İZZEDDÎN BİN ABDÜSSELÂM

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülazîz bin Abdüsselâm bin Ebi’l-Kâsım bin Hasen bin Muhammed bin Mühezzeb es-Selîmî ed-Dımeşkî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. Lakabı İzzeddîn ve Sultân-ül-ulemâ’dır. (âlimlerin sultânı). 577 veya 578 (m. 1182) senesinde doğdu. 660 (m. 1262) senesi Cemâzil-evvel ayının onuncu gününde Kâhire’de vefât etti. Kâhire’deki Karâfet-ül-kebîr kabristanına defn edilmiştir.

Vera’ ve takvâ sâhibi, ârif bir zât olan İzzeddîn bin Abdüsselâm, fıkıh ilmini; Fahreddîn bin Asâkir’den, usûl-i fıkhı; Seyfeddîn-i Âmidî’den, hadîs ilmini; Ebû Muhammed bin Ebû Kâsım bin Asâkir, Abdüllatîf bin İsmâil el-Bağdâdî, Ömer bin Muhammed, Hanbel bin Muhammed, Kâdı Abdüssamed bin Muhammed’den ve birçok âlimden öğrendi. Berakât bin İbrâhim’in sohbetlerine devam etti.

Kendisinden ise; İmâm Alâeddîn Ebû Hasen el-Bâcî, Tâcüddîn İbn-ül-Firkâh, Hâfız Ebû Muhammed Dimyâtî, Hâfız Ebû Bekr Muhammed bin Yûsuf bin Mesdî, İbn-i Dakîk-ül-Iyd, Ebû Ahmed Abbâs ed-Dışnâviyyû, Ebû Muhammed Hibetullah Kıftî ve birçok âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.

İzzeddîn bin Abdüsselâm, ilim öğrenmek için gittiği Şam’da bir süre kaldı. Orada Gazâliye Medresesi’nde ve başka medreselerde ders verdi. Emevî Câmii’ne İmâm ve hatîb olarak ta’yin edildi, İmâm ve hatîb olduğu süre içerisinde, daha önceki İmâm ve hatîblerin yaptığı bid’atleri ortadan kaldırmaya çalıştı.

İzzeddîn bin Abdüsselâm, Dımeşk’dan ayrılarak Kâhire’ye gitti. Mısır sultânı Sâlih Necmeddîn bin Kâmil, onunla sohbet etti ve ona çok ikramda bulundu. Sultan Sâlih, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ı önce Amr bin As ( radıyallahü anh ) Câmii’ne hatîb olarak ve daha sonra Mısır kadılığına ta’yin etti. Kâdılığı sırasında Mısır’da, vezîr Fahreddîn Osman, câminin yanına davul çalınacak bir yer inşâ edilmesini emretti. Bunu haber alan İzzeddîn bin Abdüsselâm, oranın inşâsını durdurdu. Buna râzı olmayan vezîr, derhâl İzzeddîn bin Abdüsselâmı görevinden azletti. Sultânın ağzından halîfe Mu’tasım’a bu durumu anlatan bir mektûp yazıp gönderdi. Halîfe Mu’tasım, mektûbu getirene; “Bunu sana sultan mı verdi:” diye sorunca, o da; “Hayır, vezîr Fahreddîn verdi” dedi. Bunun üzerine halîfe; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın söylediği doğrudur. Hemen o câminin yanındaki davul çalınacak yeri iptal edin” dedi. Halîfenin bu emri üzerine, oraya davulhâne yapılmadı. Daha sonra Sultan Sâlih, Kâhire’de Kasreyn ile Ma’rûf arasında olan bir yere Selâhiyye Medresesi’ni inşâ ettirdi ve İzzeddîn bin Abdüsselâm’ı oraya Şafiî mezhebi fıkıh kürsüsüne müderris olarak ta’yin etti. Burada çok kimselere fıkıh bilgilerini öğretti. İzzeddîn bin Abdüsselâm. Mısır’a gelmeden önce, fıkhî konularda fetvâları sâdece Abdülazîm Münzirî verirdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm, Mısır’a gelince, Abdülâzîm Münzirî fetvâ vermedi. Kendisinden fetvâ istiyenleri, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gönderdi.

El-Bâcî şöyle anlatır: “Bir bayram günü İzzeddîn bin Abdüsselâm, sultanla bayramlaşmak üzere saraya gitti. Saraya girince, bütün herkesin sultanla bayramlaşmak için hazır bulunduğunu, âmirlerin ve ulemânın, sultânın önünde yerlere kadar eğildiğini gördü, İzzeddîn bin Abdüsselâm, sultânı, bir ta’zim kelimesi olmadan ismi ile çağırarak; “Yâ Eyyûb! Allahü teâlâ kıyâmet gününde sana; “Sana bütün Mısır memleketini verdim. Ya’nî seni oraya sultan yaptım. Sen ise, hükmün altındaki topraklarda rakı satılmasına müsâade ettin derse, o zaman senin tutanağın ne olacak?” diye sordu. Sultan Eyyûb; “Sen bunu gördün mü?” diye sorunca, İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Evet. Falan yerde, falan dükkânda içki açık olarak satılıyor ve daha başka birçok kötü işler oluyor. Sen bu memleketin sultânısın, niye bunlara mâni olmuyorsun?” dedi. Orada bulunanların hepsi bu sözleri duydu. Sultan; “Efendim! Bu şeyler, benim zamanımda olan şeyler değildir. Bunlar, benim babamın zamanında olan şeylerdir” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm, “Hayır (onların aklî ve naklî hiçbir delîlleri yoktur) ancak şöyle dediler: “Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidayet buluruz” meâlindeki, Zuhrûf sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesini okudu ve; “Kendi akıllarınca bunu tutanak olarak görürler. Hâlbuki bunlar huccet değildir. Bunlarla hiçbir zaman kurtuluşa erişilemez. Ya’nî benim zamanımda değil de, babamın zamanından beri satılıyordu, demekle kurtulunmaz” dedi. Bunun üzerine sultan, derhal o içki satılan dükkânı kapattırdı. Ben, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a; “Nasıl oldu da siz öyle, o kadar insanın içinde sultâna o sözleri söylediniz?” diye sorunca, o; “Sultan kibirlenmesin ve gurûrlanmasın diye söyledim” cevâbını verdi. Ben tekrar; “Sultandan korkmadınız mı?” diye sordum, O da; “Allahü teâlânın bana verdiği heybetten dolayı, sultan benim yanımda küçücük kaldı” diye cevap verdi.”

