KASTALÂNÎ

Fıkıh, hadîs ve kırâat âlimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ebî Bekr bin Abdülmelik bin Ahmed bin Muhammed bin Muhammed bin Hüseyn bin Ali Askalânî’dir. Künyesi Ebü’l-Ab’bâs olup lakabı Şihâbüddîn’dir. Kastalânî diye meşhûrdur. 851 (m. 1448) senesi Zilka’de ayının onikinci günü, Kâhire’de doğdu. 923 (m. 1517) senesi Muharrem’in yedisinde, Cum’a gecesi Kâhire’de vefât etti. Cenâze namazı Cum’a’dan sonra Ezher Câmii’nde kılınıp. Kâdı Bedreddîn Aynî türbesine defnedildi.

Kastalânî, Mekke-i mükerremede uzun süren iki ayrı ikâmeti hâriç, bütün ömrünü Kâhire’de geçirdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Birçok âlimden ders okudu. Kırâat ilmini; Sirâcüddîn Ömer bin Kâsım Ensârî, Zeynüddîn Abdülganî Heytemî, Şihâbüddîn bin Esed, İbn-i Tûlûn Câmii İmâmı Şemsüddîn bin Hımsânî, Zeynüddîn Abdüddâim ve el-Ezheri’den öğrendi. Fıkıh ilmini; Fahrüddîn Maksî, Şihâbüddîn İbâdî, Şemsüddîn Bâmî, Burhânüddîn Aclûnî ve İbn-i Hacer Askalânî’den, hadîs-i şerîf ilmini; Meyûnî, Radıyyüddîn, Evhâkî, Sehâvî, Şâvi ve başka âlimlerden öğrendi. İcâzet (diploma) aldı. Fıkıh, hadîs, kırâat, tasavvuf, târih ve birçok ilim dalında üstün bir dereceye yükseldi.

884, 894 (m. 1479, 1489) senelerinde Mekke-i mükerremeye gitti ve mücavir olarak kaldı. Oradaki âlimlerle görüştü. Derslerini dinledi. Gamrî Câmii ve Serîfiyye’de va’z etti. İnsanlar, akın akın gelip dersini dinlediler. Karâfe’deki medresenin başmüderrisi oldu. Çok talebe yetiştirdi. Mısır’daki âlimlerle, ilim meclislerinde müzâkerelerde bulundu.

Kastalanî; zühd, vera’ ve takvâ sahibi idi. Hatâ ve yanlışını gösterene kırılmaz, bilakis onu takdîr eder, sevgi gösterirdi.

Âlâî onun hakkında şöyle dedi: “O, faziletli, dînine bağlı, iffet sahibi bir zât idi. Ömrünü, okumak, okutmak ve ibâdetle geçirdi.”

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onun hakkında şöyle demektedir: “O, zamanındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur’ân-ı kerîmi, ondört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. Namazda, mihrâbda okurken, cemâat huşû’ ile kendinden geçer, ağlamaktan ayakta duramazlar yere düşerlerdi. Medîne-i münevverede, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîflerini ziyâreti esnasında, O’na olan muhabbeti sebebiyle kendinden geçerdi. Sonra da bu muhabbetinin neticesi olarak, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hayâtını anlatır: “Mevâhib-i Ledünniyye” adlı eserini yazdı. Eseri, bütün müslümanlar arasında meşhûr oldu. Gözyaşlarıyla okundu. Bu eseri, Câmi-ül-Ezher müderrislerinden Allâme Muhammed Zerkâhî Mâlikî şerh etti ve sekiz cild olarak 1329 (m. 1911) senesinde Mısır’da ve 1393 (m. 1973) senesinde Beyrut’ta basıldı. Şâir Bâki Efendi, onu Türkçeye çevirdi. İki cild olarak basıldı. Beyrut Hukuk mahkemesi reîslerinden Yûsuf bin İsmâil Nebhâni tarafından, “Envâr-ül-Muhammediyye” adıyla kısaltıldı. 1312 (m. 1894) senesinde harekeli olarak Lübnan’da basıldı. 1401 (m. 1981)’de İstanbul’da ofset baskısı yapıldı. Çok fâidelidir. İkinci önemli eseri, Sahîh-i Buhârî’ye şerh olarak yazdığı “İrşâd-üs-Sârî fî Şerh-il-Buhârî”dir. Bunlardan başka eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Ukud-üs-seniyye fî şerh-il-mukaddimet-il-Cezeriyye Tecvîd ilmine dâirdir. 2- El-Kenzü fî vakf-i Hamza ve Hişâm alel-Hemz, 3- Şerhu Şâtıbiyye, 4- Meşârik-ül-envâr-il-mudiyye fî medhi hayr-il-beriyye, 5-Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri bi hatm-i Sahîh-il-Buhârî, 6- Nefâis-ül-enfâs fis-Sohbe, 7- El-Libâs, 8- Ravd-üz-zâhir fî menâkıbı Şeyh Abdülkâdir, 9- Nüzhet-ül-ebrâr fî menâkıbı Şeyh Ebi’l-Abbâs el-Havvâ, 10-Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri, 11-Resâil fil-amel.

