KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî)

Mısır’da yetişen Şafiî mezhebi âlimi. İsmi, Ahmed Şihâbüddîn bin Ahmed bin Selâme el-Mısrî el-Kalyûbî’dir. Mısır’ın Kalyûb şehrinde dünyâya geldi. Doğum târihi belli değildir. 1069 (m. 1659) senesi Şevval ayının sonlarında vefât etti. Kabri Kalyûb şehrindedir.

Şafiî fakîhlerinin meşhûrlarından Şemseddîn-i Remlî’nin yüksek talebesi idi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini, bu hocasından tahsîl etti. Kendi evinden ayrılıp, tam üç sene bu zâtın yanında kaldı. Kalyûbî bundan başka; Nûreddîn-i Zeyyâdî, Sâlim-i Şebşîri, Ulyâ Halebî, Sübkî gibi meşhûr âlimlerden de ilim öğrendi. Kendisinden de: Mensûr-ı Tûhî, İbrâhim-i Bermâvî, Şa’bân-ı Feyyûmî ve daha birçok büyük zâtlar ders alıp, ilim öğrendiler.

Kalyûbî’nin zamanının âlimleri arasında en büyüğü olduğunda herkes ittifâk etmişti. Fıkıh, hadîs, Arab edebiyatı, tıb ve coğrafya ilimlerinde derin bir âlim idi. Verâ’ı ve takvâsı çoktu. Ya’nî dînimizin haram ettiği ve şüpheli olarak bildirdiği şeylerden çok sakınırdı. İlminin yüksekliği ve çokluğu sebebiyle kendisine, “Şâfi-i sagîr” ünvanı verilmişti. Dünyâ malına, makam ve mevkiine hiç düşkün değildi, İlminin yüksekliğindeki heybetinden, huzûrunda kimse konuşmaya cesâret gösteremezdi. Herkese tevâzu gösterirdi. Fakirleri çok sever, kimseden sadaka kabûl etmezdi. Resmî bir yerde görevi ve ders vermesi olmamakla beraber, bolluk ve ni’metler içinde bir hayat geçirdi. Fen ilimlerinde de derin bilgi sahibi olup, hesâb, mîkat (namaz vakitlerinin hesaplanmasını bilmek) ve astronomi ilimlerinde de üstün mehâreti vardı. Bilhassa tıb ilminde mütehassıs idi. Çok güzel ders anlatırdı. Talebelerinin anlayacağı seviyede ders verirdi. Anlayamadıkları yerleri, canlı misâller getirerek îzâha çalışırdı. Derslerinde bulunan insanlar sanki başlarında kuşlar varmış gibi sükûnet ve edeb hâlini hiç bozmazlardı. Pekçok eser yazmış olup, bunlardan 18 tanesi bugüne kadar gelmiştir. Eserlerinden herkes istifâde etmektedir.

Eserleri: 1- Tuhfet-ür-râgıb fî sîreti cemâ’atin min a’yâni Ehl-i Beyt-il-etâyib: Bu eserinde, Mısır’da makam ve kabirleri bulunan seyyidlerin ileri gelenlerinin hayatlarını kısa ve özet olarak anlatmaktadır. Osmanlı âlimlerinden Mehmed Zihnî Efendi, bu kitabı, “Bugyet-üt-tâlib fî tercemet-i Tuhfet-ir-râgıb” adı ile Türkçeye tercüme etmiştir. Esere, Hazreti Hüseyn efendimizin hayâtı ile başlanmaktadır. 2-Şerh-ül-Minhâc haşiyesi, 3-Şerh-ut-Tahrir haşiyesi, 4- Şerh-i Ebî Şücâ’ haşiyesi: İbn-i Kâsım el-Gazzî’nin eserine yapılan haşiyedir. 4- Şerh-ül-Ezheriyye haşiyesi, 5- Şeyh Hâlid’in “Şerh-ül-Ecrûmiyye”sine yazdığı haşiye, 6- Şerh-i Îsâgûcî haşiyesi; Şeyhülislâm Molla Fenârî’nin eserinin hâşiyesidir. 7- İmâm-ı Nevevî’nin “Minhâc-üt-tâlibîn”ine Celâlüddîn-i Mahallî’nin yazdığı şerh üzerine haşiye, 8- Kitâb-üs-salevât, 9-Hikâyet-ül-garîbi vel-acâib-vel-letâif ven-nevâdir vel-fevâid ven-nefâis: Ancak vefâtından sonra tertip ve tanzim edilen bu eser, kısaltılarak “Nevâdir-ül-Kalyûbî” ismi verilmişdir. 10- El-Hidâyetü min-ed-dalâleti fî ma’rifet-il-vakti vel-kıble bi gayri âletin, 11- Tezkiret-ül-Kalyûbî: Tıb ilmine dâirdir. 12- Kitâbün fî menâsik-il-hac, 13- Kitâb-ül-mücerrebât, 14- Mi’râc-ün-Nebî ( aleyhisselâm ), 15- Risâletün fî ma’rifeti esmâ-il-bilâd ve urûziha ve atvâlihâ, 16- Kitâb-ül-hikâyât: Bu eser, “Kitâb-ün-nevâdir”den başka olup, sâlih ve dindar zâtlara dâir hikmet ve ibret dolu latifelerini ihtivâ etmektedir. 17-Risâletün fî fedâili Mekke vel-Medîne ve Beyt-il-makdis ve Şey’ün min târihiha, 18- Evrâk-ül-Latîfetü.