Şöyle anlatılır: “Moğolların Kâhire’ye saldıracakları haberi geldiğinde Ramazân-ı şerîf ayı idi. Sultan Eyyûb, ordunun hazırlanmasını emretti. Bayramdan sonra düşmanla harb etmeyi uygun gördü. O sırada yanına İzzeddîn bin Abdüsselâm geldi ve; “Kalk! Hemen askerlerine haber ver, hiç zaman kaybetmeden harbe çıksınlar!” dedi. Sultan; “Askerler savaşa hazır değil” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Sen söz dinle ve askerlerinin harbe çıkmasını emret!” deyince, sultan; “Sen, Allahü teâlânın bize zafer ihsân edeceğinden emîn misin?” diye sordu, İzzeddîn bin Abdüsselâm da; “Evet” dedi. Bunun üzerine sultan, askerlerini Moğollarla harb etmeye gönderdi, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın dediği gibi, müslüman ordusu zafer kazandı. Moğolları Bağdad’a kadar geri çekilmeye zorladılar.”

Alâeddîn Ebû Hasen şöyle anlatır: “Ben, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın yanına ilim öğrenmeye gittiğim zaman, bana daha çok kibrin kötülüğünü ve ilim öğrenmenin önemini izah etti. İzzeddîn bin Abdüsselâm, bunun sebebini ise şöyle anlattı: “Ben, Şam’daki Dımeşk Câmii’nin yanındaki odalardan birinde yatıyordum. Hava çok soğuktu. Gece uyurken ihtilâm oldum. Hemen kalkıp, oradaki havuzdan gusl abdesti aldım. Tekrar odama gidip yattım ve uykuda iken yine ihtilâm oldum. Dışarı çıkıp gusl abdesti aldım, odama gelip uyudum. Rü’yâmda bir kimse bana; “Yâ İzzeddîn! Sen ilim mi istersin, yoksa amel mi istersin?” diye sordu. Ben de; “İlim isterim, zîrâ ilim beni amele götürür” dedim. Sabah olunca; “Tenbîh” kitabını aldım. Çok kısa zamanda bu kitabı ezberledim ve kendimi bütünüyle ilme verdim. Böylece ilmim çok arttı ve ilim öğrenmeye devam ettim.”

Sadreddîn Ebû Zekeriyyâ anlatır: “Abdullah-i Baltâcî isminde, Allahü teâlânın evliyâ kullarından bir zât ile, İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında iyi bir dostluk vardı, İzzeddîn bin Abdüsselâm, Abdullah-i Baltâcî’ye her sene bir miktar hediyeler gönderirdi. Bir sene yine İbn-i Abdüsselâm, Abdullah-i Baltâcî’ye bir deve yükü hediye gönderdi. Hediyelerin arasında, içinde peynir bulunan kap vardı. Hediyeleri götüren kişi Kâhire’ye gelince, peynir kabı kırıldı ve içindeki peynirler dökülmeye başladı. O sırada kap satan bir hıristiyan oraya geldi. O kişi hıristiyandan bir kap alıp, içine kalan peynirleri koydu. Sonra Abdullah-i Baltâcî’nin evine o hediyeleri götüren kişi, kendi kendine; “Ben büyük bir mahcubiyetten kurtuldum. Bu mevzûyu ancak Allahü teâlâ ve benden başka kimse bilemez” dedi. Abdullah-i Baltâcî’nin evine gitti. Talebeleri, getirilen eşyâları açıp, bir bir baktıktan sonra, hocalarına; arkadaşınız İzzeddîn bin Abdüsselâm şu şu hediyeleri göndermiş, dediler. Bunun üzerine Abdullah-i Baltâcî onlara; “Peyniri ve kabını içeri almayın ve onları getireni bana çağırın” dedi. O kişi huzûra girince, Abdullah-i Baltâcî, “Madem ki kap yolda kırıldı ve dökülmeye başladı. Sen niye hıristiyandan bir kap alıp, kabın içinde kalan peynirleri koydun ve bize getirdin. O peynirin yapıldığı sütü, hıristiyan bir kadın sağmıştı. O kadının eli hınzıra değmişti. Ve bu yüzden necis idi. Bir de hıristiyandan aldığın kabın içine koyduğun için, peyniri ve kabı kabûl etmem. Arkadaşım İzzeddîn bin Abdüsselâm’a selâmımı ve teşekkür ettiğimi söyle” dedi.”

Bedreddîn bin Cemâa şöyle anlatır: “İzzeddîn bin Abdüsselâm Dımeşk’da olduğu zaman, büyük bir kıtlık oldu. Halk, bahçelerim ve arazilerini çok ucuz fiyata sattılar. Hanımı, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gerdanlığını vererek, bir bahçe almasını istedi. İzzeddîn bin Abdüsselâm, sattığı gerdanlığın parasını fakirlere sadaka olarak dağıttı. Eve gidince, hanımı ona bahçe alıp almadığını sorduğunda, o da; “Evet, onunla bir bahçe alacaktım. Fakat gördüm ki, insanlar çok zor durumdadırlar. Bunun üzerine o bahçeyi satın almayıp, parayı halka sadaka olarak dağıttım. Hanımı bu duruma hiç i’tirâz etmeden; “Allahü teâlâ, sana ondan büyük bir hayır versin” dedi.”

Şöyle anlatılır: “Fransızlar Mensûriye’ye hücum ettiklerinde, onlara karşı İzzeddîn bin Abdüsselâm da İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sırasında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun üzerine doğru esmeye başladı. Müslüman askerlerini bu rüzgâr zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin Abdüsselâm, sesinin çıktığı kadar seslenerek; “Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!” dedi. Bunun üzerine rüzgâr, Allahü teâlânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve yaralandı. Sağ kalanları ise esîr alındı. Allahü teâlânın izni ile İslâm ordusu muzaffer oldu.”

Şöyle anlatılır: “Ebü’l-Hasen hacdan döndüğünde, evine gitmeden önce, doğruca büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın evine gitti. Ona, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) selâm söylediğini bildirdi.”

Yine şöyle anlatılır. “Bir şahsın İbn-i Abdüsselâm’a gelip, kendisini rü’yâda gördüğünü ve bir şiir okuduğunu söyledi. Okuduğu şiiri orada okudu. İzzeddîn bin Abdüsselâm bir müddet sustu ve şöyle dedi: “Ben 83 sene yaşarım. Çünkü bu şiir, Kusayr bin Azze’nindir. Onunla benim aramda aynı asırda yaşama bakımından ortak bir yönümüz yoktur. Ben Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı üzereyim, o ise bozuk i’tikâddadır. Ben şâir değilim, o şâirdir. Kabilelerimiz de farklıdır. Ancak tek bir ortak yönümüz var. O da, ömürlerimizin aynı olmasıdır”. Netice İbn-i Abdüsselâm’ın dediği gibi oldu ve 83 yaşında vefât etti.”

İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın oğlu Şerefüddîn Abdüllatîf, babası ile ilgili yazmış olduğu bir eserinde şöyle anlatır: “Melik Eşref, bir mes’eleden dolayı büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm ile görüşmek istedi. İzzeddîn bin Abdüsselâm, zamanının en büyük fıkıh âlimi idi. Fakat İzzeddîn bin Abdüsselâm, Sultan Eşrefin bu isteğini kabûl etmedi. Çünkü Sultan Eşref’in çevresinde Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyen i’tikâdları bozuk kimseler vardı. Sultan, küçüklüğünden beri böyle kimselerin arasında yetişmişti. Bu bozuk i’tikâdlı kimseler, ona da dil uzatırlardı. Bunlar, Sultan Eşrefin zihninde, kendilerinin Selef-i sâlihînin yolunda bulunduklarını, i’tikâdlarının Ahmed bin Hanbel’in ve Eshâb-ı Kirâmın i’tikâdının aynısı olduğu fikrini yerleştirmişlerdi. Bunlar, Sultan Eşref’in İzzeddîn bin Abdüsselâm’a meylettiğini görünce, onlar da ona meyleder görünüp şöyle demeye başladılar: “İzzeddîn bin Abdüsselâm Eş’arî i’tikâdındandır. Fakat bu i’tikâda aykırı işler yapar” Bunları duyan Sultan Eşref, onlara; “İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın böyle işler yapmıyacağını, kendilerinin onun hakkında teassub sahibi olduklarını söyledi. Bunun üzerine onlar, kelâm ile alâkalı ba’zı suâlleri yazıp, İzzeddîn bin Abdüsselâm’a gönderdiler. Ondan, bu suâllerin cevaplarını istediler. Bununla, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın gerçek akidesinin ne olduğunu Sultan Eşref’e tanıtmak, böylece, onun i’tikâdının kendi dedikleri gibi olduğunu ortaya koymak sûretiyle sultânın gözünden düşürmek istediler. Suâller İzzeddîn bin Abdüsselâm’a ulaşınca, “Bunlar, beni imtihan etmek için yazılmış, bu mes’eleler hakkında ne dediğimi öğrenmek istiyorlar. Fakat vallahi hak ne ise onu yazacağım” dedi ve meşhûr akidesini kaleme aldı. İzzeddîn bin Abdüsselâm’in bu akâid yazısı şöyledir.

Allahü teâlâya hamd olsun ki, O, İzzet, Celâl, Kudret, Kemâl, İn’âm ve İfdâl sahibidir. O birdir, Samed’dir (Her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir ma’bûddur). Doğmamış ve doğurulmamıştır. O’nun benzeri yoktur. Cisim ve sınırlı değildir. Hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de O’na benzemez. Mahlûkâtı ve amellerini O yaratır. Mahlûkların rızıklarını ve ecellerini O takdîr etmiştir. O’ndan gelen her ni’met, O’nun fadl ve ihsânıdır. O’nun verdiği her ceza da, adâletidir. Allahü teâlâ, bid’at ehlinin söyledikleri hâllerden beridir. Arş, Allahü teâlâyı taşımaz. Bilakis Arş da, Hamele-i Arş da (Arş’ı taşıyan melekler de) O’nun kudretinin lütfu ve ihsânı ile taşınırlar. Allahü teâlânın ilmi herşeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin hâricinde hiçbir şey yoktur. Allahü teâlâ, herşeyi aded olarak ihsân buyurmuştur. Hatırlarda ve gönüllerde bulunan düşünceleri, zihin faaliyetlerini bilir. O Hayy’dır. İrâde edicidir. Semî’ (işitici), Basîr (görücü), Alîm, Kâdir’dir (kudret sahibidir). Harf ve ses olmadan, ezelî ve kadîm kelâmı ile konuşucudur. Kur’ân-ı kerîm yazılarına çok hürmet etmek lâzımdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın kelâmına delâlet etmektedir.

Nitekim Allahü teâlânın isimlerine hürmet edilmesi de, bu isimler, O’nun zâtına delâlet ettiği içindir. Aynı şekilde, Allahü teâlânın emirleri ve yasaklarına uymayı te’min eden, Allahü teâlâyı hatırlatan kimse ve şeylerin büyüklüğüne inanmak ve O’na hürmeti gözetmek lâzımdır. Bu sebeble de Peygamberlere (aleyhimüsselâm), âbidlere, sâlihlere ve Kâ’be-i muazzamaya hürmet etmek lâzım gelmektedir.

İmâm-ı Eş’arî’nin i’tikâdı, Allahü teâlânın kitabında ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ), sünnet-i seniyyesinde bildirilen doksandokuz İsm-i şerîfin delâlet ettiği şeylerdir. Allahü teâlânın İsm-i şerîfleri şu dört mübârek kelime içerisinde mevcûttur.

Birincisi: “Sübhânallah” kavl-i şerîfidir. Arabca dilinde tesbihin ma’nası, tenzih ve selb (soymak) demektir. Dindeki ma’nâsı ise, Allahü teâlânın zâtını ve sıfatlarını noksanlık ve kusur olan şeylerden beri (uzak) tutmaktır. Bu şekilde Allahü teâlânın isimlerinden, selb (ayıp ve kusurlardan soyma) ma’nâsını ifâde edenler de bu kelimenin ma’nâsına dâhildir. Çünkü ma’nası, her ayıptan arınmış olan demektir. Esselâm, her âfetten sâlim olan (uzak ve berî olan) demektir.

İkincisi: “Elhamdülillah” kavl-i şerîfidir. Bu mübârek kelime, her türlü kemâli, Allahü teâlânın zâtını ve sıfatlarını isbât etmektedir. Allahü teâlânın İsm-i şerîflerinden, bu şekilde bir isbât ma’nâsı ihtivâ edenler “Elhamdülillah” kelimesine dâhildir. Meselâ, Alîm, Kâdir, Semî’ ve Basîr ismi şerîfleri, ilim, kudret, işitmek ve görmek husûsundaki kemâli ma’nâyı ifâde ettikleri için, “Elhamdülillah” kelimesine dâhildirler.

Sübhânallah demek sûretiyle, düşünebildiğimiz her ayıbı ve idrâk edebildiğimiz her noksanlığı Allahü teâlâdan nefyettik. “Elhamdülillah” mübârek kelimesi ile de, bilebildiğimiz her kemâlin, idrâk edebildiğimiz her celâlin Allahü teâlâya ve sıfatlarına âit olduğunu isbât ettik. Bu nefiy ve isbâtın ötesinde ise, öyle büyük ve yüce bir şey vardır ki, biz onu bilemiyoruz, idrâk edemiyoruz. Bunu ise “Allahü ekber” kelimesi ile icmâlen (kısaca) ifâde ediyoruz. Bu üçüncü kelimedir. Bunun ma’nâsı, nefyettiğimiz ve isbât ettiğimiz şeylerden daha yücedir, demektir. Bu ise, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ); “Sana olan senâyı saymakla bitiremem. Sen, kendini sena ettiğin gibisin” hadîs-i şerîfinin ma’nâsıdır.