Mevâhib-i Ledünniyye’den ba’zı bölümler:

“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Eshâbından bir kimse hasta olsa, onu görmeye giderdi. Hattâ kâfirlerin hastasını da ziyâret ederdi.

Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Yahudi olan bir erkek çocuğu vardı. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) hizmetini görürdü. Birgün bu çocuk hastalandı. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) onu görmeye gitti. Başına yakın bir yere oturdu. Ona müslüman olmasını teklif etti. Çocuk babasına baktı. Babası; “Resûlullah hazretlerine itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Resûl-i ekrem; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, o çocuğu Cehennem ateşinden kurtardı” buyurarak oradan ayrıldı. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), hastanın yakınına gelmesi, başı ucunda oturması, hâlini hatırını sorup; “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorması güzel âdetlerinden idi.

Câbir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Birgün hasta olmuştum. Resûl-i ekrem efendimiz ( aleyhisselâm ), Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) ile beraber beni görmeye geldiler. Beni, kendimden habersiz bir hâlde yatarken buldular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), abdest alıp, abdest suyunu üzerime saçtığında kendime geldim. O ânda Server-i âlemin ( aleyhisselâm ) karşımda oturduğunu gördüm.

Ebû Mûsâ’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Aç olan kimseye yemek verin, hastayı ziyâret edin ve esîri kurtarın” buyurdu.

Hasta ziyâretinin fazileti: Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Bir kimse bir hasta kardeşini ziyârete gitse, gökten bir münadî, şöyle nidâ eder: “Sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel! Sen Cennette kendine bir menzil edindin.”

“Bir kimse güzelce bir abdest alsa, sonra Allahü teâlâdan sevâb ve ecir umarak hasta olan müslüman kardeşini ziyârete gitse, o kimse. Cehennemden yetmiş yıllık yol kadar uzaklaştırılır.”

“Beş haslet vardır ki, bir kimse bir günde onları işlese, Allahü teâlâ onu Cennet ehlinden yazar. (Bu beş haslet şunlardır):

Hasta ziyâretine gitmek, cenâzede hazır olmak, oruçlu olmak, mescide gitmek ve bir köle azâd etmek.”

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hasta ziyâretine gitmek için bir günü veya bir vakti ayırmazlardı. Her gün ve her zaman, hasta olduğu müddetçe ziyârete giderlerdi.

Cumartesi günü hasta ziyâretini terk etmek sünnete aykırıdır. Bir yahudi hekimin ortaya attığı bit’attir. Bunun hakkında şöyle anlatılır: Birgün Sultânın biri hasta oldu. Bir yahudi tabibi tedâvi etmesi için saraya çağırdılar. Günlerden Cumartesi olduğu için yahudiler iş yapmazlardı. Yahudi hekim Sultâna; “Cumartesi günleri hastanın yanına dışardan birisinin gelmesi doğru değildir” diye yalan uydurdu. Sultan’da ona inanarak, Cumartesi günü ziyâreti yasakladı. Bu durum sonra halk arasında yayıldı. Çok kimse bu sözü tatbik etmeye başladılar ve Cumartesi günü hasta ziyâretine gitmediler. Bu bozuk ve asılsız birşeydir. Yahudiler müslümanların en şiddetli düşmanıdırlar. Fırsat bulunca asla kaçırmazlar. Çünkü onların inançları şöyledir. Onlardan biri, bir müslüman için hayır dilese, dininden çıkar.”