Mehmed Zihnî Efendi’nin tercüme ettiği “Tuhfet-ür-râgıb” kitabının son sözünde buyuruyor ki:

“Selef-i sâlihîn ve bu ümmetin büyükleri (r.anhüm), Sultân-ül-mürselîn aleyhi salevât-ül-melik-il-mu’în olan efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O’nun tertemiz olan âl-i evlâdına (çoluk-çocuğuna) tevessül ederek duâ ederler ve kabûl edildiğini görüp, üzüntü ve kederlerinden kurtulurlardı. Çok zaman, meşhûr ve büyük velîler, Hazreti Ali’nin kabr-i şerîflerinin bulunduğu Kûfe’ye gidip, onun mübârek kabirlerinin huzûrunda dururlar ve duâ ederler, böylece duâları kabûl olup ihtiyâçları hâsıl olurdu. Bizim büyüklerimiz ve hocalarımız da, sözbirliği ile buyurmuşlardır ki: “Kederli ve sıkıntıda olan bir kimse, güzelce abdest alıp, Peygamber efendimize salevât-ı şerîfe getirdikten ve Ehl-i Beyt’ten rivâyet edilen şu duâyı okuduktan sonra, Hak teâlâ o kimseye ferahlık ve afiyet ihsân eder “Allahümme lekelhamdü alâ mâ lem ezel, insarefe fihi min selâmeti bedenî ilâ âhır…”

Şeyh Abdülazîz bin Ahmed ed-Dîrinî rivâyet ederek buyuruyor ki: “Kutb-ül-ârifîn Şeyh Aliyy-ül-Mülcî’den işittim, kendi talebelerine diyordu ki: “Size bir keder ve sıkıntı eriştiğinde veyahut memleketinizde tâ’ûn (veba) hastalığı ortaya çıktığında, istiğfar ile birlikte çok salevât-ı şerîfe okuyun ve şöyle duâ ediniz: “Allahümme innâ nes’elüke bi-hakk-ıl-Hüseyni ve ahîhî ve ceddihî ve ebîhî ve ümmihî ve benîhî ve zürriyyetihî ve muhıbbihî ve itratihî ve âlihî. Ferric annâ ve anil-müslimîne mâ nahnü fîhî yâ erhamer-râhimîn.” Böyle yaparsanız elemleriniz ve kederleriniz yok olur. Allahü teâlâ, sizleri tâ’ûn belâsından korur. Sâlih zâtlardan birçokları bunu tecrübe ettiler ve bereketini gördüler.

Nevâdir-ül-âlem ismindeki eserinden ba’zı bölümler:

Hikâye: “Bir kadın vardı. Her söze ve işe başlarken Besmele çekerdi. O kadının münâfık bir kocası vardı. Besmele çekmesine çok kızardı. Hanımını bir işte mahcup etmeye karar verdi. Hanımına birgün içerisinde para bulunan bir kese verdi. “Bunu sakla, sonra senden isterim” dedi. Hanımı keseyi bir yere koyup üzerini örttü. Kocası, hanımının haberi olmadan gidip keseyi yerinden aldı. Onu bahçedeki kör kuyuya attı. Sonra gelip hanımından keseyi vermesini istedi. Kadın keseyi koyduğu yere gelip, Besmele çekti. Allahü teâlâ o anda Cebrâil aleyhisselâma, yeryüzüne inip keseyi yerine koymasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm keseyi kuyudan alıp yerine koydu. Kadın keseyi almak için elini uzatınca keseyi orada buldu. Hiçbir şeyden habersizce onu alıp kocasına verdi. Bu durum karşısında hayretler içinde kalan kocası, hemen tövbe etti ve bir işe başlarken, birşey yaparken Besmele çekmeye başladı.”

