Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Mahdûm Şeyh Abdülkâdir olup, Şeyh Haseni Geylânî’nin oğludur. Hindistan’da Üçe beldesinde yaşardı. 862 (m. 1457) senesinde doğdu. 940 (m. 1533) senesi Rebî’ul-evvel ayının onsekizinci günü vefât etti. Türbesi Üçe’de olup, ziyâret edilmektedir. Mahdûm ve İkinci Abdülkâdir diye tanınır. Seyyid olup, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) soyundan idi. Babası Şeyh Hasenî de âlim ve velî zâtlardan idi. Gençliğinin ilk yıllarında, ni’metler, bolluklar içinde yaşadı. Bu zamanda dînimizin emir ve yasaklarına pek uymazdı.
Birgün Üçe sahrasında ava çıkmıştı. Bir ara çok güzel bir çil kuşunun garîb bir sesle ötmekte olduğunu gördü. O sırada oradan geçmekte olan ve Mahdûm’u tanıyan bir derviş; “Sübhânallah! Birgün gelir ki, bu genç de Mevlânın muhabbeti ile bu kuş gibi öter, inler” dedi. Dervişin bu sözü kendisine çok te’sîr eden Mahdûm Abdülkâdir, o anda kendisinde büyük bir değişiklik hissetti. Kendisini birdenbire öyle bir hâl kapladı ki, o anda, kalbinin Allahü teâlâdan başka herşeyden soğuduğunu hissetti. Avı terkedip evine döndü. Gün be gün, cezbe sebepleri, muhabbet nûrlarından doğan şevk eserleri, içine doğup çoğalmaya başladı. Bütün varlığı ile cenâb-ı Hakka dönüp, O’na bağlandı. Artık gönlü Allahü teâlânın ve O’nun dostlarının muhabbetleri ile yanıyor, bu yolda bulunmak ve ilerlemek arzusu her an çoğalıyordu.
Mahdûm’un babası olan Muhammed Hasenî hazretleri, bir gece rü’yâsında Gavs-üs-sekaleyn Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü. Kendisine; “Abdülkâdir benim oğlumdur. Onu ben terbiye edeceğim. Senin diğer çocukların da var. Sen onların terbiyesi ile meşgûl ol. Senin, Abdülkâdir ile işin kalmadı” diyordu.
Babasının bu rü’yâsını ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin söylediği sözü öğrenen Mahdûm Abdülkâdir’in hâli daha da değişti. Aşk ve muhabbeti daha da arttı. Bütün dünyâ lezzetlerinden el çekti. Hak yolunda ilerlemeye çalıştı. Zamanında bulunan büyük velîlerin hizmet ve sohbetlerine devam ederek kısa zamanda yetişti. Evliyânın büyüklerinden, önde gelenlerinden oldu. Babasının vefâtından sonra da onun halîfesi oldu. Talebelere ders vermeye, onları ma’nevî olarak terbiye edip yetiştirmeye gayret etti. Evliyâlık yolundaki makam ve derecesi o kadar yüksek oldu ki, Gavs-üs-sekaleyn Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye tam tâbi ve vâris oldu. Apaçık kerâmet ve yüksek hâller sahibi idi. Zâhirî ve bâtınî kemâlâtı kendisinde toplamış idi. Bu anlaşılmayan, anlatılamıyan üstünlükleri sebebi ile, kendisine İkinci Abdülkâdir denilmiş ve bu lakab ile meşhûr olup tanınmıştır.
Bereketli nazarları ve te’sîrli sohbetleri ile evliyâlık yolunda birçok velî yetiştirdi. Nice katı kalbli, azgın, âsî ve taşkın kimseler o büyük zâtın mübârek nazarlarına, bereketli sohbetlerine kavuşmakla, kalbleri yumuşayıp tövbe etmekle, bu yola girip sâlihlerden olmakla şereflenmişlerdir.
Bir defasında zamanın pâdişâhı, Mahdûm hazretlerine şöyle bir mektûp yazarak da’vet etti: “Mübârek hocamız, meclisimizi feyzli nûrları ile şereflendirirse, bizim için büyük saadet ve bulunmaz iyilik olur. Siz varken ve yüksek hâliniz gün gibi meydanda iken, başka birisi çıkıp da büyüklük da’vâsında nasıl bulunabilir. Yüksek hazretinize karşı olan hatâlarım var ise affediniz. Kusur ve kabahatlerimizi ve gecikmelerimizi bağışlayınız. Bu tarafa yöneliniz (lütfen geliniz).”
Mahdûm Abdülkâdir hazretleri, pâdişâhın bu da’vetine memnun olduğunu bildirip; “Lâkin öyle bir kapıda hizmet ediyorum ve öyle bir meşgûliyet ile meşgûlüm ki, bir tarafa gitmem, başka bir şey ile alâkadar ve meşgûl olmam kat’iyyen mümkün değil” diye yazdı.
Zikir, amel ve ibâdetler ile öyle meşgûl olurdu ki, ba’zı günler bir tek kelime bile konuşmaya fırsat bulamadığı olurdu. Muhabbete o kadar dalmış ve bâtın meşgûliyeti kendini o kadar kaplamıştı ki, bir an Allahü teâlâdan gâfil olmaz, her an O’nu zikrederdi.
