İBN-İ BATTÛTA (Ebû Abdullah Muhammed Tancî)

Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi, seyyah. İsmi, Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrâhim’dir. Ebû Abdullah künyesini aldı. 703 (m. 1303) yılında Kuzey-Batı Afrika (Fas) şehirlerinden Tanca’da doğdu. Doğum yerine nisbetle Tancî denildi. Yirmiiki yaşına kadar ilim tahsili ile meşgûl oldu. Daha sonra yirmidokuz sene dünyânın çeşitli yerlerine seyahatlerde bulundu. Memleketine dönüp bir müddet yaşadıktan sonra, doğum yeri olan Tanca’da 770 (m. 1368) senesinde vefât etti.

İbn-i Battûta, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Temel din bilgilerini ve âlet (yardımcı) ilimleri öğrendi. Arabî ilimler ve Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde âlim oldu. Tanca’da tahsilini tamamladıktan sonra, yirmiiki yaşında iken hac yapmak maksadıyla memleketinden ayrıldı. Bu yolculuğunda, uğradığı yerlerdeki câmileri, medreseleri ve türbeleri ziyâret edip halka va’z ve nasihat etti. Gittiği her beldenin ileri gelenleriyle ve meşhûr kimselerle tanışıp, alâka ve iltifât gördü. Böylece onda, İslâm memleketlerini gezmek hevesi uyandı. Bu maksadla yirmidokuz yıl süren üç ayrı seyahate çıktı. İlk seyahatinde Mısır, Suriye, Anadolu, İran, Irak, Hicaz, Türkistan, Orta Asya, Çin, Hindistan, Sumatra ve daha birçok ülkeleri gezdi ve yirmibeş yıl sonra, vatanı olan Tanca’ya döndü. Bir süre sonra ikinci seyahatine çıkarak, İspanya’daki Endülüs İslâm ülkelerini ve Fransa’nın ba’zı yerlerini gezdi. Daha sonra üçüncü seyahatine çıkıp, Büyük Sahra, Sudan, Orta ve Kuzey Afrika ülkelerini dolaştı. Bütün ömrünü seyahatle geçirip, o vakitteki vâsıtalarla yapılması imkânsız sayılacak kadar uzun seyahatler yaparak, müslümanlar ve müslümanlıkla irtibâtı olan bütün memleketleri gezdi. Oraların târihî, coğrafi, etnik ve kültürel durumları hakkında ma’lûmat ve bilgi sahibi oldu. Gittiği yerlerde; kadılık, elcilik gibi vazîfeler de îfâ etti.

İbn-i Battûta, dolaştığı her yerde ülkenin hekimleri, ileri gelenleri ve her tabakadan kimse ile tanıştı. Onların âdetlerini, törelerini, yaşayışlarını yediklerini, içtiklerini çok ince bir şekilde tesbit etti. Hükümdârların, makam sahiplerinin anlaşmazlıklarına, mücâdele ve savaşlarına âit önemli bilgileri not etti. Seyahatleri sonunda vatanı Tanca’ya döndüğünde, tuttuğu notları, görüp işittiği mühim hâdiseleri, Fas Merinî Sultânı Ebû İnan’ın arzusu üzerine, kâtib İbn-i Cevzî’ye anlattı. İbn-i Cevzî, ba’zı târihî eksiklikleri de ilâve ederek, eseri 756 (m. 1355) yılında tamamladı. “Tuhfet-ün-nüzâr fî garâib-il-emsâl ve acâib-il-esfâr” adı verilen ve kısaca “Rıhle” veya “Seyahatname” diye bilinen eser, Sultan Ebû inan’a takdim edildi.

Memleketimizde İbn-i Battûta Seyahatnamesi adıyla da tanınan bu eser, yazıldığı asrın İslâm ülkeleri ve diğer ülkelerin târihi, coğrafyası, folklor ve etnolojisi, dinî, içtimaî ve ilmî durumu hakkında kıymetli, sağlam ve aydınlatıcı bilgiler vermiş, Hint fakirlerinden, Anadolu ahilerinden, İran’daki Bâtınîlik hareketinden bahsetmiştir. Ayrıca, görüp işittiği ba’zı âlim ve velîler, meşhûr ziyâretgâhlar hakkında menkıbeler ve kısa biyografik bilgiler de vermiştir. Bütün bu özellikleri sebebiyle, Seyahatname’si, ortaçağ İslâm dünyâsının sosyokültürel seviye ve yapısına büyük ölçüde ışık tutan mühim eserlerden biri olarak kabûl edilmiştir.