Hikâye: “Birisi bir köle satın aldı. Bu sırada köle, kendisini satın alan efendisine dedi ki: “Senden üç şey istiyorum: 1- Vakti girince benim namaz kılmama mâni olmayacaksın. 2- Beni gündüz çalıştıracaksın, fakat gece asla meşgûl etmeyeceksin. 3- Bana bir oda yaptıracaksın. Oraya benden başkası girmeyecek.” Satın alan şahıs, kölenin bu isteklerini kabûl etti. Köleye bir oda gösterdi. Beğenip, beğenmediğini sordu. Köle de beğendiğini söyledi. Efendisi ona; “Bu harab odayı niçin tercih ettin” diye sorunca, köle; “Efendim! Allahü teâlânın ismi şerîfleri anılıp, O’na ibâdet ve tâat yapıldığı harab yerler, güllük gülistanlık olur” dedi. Köle gündüz işlerini bitirdikten sonra akşam olunca odasına girerdi. Efendisi bir gece onun sabaha kadar ne yaptığını öğrenmek için, köleden habersiz odanın bir köşesine gizlendi. Gece olunca köleyi ta’kib etmeye baş ladı. Kölesinin secdeye varıp şunları söylediğini duydu: “Yâ İlâhî! Gündüz efendimin hizmetinde bulunmak zorundayım. Eğer böyle bir meşgûliyetim olmasaydı, gece-gündüz sana kulluk ile meşgûl olurdum. Bu bakımdan beni af et, yâ Rabbî!” Efendisi köleyi fecr doğuncaya kadar ta’kib etti. Fecr doğunca, tavanda asılı olan kandil kayboldu. Efendisi odasına gidip durumu hanımına anlattı. Ertesi gece köleyi görmek için hanımıyla beraber gitti. O gece de aynı şeyleri gördüler. Ertesi gün köleyi çağıran efendisi; “Gündüzleri de Allahü teâlâya ibâdet edebilmen için ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmen için seni azâd ettim. Bundan sonra sen hürsün” dedi. Geceleyin gördüklerini köleye anlattı. Köle bunları efendisinden duyunca; “Yâ Rabbî! Ben hâlimin kimse tarafından bilinmemesini istiyordum. Şimdi ise bunlar benim hâlimi öğrendiler. Bunlardan başkasının hâlimi öğrenmemesi için canımı al, yâ Rabbî!” diye duâ edince o anda vefât etti.”

Hikâye: “Âbid bir zât namaza başlamış Fâtiha-i şerîfe okuyordu. Fâtiha-i şerîfeden; “Yalnız sana ibâdet ederiz” meâlindeki âyet-i kerîme gelince; “Sen yalancısın. Sen ancak mahlûka kulluk ediyorsun” diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu hâlinden tövbe edip, ihlâsla Allahü teâlâya ibâdet etmeye başladı. Sonra tekrar namaza durdu. Aynı âyet-i kerîmeye gelince tekrar bir ses; “Sen yalan söylüyorsun. Çünkü sen malına kulluk ediyorsun” diyordu O zât hemen kendisine lâzım olandan başka bütün malını fakir fukaraya dağıttı. Sonra namaza başlayıp aynı âyet-i kerîmeye gelince, bir sesin şöyle dediğini duydu: “Yalnız sana ibâdet ederiz” meâlindeki âyet-i kerîmeyi hâlis ve samîmi olarak okursan, hakîki âbidierden olursun.”