Sabah namazını kıldıktan sonra, duhâ vaktine kadar murâkabe denizine dalar, Allahü teâlânın büyüklüğünü, ihsân ettiği sonsuz ve sayısız ni’metlerini düşünürdü. Sonra duhâ namazını kılar, ondan sonra da kaylûle yapar, ya’nî sünnet olduğu için öğle üzeri bir miktar uyurdu. Vakit namazlarında ezan ve ikâmeti kendisi okur, cemâate İmâm olurdu. Geceleri sabaha karşı evinde bulunanları uyandırır, o zamanda yapılan ibâdet ve tâate verilen sevâbın ve hâsıl olan saadetin pek fazla olduğunu bildirerek, bu sevâb ve saadetten nasîb almalarını te’min ve işâret ederdi.
Mahdûm Şeyh Abdülkâdir hazretleri, talebelerine ders verdiği zamanların hâricinde, husûsî odasında bulunup, kendi hâli ile meşgul olurdu. Ba’zıları o sırada huzûruna (yanına) girseler; “Şu anda Resûl-i ekremi ( aleyhisselâm ) görüyordum. Sizi de o feyzlere ortak etmeyi düşünürken gelip beni uyandırdınız” buyururdu. Menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur.
Bir defasında huzûruna çalgıcı bir kimse gelmişti. Kalb gözüyle o kimsenin hâlini ve meşgûliyetini anlayıp: “Şimdi git. Önceki hâline tövbe et. Sazı kır. Güzel bir traş ol ve dervişlerin yoluna gir” buyurdu.
Kumandanlardan birisi, Mahdûm hazretlerinin sohbetine gelmişti. O büyük zâtın sohbeti kendisine o kadar te’sîr etti ki, meclisten ayrıldıktan sonra ağlayıp inlemeye başladı. Allahü teâlânın izni ile ve bu bir sohbetin bereketi ile kalb gözü açıldı. “Gücerât’ta bir kardeşim vardı. O vefât etmiş. Şimdi cenâzesinin alınıp defn için götürülmekte olduğunu görüyorum” dedi. Hâlbuki Gücerât beldesi oraya çok uzak idi. O zât, hazret-i Mahdûm’un bir sohbetinde böyle yüksek bir dereceye kavuşmuş idi.
Bir defasında Mültan beldesinde veba hastalığı yayılmış idi. İnsanlar, çok muzdarîb olmuşlardı. Bu hastalığa yakalananlar. Mahdûm Abdülkâdir’in abdest suyunun aktığı bahçedeki sebzelerden alıp ağrıyan yerlerine sürdüler. Allahü teâlânın izni ile hepsi şifâ buldu.
Allahü teâlâ, Mahdûm Şeyh Abdülkâdir hazretlerine öyle yüksek derece ve husûsiyet vermiş idi ki, o husûsiyet sebebi ile, ağrı ve hastalığa düçâr olanlar şifâ bulurdu. Bu husûsiyeti de Gavs-üs-sekaleyn hazretlerine tam vâris olmasından idi. Nitekim, Gavs-üs-sekaleyn hazretlerinin zamanında bulunan âlimler ve velîler; “Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî anadan doğma körleri ve abraş (bir çeşit cild hastalığı) olanları iyileştirir ve Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltir. Allahü teâlâ, ona bu kerâmeti ihsân etmiştir” demişlerdir. Mahdûm Abdülkâdir de, ona vâris olmakla bu büyük kerâmetten pay almıştır.
Rivâyet edilir ki; bir zaman, Mültan ve Üçe beldesinde bulunan insanlar arasında, insanın böğründeki kemiklerinde meydana gelen öyle bir hastalık yayılmış idi ki, yakalanan ölüyordu.
Mahdûm hazretlerinin talebelerinden, sâlih, son derece takvâ sahibi, Gıyâseddîn isminde bir zât var idi. Bu zât, her Cum’a gecesi rü’yâsında Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görürdü. Yine bir Cum’a gecesi gördüğünde, O Server ( aleyhisselâm ), Gıyâseddîn’e yazı yazmada kullanılan bir kanat verdi ve; “Bunu al. Oğlum Abdülkâdir’e ver ve ona; (Bu kanadı her nereye sürer ve on defa İhlâs sûresi okursa, Hak teâlâ orada hemen şifâ yaratır) de” buyurdular.
Diğer taraftan Mahdûm hazretleri de rü’yâsında Resûl-i ekrem efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “Gıyâseddîn’in yanında bir emânetin var. Onu ondan al ve kullan” buyurdu. O kanattan öyle sırlar ve fâideler görüldü ki, yazıyla ve sözle anlatmak mümkün değildir. Yukarıda bildirilen böğür ağrısına yakalananlara bu kanadı sürünce, cenâb-ı Hakkın izni ile derhâl şifâ bulurlardı.
Mahdûm’un temiz annesi de, seyyide ve sâliha bir hâtun olup, Şeyh Ebü’l-Feth’in kerîmesi idi. Dedesi olan Ebû İshâk Kazrûnî, Üçe şehrini kuran zâttır. Üçe şehri, birçok evliyânın yetiştiği, evliyâ menbaı olan bir beldedir.
Mahdûm Şeyh Abdülkâdir hazretlerinin anne ve baba tarafından soyu, dedeleri ve büyük anneleri, hep ilim, salâh ve takvâ sahibi mübârek insanlar idi.
Hazret-i Mahdûm’un iki oğlu olup, büyüğü şeyh Abdürrezzak’dır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 209
MAHDÛM ŞEYH ABDÜLKÂDİR