A’lâ ve Müteal gibi bildiklerimiz ve idrâk ettiklerimizin de üstünde bir medhi ihtivâ eden Allahü teâlânın isimleri, Allahü ekber sözüne dâhildir, işte, Allahü teâlânın şânı bu şekilde yüce olup, O’nun benzeri olmadığını, sâdece O’nun böyle olduğunu, “La ilahe illallah” demek sûretiyle ifâde ediyoruz. Bu ise, dördüncü kelimedir. Çünkü Ulûhiyyet (ilâh olmak) ancak, ibâdet edilmeye lâyık olmağa bağlıdır, ibâdet edilmeye lâyık olmak ise, bütün bu zikrettiğimiz sıfatlarla muttasıf olmayı gerektirir. Allahü teâlânın İsm-i şerîflerinden, bütün bu sıfatlarını toptan ifâde eden Vâhid, Ehad ve Ze’l-celâli vel ikram gibi olanlar, “La ilahe illallah” Kelime-i tayyibesine dâhildir. Allahü teâlâ ibâdet edilmeye lâyıktır. O’nun Celâl sıfatı ve vasfedenlerin vasıftan ve saymaktan âciz kaldığı kemâl sıfatları vardır.

Herşey Allahü teâlâya muhtaçtır. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Yerde ve gökte bulunan herşey O’ndan ister” buyuruyor. (Rahmân-29) Bütün mahlûklar, Allahü teâlânın kudretindedir. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin altmışyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O kâfirler, Allahü teâlâyı gerektiği gibi takdîr edemediler (büyüklüğünü anlıyamadılar). Hâlbuki kıyâmet günü, yer küresi tamamen O’nun tasarrufundadır. Gökler de onun yed-i kudretinde dürülmüşlerdir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir” buyuruyor.

Bunlardan başka, Allahü teâlânın diğer isimleri toptan bu dört kelimeden birinin içine girecek olsaydı, “Elhamdülillah” sözüne dâhil olurdu. Nitekim Hazreti Ali; “Eğer “Elhamdülillah sözünden bir katır yükü kitap yazmak isteseydim, bunu yapardım” buyurmuştur. Hamd, senadır. Sena, ba’zan kemâl sıfatlarını isbât etmek, ba’zan noksanlıktan beri kılmak, ba’zan da kemâlde tek olmaktır. Bu ise, medh ve kemâl mertebelerinin en yükseğidir. Ne bir melek, ne de bir Resûl ve Nebî, ne de hiçbir kimse bu i’tikâdın dışına çıkamaz. Bu i’tikâddan ancak nefsinin arzu ve isteklerine uyan, Rabbine isyan eden kimse çıkar. Böyle kimseler, kalb gözleri perdelenmiş, kapıdan kovulmuş ve Allahü teâlâdan uzaklaşmış olanlardır. Bu dünyâda Allahü teâlânın azamet ve celâlinden, O’nu tanımaktan mahrûm olanlar, âhırette de O’nun ikramından, cemâlini görmekten mahrûm olur. Buraya kadar anlatılanlar, İmâm-ı Eş’arî’nin. Selef-i sâlihînin, tarikat ve hakîkat ehlinin i’tikâdıdır.

Bozuk bir i’tikâda sahip olan Haşeviyye, kendilerinin Selef-i sâlihînin mezhebi üzere olduklarını iddia ediyorlar. Hâlbuki, Selef-i sâlihîn, Allahü teâlânın birliğine, hiçbir benzeri olmadığına inanıyor, fakat Haşeviyye, Allahü teâlânın cisim olduğuna ve mahlûklara benzediğine inanıyor. Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onların, Peygamberlerin yaptığı gibi gerekli açıklamalarda bulunması vâcibdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “İçinizde, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunur, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir” buyuruyor. Allahü teâlânın cisim olduğunu ve mahlûkuna benzediğini söylemek, en büyük inkârdır. En büyük iyilik ise, tevhîd ve tenzîhdir. Selef-i sâlihîn, bid’atler ortaya çıkmadan bu mevzûlarda konuşmadı. Ancak, bid’atler zuhur ettiği zaman, Selef-i sâlihîn, bid’atlere büyük darbeyi vurarak, bid’at sâhiblerine en şiddetli bir şekilde karşı koydular. Kaderiyye, Cehmiyye ve Cebriyye gibi bid’at ehli kimselere gerekli cevapları verdiler. Böylece Allah yolunda nasıl cihâd yapılması gerekiyorsa, öylece ilim ile cihâd yaptılar. Cihâd iki çeşitti. Bunlar söz ve yazı ile cihâd, kılıç ve silâh ile cihâddır.

Bu Haşeviyye denen bozuk fırkanın eline bir fırsat geçtiğinde, hemen oraya yönelirler. Hâlbuki Ahmed bin Hanbel, Eshâb-ı Kirâm ve Selef-i sâlihînden olanlar, onların nisbet ettikleri şeyleri Allahü teâlâya nisbet etmekten beridirler. Yine onlara hayret edilir ki, ekmeğin hakîkî doyurucu, suyun hakîkî susuzluğu giderici, ateşin hakîkî bir yakıcı olmadığını, bunların sâdece bir sebep olduğunu söyleyenleri kötülüyorlar. Hâlbuki doymak, susuzluğun giderilmesi ve yakmak, sonradan meydana gelen şeylerdir. Ekmek asla doymayı, su susuzluğun giderilmesini ve ateş de yakmayı meydana getirmez.. Hakîkatte bunları Allahü teâlâ yaratmaktadır. Su, ateş ve ekmek, susuzluğun giderilmesine, yakmaya ve doymaya vesile kılınmıştır. Bunun için İmâm-ı Eş’arî de; doyma, susuzluğu kandırma ve yakma işini Allahü teâlânın yarattığını, ekmeğin, ateşin ve suyun ise birer sebepten ibâret olduğunu söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde meâlen; “Ondan başka ilâh yoktur. Herşeyin hâlıkı ancak O’dur.” (En’âm-102) ve “Ey insanlar! Allahın üzerinizdeki ni’metini hatırlayın. Size, gökten ve yerden rızk verecek Allahtan başka bir yaratıcı var mı? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde hangi yönden (îmândan küfre) çevriliyorsunuz?” (Fâtır-3) buyuruyor.