Hikâye: Üsâm bin Yûsuf isminde bir kişi. Hâtim-i Esâm hazretlerinin meclisine geldi. Hâtim-i Esâm’a hitaben; “Namazı nasıl kılarsın?” dedi. Hâtim-i Esâm yüzünü ona doğru çevirip; “Namaz vakti gelince kalkar hem zâhiren hem de bâtınen abdest alırım” dedi. Üsâm bin Yûsuf; “Zâhirî ve bâtınî abdest nasıl olur?” diye sordu. O zaman Hâtim-i Esâm zâhirî abdest, ma’lum a’zâları ma’lum olduğu sûrette su ile yıkamaktır. Bâtınî abdeste gelince, a’zâlarımı; tövbe, nedamet ile, dünyâ ve baş olma sevgisini, mahlûkun övmesini, kin ve hasedi terketmek sûretiyle yıkarım. Kâ’be’yi gözümün önünde tutarım, Allahü teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda, Cehennemin solumda, Azrail aleyhissselâmın arkamda olduğunu ve sanki ayağımı Sırat Köprüsü’ne koymuş olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabûl ederim. Sonra niyet eder, tekbir alırım. Namazda okurken, tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükû’a giderim. Tazarrû ve yakarma hâlinde secde yaparım. Ümid ile teşehhüde otururum, İhlâs ile selâm veririm, işte otuz seneden beri benim kıldığım namaz böyledir.” Bunun üzerine Üsâm bin Yûsuf, Hatim hazretlerine “Bunu herkes yapamaz” deyip şiddetle ağladı.

Hikâye: Birisi vardı. Otuz sene Allahü teâlâyı zikretmedi (anmadı, hatırlamadı). Bunun üzerine melekler; “Yâ Rabbî! Falanca kulun seni şu kadar zamandan heri anıp, hatırlamadı” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara; “O ni’metim içerisinde olduğu için beni hatırlamıyor. Eğer ona bir musibetim isâbet etse idi, beni hatırlardı” buyurdu. Allahü teâlâ o kişiye felç hastalığı verdi. Bunun üzerine o şahıs; “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye yalvarmağa başladı. O zaman o şahsa; “Ey kulum bu kadar zamandan beri nerede idin? buyuruldu.

Hikâye: Ebû Kılâbe ( radıyallahü anh ) bir gece rü’yâsında bir kabristan gördü. Kabirler yarıldı, içerisindeki mevtalar çıktılar ve kabirlerin üstlerine oturdular. Önlerinde nûrdan tabaklar vardı. Fakat bunların arasında bir kişinin önünde böyle bir nûrdan tabak görmedi. Bunun üzerine ona; “Senin önünde neden nûrdan bir tabak göremiyorum? Bunun sebebi nedir?” diye sordu. O şahıs, “Onların duâ eden ve onlar için sadaka veren çocukları ve yakınları var. Onların önünde gördüğün bu nûrlar, çocuklarının ve akrabalarının duâları ve onlar nâmına verdikleri sadakalar sebebiyledir. Fakat benim oğlum sâlih bir kimse değil. Benim için ne sadaka veriyor ne de duâ ediyor. Ondan dolayı öyle bir nûra sahip değilim” dedi. Ebû Kılâbe ( radıyallahü anh ) ertesi gün o meyyitin oğlunu çağırdı. Gördüğü rü’yâyı ona anlattı. O meyyitin çocuğu şöyle dedi: “Ben yaptığım bütün kötülüklere tövbe ettim.” Ondan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Babası için duâ etti ve sadaka verdi. Ebû Kılâbe bir müddet sonra daha önce gördüğü kabristanı yine gördü. Önceki gördüğü ölüleri de aynı şekilde gördü. Bu sefer önünde, nûr bulunmayan meyyitin önünde çok parlak bir nûr gördü. O şahıs Ebû Kilabe’ye hitaben; “Allahü teâlâ sana pekçok hayırlar versin. Oğlumun Cehennemden kurtulmasına, benim de bu hâle kavuşmama vesile oldun” dedi.

Atâ bin Yesâr anlattı: Yolculuk yapmakta olan bir kervan, bir yerde mola vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların uyumalarına mâni oldu. Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Sesin geldiği yere varınca kıldan yapılmış çadır içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar. O kadına; “Bu merkep sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü uyuyamadık” dediklerinde kadın; “O merkep gibi ses çıkaran benim oğlumdur. Hayatta iken bana eşek diye hitap ederdi. Allahü teâlâya onu eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle her gece sabaha kadar merkep gibi ses çıkarır” dedi. Bunun üzerine kervan sahipleri o kadına; “Bizi onun kabrine götür, onun kabirdeki hâline bir bakalım” dediler. Kabre gidip, açıp baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu gördüler.