İbn-i Battûta’nın Seyahatnâme’si, Osmanlı sultanlarından Beşinci Mehmed Reşâd Hân’ın kâtiplerinden Muhammed, Şerîf Paşa tarafından Türkçeye çevrilerek, iki cild hâlinde basılmıştır. Fransızcaya çevrilerek, Arabca metni ile birlikte dört cild hâlinde Paris’de yayınlanan bu eser, Arabca metni esas alınarak Mısır’da da bastırılmıştır.

İbn-i Battûta, eserinin çeşitli bölümlerinde, gezmiş olduğu İslâm memleketlerinde görüp işittiği evliyânın kerâmetlerinden de bahsetmektedir. Bunlardan biri şöyledir:

“Ebü’l-Hasen Şâzilî ( radıyallahü anh ), her sene hac ibâdetini yapmak için Mekke’ye gider, Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret ederdi. Yine böyle bir seferinde, Mısır üzerinden Mekke’ye gitti. Hac ibâdetini yaptı. Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Her ân için ölüme hazır olduğundan, öldüğü zaman lâzım olacak eşyayı da yanında taşırdı. Bu seferinde de yanında; cenâzesi yıkanırken su dökmek için bir ibrik, kefenine sürülmek için güzel koku ve mezarını kazmak için küçük bir kazma vardı. Hizmetçisi, dayanamayıp birgün; “Efendim, bunları ne için kendine yük edersin?” diye suâl etti. Tebessüm buyurup; “Humeysira’da göreceksin” dedi. Mısır’da Humeysira’ya vardıkları zaman, Ebü’l-Hasen Şâzilî ( radıyallahü anh ) gusl abdesti alıp iki rek’at namaz kıldı. Namazının son secdesinde, temiz rûhunu Mevlasına teslim eyledi. Yanında taşıdığı ibrikten istifâde ile cenâzesi yıkandı. Kokular kullanıldı. Kazmasıyla da mezarı kazılıp, vefât ettiği yerde hiç kimseye muhtaç olmadan defnedildi Humeysira’dan geçerken, o mübârek zâtın kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendim.

Mekke-i mükerremede kalıp ibadet etmekle şereflendiğim günlerde, Muzafferiyye Medresesi’nde ikâmet ettim. Bir gece rü’yâmda Resûlullahı ( aleyhisselâm ) gördüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Muzafferiyye Medresesi’nin Kâ’be-i muazzamaya bakan bir penceresinde oturmuş, insanlar da tek tek gelerek onunla müsâfeha edip, ona bi’at ediyorlardı. Ebû Abdullah Halîl isminde bir âlim de O’na ( aleyhisselâm ) bf’at edenler arasındaydı. O zâtın üzerinde pamuklu bir kumaştan yapılmış, nisbeten kısa ve beyaz bir elbise vardı. Elini Resûlullahın ( aleyhisselâm ) elinin içine koymuş, Resûlullaha hitaben! “Sana, şu şu husûslarda bi’at ediyorum” diye saydıktan sonra, en son olarak; “Evime sığınan hiçbir miskini (bir günlük yiyeceği olmayanı) ve hiçbir kimseyi red etmemek üzere sana bî’at ediyorum” dedi. Ben onun bu sözüne; “Bunu nasıl söyler? Mekke, Yemen, Irak, Acemistan, Mısır ve Şam memleketlerinde birçok miskin var. Bunların hepsine bakmayı nasıl taahhüt edebiliyor?” diye düşünüp, hayret ettim. Ertesi gün sabah namazından sonra, Ebû Abdullah Halîl ismindeki o âlimi görüp rü’yâmı anlattım. Üstünde rü’yâda gördüğüm elbise vardı. Benim anlattıklarımı duyunca çok sevinip, sevincinden ağladı. Sonra; “Bu elbiseyi, sâlih bir zât, dedeme hediye etmiş, ben de bereketlenmek için giyiyorum” dedi. Bu hâdiseden sonra o zâtın, kendisinden birşey isteyeni geri çevirdiği, kendisine sığınanı reddettiği görülmedi. O, hizmetçilerine hergün ikindi namazından sonra sofra kurdurur, gelen herkese yemek yedirip, ekmek vermelerini emrederdi. Zâten Mekkeliler günde bir vakit, ya’nî ikindi vakti yemek yerler, başka zaman canları birşey istediği zaman hurma ile yetinirlerdi. Bunun için de, bedenleri sıhhatli olur, hastalıkları az olurdu.

