizli’nin Sarhanlı köyünde, 868 (m. 1463) senesinde doğdu, İstanbul’da Molla Hızırbey oğlu Ahmed Paşa’dan okurken, Halvetî tarikatına mensûp olan Sünbül Sinân hazretlerinin yanında yetişti. Önce Koğacı tekkesinde, sonra Eyüb’de Şah Sultan tekkesinde iken, Sultan Süleymân’ın Topkapı dışında vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkede yerleşti. Sünbül Efendi 936 (m. 1529)’da vefât edince, onun Koca Mustafa Paşa’daki tekkesine geçti. 959 (m. 1552) senesinde vefât etti.

Merkez Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı, önce kendi memleketinde, sonra Bursa’da ve İstanbul’daki medreselerde tahsil yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî tefsîrinin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsiline devam ettiği sıralarda tekkelere gidip, oradaki âlimlerin sohbetlerine de katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsilini bitirdi. Çevresinde sayılan bir alim oldu. Onun ilimdeki yüksekliğini, zamanının âlimleri tasdik ettiler. Nitekim, Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı.

Merkez Efendi, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede Şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat ba’zı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Birgün rü’yâsında Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendi’yi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pekçok eşya dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandılar. Bu sırada uyanan Merkez Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân’ın câmiine gidip va’z ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, va’z esnasında Tâhâ sûresinin ba’zı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı. Tefsîrden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Merkez Efendi de anladı” buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek ma’nâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrar, “Ey cemâat’ Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Merkez Efendi de anlamadı” buyurdu. Merkez Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan birşey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Merkez Efendi’nin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.

Va’z bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Merkez Efendi onun huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikinizde yere yuvarlandınız!” buyurunca, Merkez Efendi iyice şaşırdı. Pekçok özürler dileyerek ağlamaya başladı, af edilmesi ve talebeliğe kabûl edilmesi için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; “Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında ma’rifet sahibi olmak zamanıdır” buyurdu.

Bundan sonra Merkez Efendi hergün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Sünbül Efendi’nin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle ma’nevî dereceleri kat etti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, ya’nî nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sahibi oldu. Hocasının kendisine icâzet (diploma) verdiği sıralarda, Aksaray’da Kovacı Dede dergâhına hoca olarak ta’yin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı. Merkez Efendi’nin nâmı her tarafa yayıldı. Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendi’nin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendi’ye; “Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı, imtihanı kazandın” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendi’ye nikâh etti ve evlendirdi.

Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun’un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; “Rahimecik ne yapıyordun?” diye sorunca, o da; “Talebelere çorba pişiriyordum efendim” diye cevap verdi.

Yavuz Sultan Selim Hân’ın kızı Şah Sultan, zevci Sadr-ı a’zam Lütfî Paşa ile Yanya’dan İstanbul’a gelirken, yolda eşkiyanın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamanın evliyâsından Merkez Efendi orada görünüverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendi’yi gören eşkiyalar, şaşkına döndüler. Eşkiya reîsi, Merkez Efendi’nin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta bulunca, diğerleri de kaçarak orayı terkettiler. Eşkiyanın orayı terk etmesiyle, Merkez Efendi de bir anda oradan kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfî Paşa ve zevcesi Şah Sultan, Merkez Efendi’yi tanımışlardı. Şah Sultan, Merkez Efendi’nin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul’da Eyüb Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi’yi buraya ta’yin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendi’ye Kanunî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Orada talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın annesinin isteği ve Sünbül Efendi’nin tenbîhi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırkbir çeşit baharattan meydana gelen bir macun yaptı. Bu macunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu, ilkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu macunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr macunu diye şöhret bulan bu macun, şimdi dahî yapılmaktadır.

Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onlara hem zâhirî ilimleri öğretir, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatli idi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki; “Benim için hayr duâ ediniz. Siz günahsız ma’sûmsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu ma’sumların duâlarını red eyleme” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamışlar. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım, İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nafile olmuş olur” buyururdu.

Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışırken görse, yanına varır ve; “Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında ma’lûmâtın var mı?” der, bilmiyorsa anlatır. “Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır” hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet etmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklemesini, onları aç bırakmamasını da tenbîh ederdi. İşe başlarken; “Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum” diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevâb verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tanesinin boşa gitmiyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasihatler ederdi.

İnsanlara va’z ve nasihat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir’e gittiğinde, bir Cum’a günü namazdan sonra kursîye çıkıp va’z etti. Halk, Merkez Efendi’yi tammadıkları için, pek iltifât etmediler. Va’zı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; “Halvetî yolunun büyüklerindenmiş” diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendi’ye; “Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!” dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; “Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i Kirâm dinlemektedirler” buyurdu ve va’zına devam etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.