Hikâye: Bâyezîd-i Bistâmî birgün, ağladığı yüzünden belli olacak şekilde evinden dışarı çıkmıştı. Onun bu hâlini görenler; “Niçin ağladın?” diye sordular. Bâyezîd-i Bistâmî şöyle anlattı: “Söyle bir rivâyet duydum: “Bir kul kıyâmet gününde hak sahibi ile beraber hesap yerine getirilir. Hak sahibi; “Yâ Rabbî! Ben dünyâda iken kasap idim. Bu şahıs bana geldi. Satın alacağım diye eti elimden aldı. Hattâ ette parmaklarının izi bile kaldı. Fakat sonradan vaz geçti. O eti satın almadı. Bugün ise ben, onun elinin izi kadar sevâba muhtacım. Onu istiyorum” dedi. Bunun üzerine, o etteki parmak izi kadar o şahsın sevâbından alınıp kasaba verildi. Kasabın sevâbı bununla ağır geldi. Cennete gönderildi. Sevâbından çok az miktar alınan şahsın sevâbı azalıp, günahları ağır geldi. Cehenneme gönderildi.” Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bunları anlattıktan sonra: “Ben o çetin hesap gününde hâlimin ne olacağını bilmiyorum. Acaba hâlim o gün nasıl olur diye ağladım” buyurdu.

Hikâye: Bir zât, nefsini muhâsebeye çekmek üzere, ömrünü hesapladı. Altmış sene yaşamıştı. Sonra gün olarak hesapladı. Yirmibirbin gün buldu. Bunun üzerine; “Eyvah! Hergün bir günah işlemiş isem, bu kadar günahla Allahü teâlânın huzûruna nasıl varabilirim” deyip bayıldı. Bir müddet sonra kendisine geldiğinde, önceki sözünü söyleyip, tekrar kendisinden geçti. Sonra hareket ettirdiklerinde vefât ettiğini gördüler.” Bu zât, hergünki bir günâhı için böyle yaparsa, günde birçok günah işliyen kimselerin ne yapması lâzım gelir?”

Hikâye: Hâmid Lifâf hazretleri, değirmene un öğütmek için gitmişti. Ondan sonra da tarlasını sulamaya gidecekti. O gün de, günlerden Cum’a idi. Cum’a vakti yaklaşıyordu. Kaybolan merkebini arayacak ve tarlasını sulayacak olsa, Cum’a namazına yetişemeyecekti. Kendi kendine; “Âhıret işi, dünyâ işinden önce gelir” deyip, Cum’a namazını kılmaya gitti. Cum’a namazından sonra, kayıp merkebini arayacak, tarlasını sulayacaktı. Tarlasına gidince sulanmış olduğunu gördü. Evine gidince de, merkebinin ahırda olduğunu, hanımının da te’min ettiği un ile ekmek yaptığını gördü. Merakla bunların nasıl olduğunu sordu. Hanımı şöyle anlattı: “Bir ara dışarda bir gürültü ile beraber bir ses işittim. Dışarı çıkıp baktığımda, bir arslanın bizim merkebi kovaladığını gördüm. Hemen ahırın kapısını merkebe açıp, ahıra girmesini te’min ettim. Ben de hemen eve girdim. Bizim tarlanın sulanmasına gelince, tarlamıza bitişik olan tarlanın sahibi tarlasını suluyormuş. Bu sırada uyuya kalmış, su taşıp bizim tarlaya akmış, bu vesile ile bizim tarla da sulanmış oldu. Una gelince, bizim komşunun değirmende unu varmış. Onu eve götürmek için değirmene gitmiş. Yanlışlıkla bizim unu da alıp getirmiş. Evine gelince, getirdiği unun bizim un olduğunu anlayınca; “Bu un sizin ununuz” diyerek getirip verdi.” Hanımından bunları öğrenen Hâmid Lifâf ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Ben senin bir emrini yerine getirdim. Sen ise benim üç ihtiyâcımı birden giderdin” deyip Allahü teâlâya hamd ve senada bulundu.

