Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretleri, kusûru dâima kendinde bilir, kimsede hatâ kusur aramazdı.
Birine darılsaydı, daha iyi davranırdı o kimseye.
Herkese ihsânda bulunur, kendini üzenlere daha çok ihsân yapardı.
Komşuları da bilirdi bunu. Bir gün komşuları geldiler.
Onun hanımına;
“Hakîm-i Tirmizî’nin hiç kızdığı oluyor mu?” diye sordular.
Hanımı dedi ki:
“Elbette oluyor.”
“Peki, kızdığını nasıl anlıyorsun?”
“İki şeyden anlıyorum.”
“Onlar nedir?” dediler.
Kadıncağız “Birincisi; kızdığı zaman bize karşı daha iyi davranır, daha çok iyilik ve ihsânlar yapar. İkincisi de, kızdığı zaman, daha çok ibâdete sarılır” dedi.
Ve ekledi:
“Ayrıca biz bir kusur yaptığımız zaman kabâhati kendinde bilir, ‘ben iyi olsaydım, onlar da bunu yapmazlardı’ diye düşünürdü.”
● ● ●
Bu mübârek zâta, bir gün çok sevdiği bir talebesi;
“Ey efendim! Bana nâfile ibâdetlerden hangisini yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Mübârek cevâben;
“İnsanların dertlerine devâ ol, kalplerine ferahlık ver, ihtiyâçlarını gider, sevindir onları. Zîrâ, bir Müslümanın, bir hâcetini görmen ve bir sıkıntısını gidermen veyâ herhangi bir şekilde onları sevindirmen, bin sene nâfile ibâdetten daha sevaptır” buyurdu.