Makâm-ı İbrâhim: Kâ’be-i muazzamanın kapısı ile Rükn-i Irâkî arasında; uzunluğu 12 karış, genişliği bunun yarısı kadar, yerden yükseldiği iki karış kadar olan bir yerdir. İbrâhim aleyhisselâm zamanında konulmuştur. Resûlullah efendimiz, şimdi namaz kılınan yere yerleştirdi. Böylece havuza benzer bir yer kaldı. İnsanların namaz kılmak için birbirleri ile yarıştığı bir yerdir.

Makâm-ı İbrâhim’in yeri, Kâ’be-i muazzamanın kapısı ve Rükn-i Irakî arasındadır. Kâ’be-i muazzama yıkandığı zaman, suyu bu makamdan dökülürdü. O makâm, Kâ’be-i muazzamanın kapısına meyillidir. Üzerinde bir kubbe ve altında bir muhafaza vardır. Muhafaza, içine insanın eli girdiği zaman parmaklarının ulaşabileceği bir boşluk bulunan demir bir kafestir. Kafes kilitlidir. Tavaf yapılınca, iki rek’at namaz kılınacak bir yer vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mescidi harama girdiği zaman, Kâ’be-i muazzamaya geldi. Yedi defa tavaf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim’e geldi, selâm verdi ve; “Vettehızû min makâm-ı İbrâhîme musalla” (Bekâra-125) okudu. Arkasından iki rek’at namaz kıldı. Biz de O’nun gibi yaptık.

Zemzem kuyusu: Zemzem kuyusunun kubbesi Hacer-ül-Esved hizasına tekabül eder. Hacer-ül-Esved ile Zemzem arasında 24 adım mesafe vardır. Makâm-ı İbrâhim, Zemzem kuyusunun sağında, köşesine 10 adım uzaklıktadır. Zemzem kuyusunun kubbesinin içi beyaz mermerlerle döşenmiş ve kubbenin ortasından Zemzem kuyusu aydınlatılmıştır. Kâ’be-i muazzama duvarı tarafına meyillidir. Kuyu kurşunla kaplanmış, mermerden örülmüştür. Çevresi 40 karış, yerden yüksekliği 4,5 karıştır. Kuyunun derinliği onbir adam boyudur. Anlatıldığına göre, kuyunun suyu her Cum’a gecesi ziyâdeleşir. Zemzem kuyusunun kubbesinin kapısı doğu taraftadır. Kubbenin içinde, genişliği bir karış ve derinliği bir karış, yerden yüksekliği beş karış olan bir şadırvan vardır. Oradan abdest için su doldurulur, etrâfında abdest alan kişilerin oturabileceği oturaklar vardır.

Zemzem kuyusundan su içirme vazîfesi Abbâs’a ( radıyallahü anh ) verilmişti. Su içilen yerinin kapısı kuzeye bakar, orada Zemzem suyunun doldurulduğu “Devrak” denilen kulplu testiler vardır. O testilerde soğutulan sular, su içmek için gelen müslümanlara ikram edilmektedir.

Zemzem kuyusu yakınlarında, Harem-i şerîfe âit kitaplar ve Mushaf-ı şerîflerin saklandığı bir yer de vardır. Orada Resûlullah efendimizin vefâtından onsekiz sene sonra Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ) tarafından yazılmış olan Mushaf-ı şerîf de vardır. Mekkeliler, şiddetli bir kuraklık veya kıtlık olduğu zaman bu Mushaf-ı şerîfi çıkarırlar, Kâ’be-i muazzamanın kapısını açarlar, onu Kâ’be-i muazzamanın eşiğine, makâm-ı İbrâhim’e koyarlar, insanlar, boyunları bükük, duâ hâli ve tazarru içerisinde Mushaf-ı şerîf ve Makâm-ı şerîf ile tevessül ederlerdi. Ya’nî, bu Mushaf-ı şerîfler ve Kâ’be-i muazzama hürmetine Allahü teâlâdan yağmur isterlerdi. Allahü teâlâ duâlarını kabûl edip, isteklerine kavuşuncaya kadar oradan ayrılmazlardı.