Söz bu mevzûda daha çok uzar. Eğer, dîni yanlış i’tikâdlara karşı müdâfaa etmek, bid’at ehlinin bid’atına ve özellikle Haşeviyye’nin tevhîd ve tenzih akidesine ters düşen sözlerine gerekli cevapları vermek âlimler üzerine vâcib olmasaydı, bu mevzûnun izahını bu kadar uzun yapmazdım. Allahü teâlâ bize, dînine hizmet etmeyi ve yardım etmeyi emretti. Şu kadar var ki, âlimin silâhı ilmi ve sözüdür. Sultânın silâhı ise kılınç ve mızrağıdır. Nasıl sultâna, din düşmanlarına karşı kılıçlarını kınına sokmak caiz değil ise, âlimler için de, bid’at ehli ve doğru yoldan sapmış olanlara karşı sözle ve yazı ile cihâd etmemeleri aynı şekilde caiz değildir. Kim Allah için cihâd eder, O’nun dînine yardımcı olur. O’nu doğru olarak insanlara anlatır, dînine uymayan şeylerin yanlışlığını müslümanlara bildirirse, Allahü teâlânın muhafaza ve himâyesine, azîz ve üstün kılmasına müstehâk olur. Nitekim Allahü teâlâ, Muhammed sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah yolunda ölenlerin amellerini, Allah asla boşa çıkarmaz” buyuruyor.

Daha önce, Selef-i sâlihînin yolunda olanlar bu doğru akideyi her yerde rahatlıkla söylerken, bid’at ehli, bozuk i’tikâdlarını her yerde söyliyemezlerdi. Fakat şimdi, her yerde çekinmeden söylemeye başlamışlardır.

Kısaca, hak ve doğru olan yol zaîfletilmeye çalışıldığı zaman, her âlimin, hak ve doğru olan yola yardım ve hizmet etmek için olanca gücü ile çalışması, hakkı ayakta tutmak için, kendisini hak yerine ayaklar altına atmaya tercih etmesi lâzımdır.

Kim Allahü teâlânın rızâsını, nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahü teâlâ da o kuldan râzı olur. Kim insanların rızâsını tercih etmek sûretiyle, Allahü teâlânın gazâbına sebep olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahü teâlâ gazâb eder ve hem de onu insanların gözünden düşürür, İslâm âlimlerinden birisi şöyle buyurmuştur: “Kim Allahü teâlânın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahü teâlânın rızâsını ne kadar gözettiğine baksın.”

“Allahım! Hakka yardım eyle. Doğruyu izhâr eyle! Bu ümmete doğru işlerinde yardım eyle. Bununla dostların azîz, düşmanların zelîl olsun. Sana itaat edilip yasaklarından sakınılsın!”

Bu cevap bid’at ehline ulaşınca, ellerine büyük bir fırsat geçtiğine, artık İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın sonunun geldiğine kesin gözle bakıyorlardı. Derhal bu cevapları Sultan Eşrefe ulaştırdılar. Sultan Eşref, bu cevapları görünce çok kızdı ve; “Demek ki, bana onun hakkında söyledikleri doğru imiş. Biz de onu, zamanımızda ilim ve dindarlık bakımından bir tane diye biliyorduk. Şimdi onun fâsıklardan, hattâ İslâmdan bile çıktığı anlaşılmış oldu” dedi. Bu sırada Sultan Eşref, yanında memleketin her tarafından gelmiş bir grup fıkıh âlimleri ile berâber, Ramazân-ı şerîf ayında bir iftar sofrasında idiler. Orada bulunanların hiçbirisi, sultâna cevap verme cesâretinde bulunamadı. Hattâ ba’zıları ise, bozuk i’tikâdda olan kimselerin sözlerini tasvîb eder yollu sözler sarfettiler. Hattâ onların dedikleri gibi fetvâ verdiklerini ifâde ediyorlardı.

Ertesi gün, Allahü teâlâ hakkı izhâr ve te’yid için, zamanın büyük Mâlikî âlimlerinden Cemâlüddîn Ebû Ömer bin Hâcib’i vesile kıldı. Bu zât, zamanının en büyük Mâlikî âlimi olup, ilmi ile âmil idi. Sultânın yanında İzzeddîn bin Abdüsselâm hakkında konuşmuş olan kadı ve âlimlere gitti ve onlara hitaben; “Size ne kadar şaşılır. Siz hak üzeresiniz de, başkaları bâtıl üzere mi? Hakkı konuşmanız gerekirken sustunuz. Allahü teâlânın rızâsını tercih etmediniz. Konuşanlarınız da, sanki İzzeddîn bin Abdüsselâm haksızmış gibi, “Sultâna bu ayda affetmek yaraşır” dedi. Bu öyle bir sözdür ki, onun suçlu olduğu ma’nâsını ifâde eder. Çünkü ancak suçlu affolunur. Siz ise sultâna, i’tikâdınızın, İbn-i Abdüsselâm’ın söylediği şekilde olduğunu ezilerek ve korkarak söylediniz. Hâlbuki Selef-i sâlihîn ve sonra gelen âlimler bu i’tikâd üzeredir. Onlara bu husûsta ancak, bozuk i’tikâdda olanlar karşı çıktılar. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin kırkikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hakkı, bâtıla, karıştırıp da, bile bile gizlemeyin” buyuruyor” diyerek, hakkı gizleyip, hakka yardımcı olmadıkları için âlimleri kınadı. Daha sonra orada bulunanlara, İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın yazdıklarının doğru olduğuna dâir muvafakat yazısı yazdırdı.

Diğer taraftan, İbn-i Abdüsselâm da sultandan, Şafiî ve Hanbelî âlimlerinden müteşekkil bir meclis kurulmasını, bu mecliste Mâlikî ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimleri ve daha birçok İslâm âliminin de hazır bulunmasını istedi. Sultânın huzûrunda kendisinin mektûbu okunurken, kendisine muvafakat gösteren âlimlerin, ilk önce sultânın kızgınlığı sebebiyle birşey diyemediklerini, istemiyerek sultânın sözüne muvafakat gösterdiklerini de bildirdi. Ayrıca; “İnanıyoruz ki, sultana hak olan i’tikâd iyice anlatıldığında ona rücû’ edecek, kendisine yanlış ve bozuk fikirleri doğru imiş gibi söyliyenlerin cezası verilecektir. Sultana, babası Âdil’in (Allahü teâlâ ondan râzı olsun ve ona rahmet eylesin) yolundan gitmek lâyıktır. Çünkü o, bozuk i’tikâdda olan kimselere gerekli dersi verdi ve onları hor ve hakîr eyledi” dedi. İbn-i Abdüsselâm’in bu isteği sultâna ulaşınca, sultan kâğıt kalem isteyip, şunları yazdı:

“Bismilâhirrahmânirrahîm! Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın bir meclis kurulup, kadıların ve âlimlerin burada hazır bulunarak i’tikâd mes’elesini görüşmelerine dâir isteği bana ulaştı. Fetvânı tetkik ettim. Böyle bir toplantıya ihtiyâç bırakmıyor. Biz, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) haklarında; “Benim, sünnetime ve bundan sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna yapışınız” buyurduğu, dört halîfenin (r.anhüm) yoluna ve dört mezheb imamının yoluna tâbiyiz. Nefsin arzu ve isteklerine hâkim ve gâlib olan, hakka tâbi olan ve bid’atlerden korunmuş kimseler için bunlara tâbi olmak kâfidir. Hadîs-i şerîfte; “Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana Allahü teâlâ la’net etsin” buyurulmuştur. Kim fitneyi uyandırmaya teşebbüs ederse, ona gerekli mukâbelede bulunuruz.” Mektûbu İbn-i Abdüsselâm’a gönderdi, İbn-i Abdüsselâm’a mektûp ulaşınca, okuduktan sonra şöyle bir cevap yazdı.

Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbin hakkı için, biz onların hepsine muhakkak sûrette, yapmakta oldukları şeylerden soracağız (ve cezalarını vereceğiz)” buyuruyor (Hicr: 92-93). Kudreti, kelâmı yüce, rahmeti umûmî, ni’meti bol olan Allahü teâlâya hamd eder, sonra derim ki; şüphesiz Allahü teâlâ, Habîbine ( aleyhisselâm ) meâlen şöyle buyurdu: “Eğer yeryüzündeki insanların ekserisine (ki onlar câhil ve kâfirlerdir) uyarsan, seni, Allah yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zan ardından yürürler (babalarının gittiği yolu hak zannederler) ve sâdece yalan uydururlar” (En’âm-116). Allahü teâlâ, kullarına nasihat için kitaplar indirip, Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Se’âdet sahibi, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimsedir. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmiyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz” buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçmak en başta gelen vazîfemizdir. Bir meclis kurulup, âlimlerin orada toplanmasını taleb etmem, hem sultâna, hem de müslümanlara nasîhatta bulunmak içindi. Çünkü Resûlullaha ( aleyhisselâm ) “Din nedir?” diye sorulunca, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Din, nasihattir. Din nasihattir. Din nasihattir” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm; “Kimin için yâ Resûlallah?” deyince, O da; “Allahü teâlâ için, Kur’ân-ı kerîmi için, Resûlü için, müslümanların imamları için ve bütün müslümanlar için” buyurdu. Allahü teâlâ için nasihat; insanlara, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmalarını, Allahü teâlânın kitabı için nasihat; O’nun ile amel etmeyi, Resûlullah için nasihat; Sünnet-i seniyyeye uymayı, müslümanların imamları için nasihat; onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye etmek, müslümanlar için nasihat; onlara Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri göstermektir, İşte ben de, bu mes’elede üzerime düşen vazîfeyi yerine getirmiş bulunuyorum.

Bu mes’elede vermiş olduğum cevaplara, Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimleri muvafakat göstermişlerdir. Verdiğimiz bu cevaplara karşı gelenler, Allahü teâlânın kıymet vermediği alalâde kimselerdir. Verdiğimiz cevapları kabûl etmemek, dînen caiz değildir. Onun kabûl edilmemesi mümkün değildir. Eğer bu bahsettiğim âlimler, sultânın meclisinde hazır bulunsa idiler, sultan sözümüzün doğruluğunu gayet iyi anlardı. Sultan bu mevzûyu tahkîk etmeye, derinlemesine tedkîk etme imkânına herkesten daha çok muktedirdir. Cevâbım huzûrlarında okunduğu zaman, orada bulunup da sultânın kızgınlığını görünce susmayı tercih eden âlimler de. benim sözümü bizzat yazılarıyla tasdik etmiştir. Eğer sultânı o derecede bir kızgınlık hâlinde görmese idiler, muhakkak sultânın huzûrunda, bu son sözleri gibi söylerlerdi.

Bütün bunlarla beraber, benim söylediklerim ve bana bu husûsta muhalefet edenlerin sözleri yazılır. Bütün İslâm âleminde ilmî mevzûlarda kendilerine müracaat edilen, güvenilir, büyük âlimlerden bu mes’ele hakkında bilgi istenir. Ben, sultânın mes’eleye vâkıf olması için, mü’teber âlimlerin kitaplarını kaynak olarak hazırlarım. Yine bana, akideleri bozuk olan o kimselerin, sultâna İmâm-ı Eş’arî, hazretlerinin Kur’ân-ı kerîmi hafife aldığının söylendiği ulaştı. Hâlbuki İmâm-ı Eş’arî’nin yolunda gidenler ile, bütün müslüman âlimler arasında, Kur’ân-ı kerîme hürmet etmenin vâcib olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Hem bize göre, Kur’ân-ı kerîmi veya O’ndan bir şeyi (âyet-i kerîme, sûre-i şerîfe) aşağılayan, onlara kıymet vermiyen kimse kâfir olur, dînî nikâhı bozulur. Cenâzesi yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına defn edilmez, özellikle bir yere atılıp, yırtıcı hayvanların yemesine bırakılır.

Allahü teâlânın kelâmı hakkında bizim i’tikâdımız şöyledir: Allahü teâlânın kelâmı kadîmdir, ezelîdir, zâtı ile kâimdir. Yüce zâtı, hiçbir mahlûka benzemediği gibi, kelâm-ı kadîmi de hiçbir mahlûkun kelâmına benzemez. Bununla beraber, mushaflara yazılır, gönüllerde saklıdır ve dillerimiz ile okuruz. Kim böyle inanmazsa, müslümanların i’tikâdından ayrılmış olur. Böyle inanmıyan ahmak ve câhildir. Burada şunu belirtmek isterim ki, dinde olmıyan şeyleri ortaya çıkaran, i’tikâdı bozuk bid’at ehline gerekli cevapları verip, onların sözlerini delîl ve vesîkalarla çürütmek, asla fitne çıkarmak değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bildiklerini açıklayıp, gizlememelerini âlimlere emir buyurdu. Emre uymayanları la’netledi. Kim ki, Allahü teâlânın emrine uyar, O’nun dînine yardımcı olursa, Allahü teâlâ onları la’netlemez. Aksi takdîrde bu la’nete müstehak olurlar.

İctihâd ile ilgili husûsa gelince i’tikâd mevzûunda sâdece Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdındayım. Ancak âlimler arasında füru’ ile ilgili husûslarda ihtilâf vardır (Bu da müslümanlar için, rahmettir).