Fenâvî şöyle buyurdu: “Kış mevsiminde hastayı geceleyin ziyâret etmek müstehabtır. Yaz mevsiminde ise gündüz ziyâret etmek müstehabtır.” Bunun hikmeti şöyledir. Geceleri hasta ağır olur. Kış geceleri uzun olduğu için gece ziyâret edince hastanın gönlü biraz rahat bulur. Yazın ise günler sıcak ve ağır olur. Hasta gündüzleri çok daralır. Onun için yaz mevsiminde gündüz ziyâret müstehab olur. Doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Hasta ziyâreti husûsunda hastaların hatırını hoş edip, kalblerine kuvvet vermek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) sünnetlerindendir. Bir hastanın hatırını hoş edip, kalbini kuvvetlendirmek gibi hiçbir ilâç faydalı olmaz.

Hastalık: Kalb hastalığı ve beden hastalığı olmak üzere iki çeşittir. Birinci tür hastalığın ilâcı Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mahsûstur. Çünkü kalblerin ilâcı, kalbin hâllerini ve durumunu bildikten sonra olur. Onu bilen ise Allahü teâlâdır ve O’nun bildirmesiyle de Resûl-i ekremdir ( aleyhisselâm ).

İkinci tür hastalığın ilâcının bir miktarı, Resûl-i ekremden ( aleyhisselâm ) rivâyet edilmiştir. Tabîbler, bu husûsta nice cild kitaplar yazmışlardır. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) bedenlerin tedâvisi ve beden hastalıklarının ilaçları ile pekçok uğraşmamalarının sebebi şudur: O’nun peygamber olarak gönderilmesinden asıl murâd, halkı Hakka da’vet etmek, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirip, İslâmiyeti beyân etmektir. Bundan dolayı himmetin en çoğu o tarafa yönelikti. Fakat ibâdetin yapılması için, bedenin sıhhatli olması gerektiğinden, beden hastalıklarının tedâvisinde gerektiği kadar tıb bilgisi ile uğraştılar.

Himmetin, kalbin ıslâhı yönünde olması gerekir. Çünkü o bozuk olunca, bedenin sıhhatli olmasının hiç fâidesi yoktur. Kalb sıhhatli olunca, beden hastalığının çok fazla zararı yoktur.

Âlimler şöyle buyurmuşlardır: Zehir bedene hasıl zarar verirse, isyan ve kötülükler de kalbe öyle zarar verir, İsyân ve günahların birçok zararlarını beyân etmişlerdir. İsyan ve günahlar, insanı ilimden mahrûm eder. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ, onu kulunun kalbine yerleştirir. Günah ve kötülükler o nûru söndürür. Kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid’at ve dalâlete düşer. Kalbin karanlığı arttıkça, bu durum yüzünde ortaya çıkar. Herkes bu durumu görmeye başlar. Bid’at ehlinin yüzünde asla nûr yoktur.

Yine âlimler buyurdular ki: “İlâçların en fâidelisi duâdır. Duâ, belânın düşmanıdır. Duâ, belânın inmesini önler, inmiş olanı hafifletir. Duâ, mü’minin silâhıdır. Duânın, kabûl edilmesinin umulduğu vakitlerde edilmesi gerekir. Meselâ, gecenin son üçtebirinde olmalıdır. Kıbleye karşı, huşû’ ile, Allahü teâlâya hamd-ü-senâ, Resûlüne salât-ü-selâm ile duâ etmelidir.”

Duâdan önce tövbe ve istiğfar etmeli, bir miktar sadaka vermelidir. Zira sadaka, duâların kabûl edilmesinin en kuvvetli sebeplerindendir.