Mekke-i mükerremede ziyâret etmekle şereflendiğimiz dağlardan biri Ebû Kubeys dağıdır. Mekke’nin kuzeydoğusunda olup, şehre en yakın dağdır. Kâ’be-i şerîfteki Hacer-ül-Esved köşesinin karşısına tekabül eder. Ebû Kubeys dağının en yüksek yerinde bir mescid, imâret ve tekke vardır. Memlûklu sultânı Melik Zâhir zamanında Harem-i şerîf çevresi tamir ve imâr edilirken, buradaki binalar da tamir edilip güzelleştirildi.

Ebû Kubeys dağı, Allahü teâlânın ilk yarattığı ve Nûh tufanı esnasında, üzerine Hacer-ül-Esved’i emânet ettiği dağdır. Kureyşliler, İslâmiyetten önceki câhiliyet zamanlarında oraya, “Emin” adını vermişlerdi. Çünkü o, kendisine emânet edilen Hacer-ül-Esved’i, İbrâhim aleyhisselâma teslim etmişti Hatta Adem aleyhisselâmın kabrinin de bu dağda olduğu rivâyet edilmektedir. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), şakk-ül-kamer (Ayın ikiye ayrılıp bir müddet sonra birleşmesi) mu’cizesi de bu dağda vukû’ bulmuştu.

Kuaykıân ve Kızıldağ ve Hirâ dağını da ziyâret etmekle şereflendik. Hirâ dağı, Mekke-i mükerremenin kuzeyinde, beş-altı kilometre kadar uzaktadır. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Peygamberlik gelmeden önce hep orada ibâdet ederdi. Cebrâil (aleyhisselâm), Resûlullaha ( aleyhisselâm ) ilk vahyi orada getirdi Vahyin ilk gelişi esnasında, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) altında Hira dağı titredi Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Sabit ol! Sana ne oluyor?” buyurdu.

Sevr dağını da ziyâret etmekle şereflendik. Sevr dağı, Yemen yolu üzerinde, Mekke’den beş-altı kilometre uzaklıkta bir dağdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile Ebû Bekr-i Sıddîk’in ( radıyallahü anh ), Mekke’den Medine’ye hicretleri esnasında kaldıkları mağara, Sevr dağındadır. Ezrakî, eserinde Sevr dağının, Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Bana gel! Ey Muhammed bana! Senden önce yetmiş peygamberi ben misâfir ettim” diye nidâ ettiğini bildirmektedir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ve Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) mağaraya girince, dağ sâkinleşti. Örümcek gelip, mağaranın ağzını ördü. Güvercin, hemen bir yuva yaptı. Allahü teâlânın izniyle oraya yumurtladı. Müşrikler, iz sürücülerinin yardımıyla mağaraya kadar geldiler, örümceği ve güvercin yuvasını gördüler, izler burada bitiyor, fakat bu mağaraya da kimse girmiş olamaz” dediler. Daha sonra da geri dönüp gittiler. Müşriklerin, mağaranın ağzına geldikleri sırada, onların kendi aralarındaki konuşmalarını duyan Ebû Bekr ( radıyallahü anh ); “Yâ Resûlallah! Bizi görürler” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Buradan çıkarız” buyurup, mübârek eliyle diğer tarafı gösterdi Allahü teâlânın izniyle işâret buyurulan yerde bir kapı açıldı.

Müslümanlar, bu mübârek yeri ziyâret için geliyorlar. Mağaranın içine, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) girdiği kapıdan girip ziyâret ederek bereketleniyorlar. Ziyâretçilerden biri içeri girince, bir diğeri dışarda hazırlanıyor, öbürü çıkmadan içeri girmiyor. Çünkü mağaraya, bir kişinin bile belini bükmeden girmesi mümkün değil, içeri girmek için bekleyenler, daha önce mağaranın önünde namaz kılıyorlar.

Medîne-i münevveredeki ziyâretlerimiz: Mescid-i Nebevî’ye girip, Bâbüsselâm’da Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) selâm vererek durduk. Resûlullahın minberi ile kabri şerîfi arasındaki Ravda-i mütahharaya ulaştık. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) inleyen ağacın parçasını selâmladık. Daha sonra günahkâr ve isyankârların şefaatçisi, evvelkilerin ve sonrakilerin efendisi Resûlullahı ( aleyhisselâm ) selâmladık. En yakın dostu ve arkadaşı Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e selâm verdik. Bu ziyâretten içimize öyle bir mutluluk ve saadet doldu ki, bu büyük ni’metleri veren Allahü teâlâya şükr ettik.