Bu işte sâlim olan yolun hangisi olduğunu da söyledik. Size lâyık olan, babanızın yolunu ta’kib etmektir. Babanız Sultan Melik Âdil, Allahü teâlânın dînini yükseltmek için çalıştı ve O’nun için çalışanlara yardımcı oldu.

Biz, sâdece zâhire göre hükmederiz. Herkesin içini Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâya hamdolsun Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) ve O’nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve O’nun yolunda gidenlere salât ve selâm olsun.”

İbn-i Abdüsselâm mektûbu yazıp-bitirince, hiç beklemeden ve tereddüt göstermeden mektûbu kapatıp mühürleyerek elçiye verdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm bu mektûbu yazarken, yanında zamanın büyük âlimlerinden bir zât ve İbn-i Abdüsselâma mektûp yazarken sultanın yanında bulunan âlimlerinden bir kısmı da vardı. Onlar, Sultan Eşreften gelen mektûbun muhtevâsını iyi biliyorlardı. Bu mektûp gelince çok korktular ve İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın sultâna cevap vermekten âciz kalacağını zannettiler. Fakat İbn-i Abdüsselâm’ın derhal mektûp yazdığını görünce, hepsinin önceki zanları tamamen yok oldu. Yanında bulunan büyük âlim, İbn-i Abdüsselâm’ın bu cevâbını çok beğenip, bunun, Allahü teâlâ tarafından verilen ilâhî bir yardım olduğunu söyledi.

Mektûp sultâna okununca, Sultan Eşref çok kızdı, İbn-i Abdüsselâm’a muhalif olan bid’at ehli kimseler, onun işinin bittiğine inanıyorlardı. Sultan, sarayında hocalık yapan ve İbn-i Abdüsselâm’ı çok seven Garez Halîl’i yanına çağırdı. Yazdığı mektûbu ona vererek; “Bunu doğru İzzeddîn bin Abdüsselâm’a götüreceksin ve acele olarak cevâbını getireceksin” dedi. Garez Halîl, hemen İzzeddîn bin Abdüsselâm’ın huzûruna gitti. Huzûrunda son derece sevgi ve edeble oturarak, sultânın elçisi olduğunu söyledi. Sonra; “Vallahi hakkınızda düşmanlık yapıyorlar. Sen, işin başında sultanla görüşmemen sebebiyle, kendi aleyhine, onların lehine iş yapmış oldun. Eğer sultan seni bir defa görmüş olsaydı, bunlardan hiçbiri meydana gelmezdi. Çünkü, senin sultan yanında derecen ve kıymetin çok yüksektir. Sultan bana, senin yanına gelip, sana üç şartı olduğunu söylememi istedi. Birincisi; fetvâ vermiyeceksin, ikincisi; hiç kimse ile görüşmeyeceksin, üçüncüsü; evinden ayrılmayacaksın” dedi. Bunun üzerine İzzeddîn bin Abdüsselâm; “Ey Garez! Bu şartlar, Allahü teâlânın bana olan ni’metleridir. Devamlı şükrü gerektirir. Fetvâlara gelince, ben de zâten onun ile uğraşmak istemiyordum. Ben inanıyorum ki, müftî, Cehennemin kenarındadır. Eğer Allahü teâlâ fetvâ vermeyi bana vâcib kılmamış olsaydı, bu iş ile asla meşgûl olmazdım. Şimdi ise artık ma’zurum. Bu vücub benden düştü. Hamd Allahü teâlâya mahsûstur, insanlarla görüşmemem ve evimden ayrılmamam husûsuna gelince, ben hâl-i hazırda evimde bulunuyorum. Ey Garez! Evimden ayrılmamam, kendimi Rabbime ibâdete vermem, benim için büyük bir saadettir. Sa’îd o kimsedir ki; evinden ayrılmaz, orada günahlarından dolayı gözyaşı döker. Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olmam, Allahü teâlânın bana bir hediyesidir. Hak teâlâ bunu bana sultânın vâsıtası ile nasîb eyledi. Ancak o kızgın, ben ise sevinçli ve rahatım. Vallahi ey Garez! Eğer yanımda hediye edilecek bir elbise olmuş olsaydı, benim için müjde durumunda olan bu mektûba karşılık, sana o elbiseyi verirdim. Fakat şu seccadeyi al, üzerinde namaz kılarsın” dedi. Garez Halîl de seccadeyi kabûl edip öptü. Sonra veda edip oradan ayrıldı. Sultânın yanına gitti ve olanları ona anlattı. Sultan orada hazır bulunanlara; “Bana ne yapacağımı söyleyin, İbn-i Abdüsselâm, cezayı ni’met gören bir zâttır. Onu kendi hâline bırakalım” dedi.

Bu şekilde üç gün geçtikten sonra, Hanefî mezhebinin en büyük âlimi Allâme Cemâlüddîn Husayrî, bir merkebe binip talebeleriyle sultânın yanına gitti. Cemâlüddîn Husayrî, ilmiyle amel eden, mübârek bir zât idi. Sultan Eşrefe, Cemâlüddîn Husayrî’nin geldiği haber verilince, adamlarını gönderip onu surların içine aldılar. Sultânın sarayına kadar merkep üzerinde gitti. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî’yi görünce, ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. Ona çok iltifât ederek yanına oturttu. Ramazân-ı şerîf olduğundan ve Cemâlüddîn Husayrî sultânın yanına girdiğinde iftar vakti idi. Müezzin ezan okuyunca, hep birlikte cemâatle namaz kıldılar. Namazdan sonra orucunu açması için bardakla su getirdiler. O da bu suyu Husayrî hazretlerine uzatınca, o; “Senin yiyecek ve içeceğin için buraya gelmedim” deyince, Sultan; “Emriniz başım üstünedir” dedi. Cemâlüddîn Husayrî de sultana; “Seninle İzzeddîn bin Abdüsselâm arasında ne var? O, öyle. bir kimsedir ki, eğer Hind memleketinde veya dünyânın en uzak bir köşesinde olsaydı, sultanın onun bereketinden hem kendisi ve hem de memleketi istifâde etmesi ve diğer memleketlere onunla iftihar etmesi için onu memleketine getirmesi gerekir” dedi. Bunun üzerine sultan; “Bende onun bizzat kendi eliyle yazmış olduğu ve akidesini anlatan kâğıtlar var. Sen de oku, onun hakkındaki kararını ver” deyince, Cemâlüddîn Husayrî, İbn-i Abdüsselâm’dan gelen ve Ehl-i sünnet i’tikâdını anlatan yazıları sonuna kadar okudu ve; “Bu, müslümanların i’tikâdı, sâlihlerin şiarı, mü’minlerin yakînidir. Burada yazılanların hepsi doğrudur. Bunlara karşı çıkan, yanlış yoldadır” dedi. Sultan bu sözleri duyunca, İbn-i Abdüsselâm ile arasında olanlardan dolayı Allahü teâlâdan af ve mağfiret diledi ve hatâsını telâfi etmek için İbn-i Abdüsselâm’a bir adam gönderdi. Hakkını helâl etmesini ve onunla görüşmek istediğini bildirdi. Sultan, Cemâlüddîn Husayrî ile görüşmeden önce, bid’at ehli kimselerin sözlerine göre hareket ediyordu. Bu yüzden onlar, en parlak devirlerini yaşıyorlardı. Ancak Husayrî hazretleri sultanla görüşüp, hak olan Ehl-i sünnet i’tikâdı meydana çıkınca, bid’at ehlinin bozuk akidelerini yayma çalışmalarının önüne geçilmiş oldu. Cemâlüddîn Husayrî, mücâdele ve münazaa kapısını kapatmak için, kelâm mes’eleleri üzerinde konuşmaktan sakınılmasını, bu mevzûda hiç kimsenin herhangi bir şekilde fetvâ vermemesini söyledi. Böylece uzun süre bid’at ehli sesini çıkaramadı.