Hikâye: Bir şahıs yemek yiyordu. Sofrasında kızarmış tavuk da vardı. Bu sırada bir fakir gelip ondan bir şeyler istedi. Zengin olmasına rağmen, fakire birşey vermeden geri çevirdi. Bir müddet sonra, zenginle hanımı arasında bir anlaşmazlık çıktı. Hanımından ayrıldı. Hanımı başka birisi ile evlendi. Aradan seneler geçmişti. Ayrılan hanım evlendiği şahısla yemek yiyordu. Bu sırada bir fakir gelip, onlardan birşeyler istedi. O şahıs önünde duran tavuğu fakire verdi. Hanımı, gelen fakirin kim olduğunu tanımıştı. O fakir, hanımın ilk kocası idi. Böyle fakir ve perişan bir hâle düşmüştü. Bu durumu kocasına anlatınca, kocası şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ ona birçok ni’met vermişti. Buna rağmen bütün o ni’metlerin sahibi olan Allahü teâlâya, şükür vazîfesini yerine getirmiyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ onun malını, mülkünü ve hanımını bana nasîb eyledi.”

Hikâye: Horasan vâlisi Ya’kûb bin Leys bir hastalığa yakalanmıştı. Tabibler onun hastalığını tedâvi etmekten âciz kalmışlardı. Bu sırada Ya’kûb bin Leys’e; “Burada sâlih bir zât var. İsmi, Sehl bin Abdullah’tır. Eğer o size duâ ederse, Allahü teâlânın izni ile hastalıktan kurtulursunuz” denildi. Bunun üzerine Ya’kûb bin Leys, Sehl bin Abdullah hazretlerini da’vet etti. Sehl bin Abdullah vâlinin yanına geldi. Vâli; “Efendim bu hastalıktan kurtulmam için bana duâ edin” dedi. Sehl bin Abdullah; “Ben sana nasıl duâ edeyim. Sen zulüm ve haksızlık yapıyorsun” dedi. Bunun üzerine vâli yaptığı zulüm ve haksızlıklara tövbe etti. Bir daha böyle şeyleri yapmayacağına söz verdi. Haksız olarak hapsedilenleri, hapishâneden çıkardı. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah; “Allahım! Sen ona günah işlemenin ne kadar kötü olduğunu gösterdiğin gibi, senin emirlerine itaat etmenin ve yasaklarından sakınmanın izzetini ve üstünlüğünü de öylece göster. Onu hastalığından kurtar” diye duâ etti. Sehl bin Abdullah bu duâyı yapınca, vâli o anda Allahü teâlânın izni ile iyileşti. Vâli, Sehl bin Abdullah’a çok mal verilmesini emr etti. Fakat o, bunları kabûl etmedi. Sehl bin Abdullah memleketine dönmeye karar verdi. Yolda giderken yanında bulunanlar? “Keşke vâlinin verdiği malı kabûl etseydin. Kendine almasan bile fakirlere verirdin” dediler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah bulunduğu yere nazar etti. Allahü teâlânın izni ile yerde bulunan çakıl taşları cevher oldu. Yanındakilere; “Dilediğiniz kadar bunlardan alınız. Hiç bunları veren Allahü teâlâ varken, vâli Ya’kûb bin Leys’ın malına muhtaç olunur mu?” buyurdu. O zaman yanındakiler Sehl bin Abdullah’tan özür dilediler.

Bil ki, Allahü teâlâ beş şeyi beş şeyde gizledi: 1- İnsanların, belki rastlarım ümidi ile bütün tâatları yapmaları için Allahü teâlâ rızâsını, tâatlardan bir tâat içerisinde gizledi. 2-İnsanların günâha düşmekten sakınması ve korunması için, gazâbını günahlardan bir günahın içerisinde gizledi, 3)- İnsanların tesadüf ederiz ümidi ile bütün gecelerini ihyâ etmeleri için, Kadr gecesini Ramazân-ı şerîf ayında gizledi. 4- İnsanların karşılaştıkları kimselere, belki Allahü teâlânın velî bir kuludur deyip, onların duâlarına kavuşmak gayreti içerisinde olmaları ve hiç kimseyi aşağı görmemeleri için, velî kullarını insanlar arasında gizledi. 5- İnsanlar Cum’a günü duâda gayretli olmaları için, Allahü teâlâ Cum’a günü duânın kabûl edileceği zamanı gizledi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 148

2) El-A’lâm cild-1, sh. 92

3) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 175

4) Keşf-üz-zünûn sh. 1797

5) Brockelmann Sup 2, sh. 493, Gal-2, sh. 364

6) Tuhfet-ür-râgıb (Hatime kısmı)

7) Nevâdir-ül-âlem.

 


KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