Mısır defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânî-zâde’nin babası Kâtip Mehmed Çelebi anlattı: “Sünbül Sinân Efendi benim hocam idi. O vefât ettikten sonra üç sene, halîfesi olan Merkez Efendi’ye hiç gitmemiştim. Bir gece rü’yâmda hocam Sünbül Efendi’yi gördüm. Buyurdu ki: “Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendi’ye teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini tamamla!” Sabahleyin Merkez Efendi’nin huzûruna gittim. Beni görünce; “Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında haşrolmayı ümîd ederiz” dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum.”

Merkez Efendi Manisa’da iken, Hocası Sünbül Sinân hazretleri 936 (m. 1529)’da hastalandı. Vefâtından önce talebeleri; “Efendim! Sizden sonra acaba kime tâbi olalım?” diye sordular. Onlara; “Taşradan ilk gelecek olan dostumuz yerimize geçecek” buyurdu. Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeler, merakla taşradan gelecek olan dostu beklediler. Bu sırada Manisa’da bulunan Merkez Efendi’nin gönlüne bir kor düşüp yollara düştü. Hocasının vefâtından on gün sonra İstanbul’a geldi. Sünbül Sinân’ın çok sevdiği talebelerinden Ya’kûb Germiyanoğlu, Sünbül Efendi’nin yerine geçmiş, talebeleri okutmağa başlamıştı. Merkez Efendi, hocasının Koca Mustafa Paşa’daki dergâhına gitti. Dergâhta bulunan yeni talebeler Merkez Efendi’yi tanımıyorlardı. Ya’kûb Germiyanoğlu, Merkez Efendi’yi kendi odasına da’vet etti. O gece Ya’kûb Efendi, Sünbül Efendi’nin yerine kimin geçmesi lâzım geldiğini anlamak için istihâre namazı kılıp duâ etti. O gece rü’yâsında, büyük bir meydana kalabalık bir meclis kurulmuş, Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) hazır bulunmaktaydı. Sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) karşılarında bir kürsî vardı. Kürsînin üzerinde de Merkez Efendi oturmakta ve “Tîn” sûresinin tefsîrini yapmaktaydı. Tefsîri yaparken, başındaki sarığın ba’zan yeşil, ba’zan siyah olduğunu gördü. Yanındakilere bunun ma’nâsını sorduğunda; “Yeşil renk, dînin zâhirî ilimlerinde, siyah renk de dînin bâtınî ilimlerinde kemâl mertebesindeki olgunluğa işârettir” cevâbını verdiler. Ertesi gün Ya’kûb Germiyanoğlu, talebeleri toplayarak rü’yâsını olduğu gibi anlatınca, hepsi Merkez Efendi’ye tâbi olup, hocaları Sünbül Sinân hazretlerinin halîfesi kabûl ettiler. O günden sonra, talebeleri Merkez Efendi yetiştirmeğe başladı.

Merkez Efendi birgün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: “Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı.” Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; “Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak” buyurdu. Kazdılar, kırmızımtırak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.

Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinde halka va’z ve nasihatlerde bulundu. Onun va’zında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.

Merkez Efendi’nin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet i’tikâdını yaymakla, hayr ve hasenat yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 959 (m. 1551) senesi Rebî’ul-âhır ayının onyedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasıyyetini yaptıktan sonra, kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi yıkadı. Cum’a günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü’ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. “Dünyâda bu kimseyi riyasız olarak görmüştük” dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhırette şefaatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Öyle ki, ba’zan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssüûd Efendi’nin bizzat kendi eliyle defni yapıldı.

Ebüssü’ûd Efendi’nin, Merkez Efendi’nin vefâtına târih düşürdüğü manzûmesi şöyledir:

Dâr-ı fenâdan göçüp gitti bekâya,
Merkez Efendi ki, ana Hak ola hemrâh.
Sanmayın öldü ânı, halvete girdi,
Yoldaş oluptur âna vird-i sehergâh.

Kutb-ı zaman idi, ol, işbu devirde,
Döne döne akıbet ecel buldu râh.
Mâh-ı Rebî’ul-âhırın onyedisinde.
Rûz-ı şenbihde o kıldı sefer, âh!

Hâtif-i gaybî âna dedi ki, târih,
Dâiresin Merkez’in nûr ede Allah.

Merkez Efendi hazretleri şu ilâhiyi zaman zaman söylerdi:

“Pak eyle gönül çeşmesini tâ durulunca,
Dik tut gözünü, gönlün göz olunca,
İnkârı ko, dil destini ol çeşmeye tut dur,
Ol âb-ı safâbahş ile bu desti tâ dolunca.”

Merkez Efendi’den sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devam etti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 522

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1035

3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4265

4) Tezkire-i Halvetiye v: 24 b

5) Sefînet-ül-evliyâ cild-3, sh. 268

 


MERKEZ EFENDİ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