Şemsüddîn İbni Cevzî, Sultan Eşrefin yanına geldi. Şemsüddîn, zamanının büyük vâ’izlerinden idi. Herkesin hürmet ve kabûlünü kazanmıştı. Va’z ederken çok te’sîrli konuşurdu. Hem kendisi ağlar, hem de cemâati ağlatırdı. Cemâat, meclisinden kendilerinden geçmiş olarak ayrılırlardı. Va’zlarını Cumartesi günleri verirdi. Şemsüddîn İbni Cevzî, sultanın huzûruna girince, sultan kendisine; “Mekâsid-üs-salât” kitabını verdi ve “Bu kitabı oku” dedi. O da okuyup, “Bu kitap çok güzeldir. Bir benzeri yazılmamıştır” dedi. Bunun üzerine Sultan, ona; “Bu kitabı, va’z meclisinde insanlara teşvik eyle” dedi.

Şemsüddîn İbni Cevzî, va’z vermek için kürsiye çıkıp, Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne ( aleyhisselâm ) salât ve selâmdan sonra şöyle dedi: “Biliniz ki, bedenî ibâdetlerin en faziletlisi namazdır. Namaz, kişiyi Rabbine yaklaştırır.

Mekâsıd-üs-salât kitabına çok önem veriniz. Bu kitabı, büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm yazmıştır. Bu kitabı iyi anlayınız ve onu iyi ezberleyiniz.

Onu çocuklarınıza ve yakınlarınıza öğretiniz. Bu kitabın fâidesi pekçoktur.” Bundan dolayı bu kitap çok yazıldı ve herkes tarafından okundu.

Bu hâdiselerden sonra, İbn-i Abdüsselâm’ın sultanın yanında yeri çok yükseldi. Sultan ölüm hastalığında iken, yakınlarından birisine;

“İzzeddîn bin Abdüsselâm’a git. Seni çok seven Sultan-ı Âdil Ebû Bekr’in oğlu Mûsâ sana selâm söyledi. Zât-ı âlinizin gelmesini, kendisine yarın huzûr-i ilâhide faydalı olacak şeyleri anlatmanızı ve duâ etmenizi ister de!” diye bildirdi. Haberci, sultânın dediklerini aynen İzzeddîn bin Abdüsselâm’a anlattı. O da bu teklifi kabûl etti ve; “Böyle bir ziyâret, en faziletli ibâdetlerdendir. Çünkü bunda birçok fâideler vardır, inşâallah” dedi.

İbn-i Abdüsselâm kalkıp, sultânın yanına kadar gitti. Oraya varınca sultana selâm verdi. Mûsâ onu görünce çok sevindi ve hemen onun elini öptü.

Sonra “Ey İzzeddîn! Bana hakkını helâl et. Benim için Allahü teâlâya düâ et. Bana nasihatlerde bulun” dedi. O zaman İbn-i Abdüsselâm; “Ben, her gece, insanlara olan hakkımı helâl ediyorum. Ben kimsenin bende bir hakkı olmadan gecelerim. Bunun mükâfatını ve karşılığını Allahü teâlâdan bekliyorum, insanlardan asla bir karşılık beklemiyorum. Ecrimin Allahü teâlâdan olup, insanlardan olmaması bana herşeyden daha kıymetlidir. Sultâna duâ etmeme gelince, çoğunlukla ben ona duâ ediyorum. Çünkü sultânın durumu iyi olursa, İslâmın ve müslümanların durumu da iyi ve güzel olur.

Allahü teâlâ sultâna; yarın huzûr-i ilâhîde yüzünü ak edecek şeyleri görmek nasîb eylesin” dedi. Sultan bu ziyâretten ve İbn-i Abdüsselâm’ın sözlerinden memnun kalarak; “Allahü teâlâ sana hayırlar versin” dedi.

İzzeddîn bin Abdüsselâm birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1. Kavâid-ül-kübrâ, 2. Mecâz-ül-Kur’ân, 3. Kavâid-üs-sugrâ: Kavâid-ül-kübrâ’nın kısaltılmış şeklidir. 4. Seceret-ül-Meârif, 5. Ed-Delâil-ül-müteallikât-ı bil-melâiketi ven-Nebiyyîn aleyhimüsselâm vel-halkı ecmâîn, 6. Et-Tefsîr, 7. El-Gâye fî ihtisâr-in-nihâye, 8. Muhtasâr-ı Sahîh-i Müslim, 9. El-İmâm fî Edillet-il-ahkâm, 10. Beyânü ahvâl-in-nâs yevm-el-kıyâmeti, 11. Bidâyet-üs-suâl fî tafdîl-ir-Resûl ( aleyhisselâm ), 12. El-Fark beyn-el-Îmân vel-İslâm, 13. Fevâid-ül-belvâ vel-mihan, 14. El-Cem’u beyn-el-hâvi ven-nihâye, 15. El-Fetâvâ-il-Mûsuliyye, 16. El-Fetâvâ-il-Mısriyye, 17. Mekâsıd-üs-salât.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 249

2) El-A’lâm cild-4, sh. 21

3) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübki) cild-8, sh. 209

4) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 235

5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 301

6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 353

7) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 350

8) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 71

9) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 309

10) Zeyl-i Ravdateyn sh. 216

11) Tabakat-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 73

12) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 314

13) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 92, 116, 220, 260, cild-2, sh. 1027, 1143, 1360, 1780

14) Brockelmann Sup-2, sh. 766 Gal-1, sh. 430

 


İZZEDDÎN BİN ABDÜSSELÂM

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 07.ASIR ÂLİMLERİ