Nazar değen kimseye okunacak duâlar Nazar değmesi haktır. Ya’nî, göz değmesi doğrudur. Ba’zı kimseler, birşeye bakıp beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şua zararlı olup, canlı ve cansız, herşeyin bozulmasına sebep oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği birşeyi görünce “Mâşâallah” demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir, önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Göz değen kimseye, Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vîzi okumalıdır: “E’ûzü bikelimâtillâhittâmmeti min şerri külli şeytânin ve hâmmetin ve min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu ta’vîz her sabah ve akşam üç defa kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine okunursa, göz değmesinden ve şeytanların ve hayvanların zararından korur. Bir kimseye, okurken, E’ûzü yerine “Ü’îzüke” denir, iki kişiye okurken “Ü’îzü-kümâ” denir, ikiden fazla kimseye okurken, “Ü’îzü-küm” demelidir.

Abdullah es-Sâci’nin şöyle anlattığı nakledildi: “Bir zamanlar çok güzel ve iyi koşan bir devem vardı. O devemle bir sefere çıkmıştım. Birlikte gittiğim kervanda nazarı değen bir kimse vardı. Kervandakiler bana; “Filân kimsenin nazarından deveni sakın” dediler. Ben de; “O, benim deveme zarar veremez” dedim. Bu sözümü o kişiye ulaştırmışlar.. Ben devenin yanından ayrıldığım bir anda, gelip deveme nazar etmiş. O ânda devem yere yıkılmış. Ben devemin yanına gelince “Buna ne oldu?” diye sordum. Onlar da durumu anlatıp; “Sen gittiğin an, o şahıs geldi ve deveye nazar etti” dediler. Ben de; “O şahsı bana gösterin” dedim. Onu bana gösterdikleri zaman, Mülk sûresinin üçüncü ve dördüncü âyet-i kerîmelerini okudum. O ânda o şahsın gözleri kör oldu, devem de yerinden kalkıp sıhhat buldu.”

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hastalar için şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbî! Şifâ ihsân et! Şifâ verici sensin, senden başka şifâ verecek yoktur, öyle bir şifâ ver ki, hastalıktan eser kalmasın.”

Ebû Bekr Râzî şöyle anlatır: İsfehân diyarında, Ebû Nuaym’ın huzûrunda oturuyordum. O sırada bir haberci gelip; “Ebû Bekr bin Ali’yi sultâna şikâyet etmişler. Sultan da onu haps etmiş” dedi. O gece rü’yâmda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Sağ tarafında Cebrâil aleyhisselâm duruyordu. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bana; “Ebû Bekr bin Ali’ye, Sahîh-i Buhârî! de olan sıkıntı duâsını okumasını söyle” diye buyurdu. Sabah olunca, gidip durumu ona söyledim. O da bu duâyı kurtuluncaya kadar okudu. Allahü teâlâ, bu duânın bereketiyle ona kurtuluşu ihsân eyledi.

Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) abdesti: Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir kap su istedi. Getirdikleri zaman, eline su dökerek üç defa ellerini yıkadı. Ondan sonra sağ eline su alarak, üç sefer ağzını, üç sefer de burnunu yıkadı. Sonra üç defa mübârek yüzünü yıkadı. Sonra üç defa dirseklerine kadar kollarını yıkadı. Sonra mübârek başını meshetti. Daha sonra da ayaklarını topuklarına kadar yıkadı ve; “Bir kimse böyle benim gibi abdest alır, sonra iki rek’at namaz kılarsa, onun geçmiş günahları affolunur” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 85

2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 103

3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 121

4) El-Kevâkib-us-sâire cild-1, sh. 126

5) Mevahib-i Ledünniyye Mukaddimesi

6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 69, 166, 867 cild-2, sh. 1090, 1551, 1896

7) İzâh-ul-meknûn cild-2, sh. 484, 684

8) Brockebnann Sup-2, sh. 78

9) Ahlwardt, Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-9, sh. 158

10) Les manusarits arabes de I’Escurial cild-3, sh. 87

11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1029

12) Eshâb-ı Kirâm sh. 355

 


KASTALÂNÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