Kâsiyûn’da gördüklerimden ba’zıları: Kâsiyûn, Şam şehrinin kuzeyinde bir dağdır. O dağın eteğinde Sâlihiyye şehri vardır. Sâlihiyye, peygamberler beldesi olduğu için, mübârek bir şehirdir. Gördüklerimden biri, İbrâhim aleyhisselâmın doğduğu mağaradır. O mağara, uzun, dar ve üzerinde büyük bir mescid bulunan bir yerdir. Orada büyük bir manastır vardır. Bu mağaradan, yıldız, ay ve güneş görünür. O mağaranın üst taraflarında, İbrâhim’in (aleyhisselâm) çıktığı makam vardır.

Garbda gördüklerimden birisi de, “Kan mağarası”dır. O mağaranın bulunduğu dağın üzerinde, Adem’in (aleyhisselâm) oğlu Hâbil’in kanı vardır. Allahü teâlâ, onu taş üzerinde kırmızı bir iz olarak muhafaza buyurdu. Orası, Kabil’in Habil’i öldürüp sakladığı mağaradır. Nakl olunur ki: Bu mağarada; İbrâhim (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), Îsâ (aleyhisselâm), Eyyûb (aleyhisselâm) ve Lût (aleyhisselâm) namaz kılmışlardır. Onun üzerinde merdivenle çıkılan sağlam bir mescid vardır. Orada her Perşembe ve Pazartesi günleri açılan, misâfirlerin kalabileceği evler ve mağarada yakılan kandil ve lâmbalar vardır.

Orada gördüklerimden biri de, dağın en yüksek noktasındaki mağaradır. Âdem’e (aleyhisselâm) nisbet edilir. Açlık mağarası olarak bilinir. Üzerine bir mescid yapılmıştır. Yetmiş Peygamberden (aleyhisselâm) herbiri, kuru ekmek yiyerek bu mağarada kalmışlar. Biri vefât edince, bir diğeri yerine geçmiştir. Buradaki mescidde mağarada, gece-gündüz yakılan kandiller vardır. Buranın bakılması ve gelip gidenlere hizmet için çeşitli vakıflar vardır.

Ferâdis kapısı ile Kasiyun dağı arasında yediyüz veya yetmişbin Peygamberin medfûn olduğu söylenir. Ayrıca şehrin dışında, sâlihlerin ve Peygamberlerin medfûn olduğu eski bir mezarlık vardır.”

İbn-i Battûta, Seyahatnamesinde, Anadolu’daki ahilerden şöyle bahsetmektedir. “Ahî; kardeş, Ahîlik de kardeşlik ma’nâsındadır. Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları heryerde; şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Bunlar san’at sahibi kimseler olup, geçimlerini te’min etmek üzere bir meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlaşan bir toplulukdur. Memleketlerine gelen yabancıları karşılayan, onlarla ilgilenerek bütün ihtiyâçlarını te’min eden ve haksızlıkları önleyen kimselerdir. Bunların eş ve örneklerine dünyânın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir. Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan bir kısım insanlar, bindiğimiz hayvanları çevirerek yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise, bunları durdurarak, onlar da hayvanlarımızın yularından tuttular. Birbirleriyle çekişmeye başladılar. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını da anlıyamadığımızdan korkmaya başlayıp, malımıza ve canımıza kasdettiklerini zannettik. Nihâyet Arabca bilen, hacca gitmiş bir adam yanımıza geldi. Ona, bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum. “Bunlar Ahîlerdir” dedi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinân’ın yoldaşları, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın yoldaşları imiş. Meğer bizi misâfir etmek için çekişmişler. Nihâyet işi kur’a çekmek yoluyla halletmeye karar verip, kur’a çektiler. Kur’a, Ahî Sinân takımına düşünce, bizi misâfir etmek üzere tekkelerine götürdüler. Çok izzet ve ikramda bulundular. Ertesi akşam da, Ahî Tuman’ın adamları gelip bizi misâfirliğe götürerek ikramda bulundular. Her iki tarafla da Kur’ân-ı kerîm okundu, hoş sohbetler oldu. Tekkelerinde bir müddet kaldıktan sonra, büyük bir memnuniyetle ayrılıp seyahatimize devam ettik.” bir kargaşalığı da anlatmakta, kargaşalığa sebep olan İbn-i Teymiye’den; “İbn-i Teymiye’nin ilmi çoktu. Fakat aklında bozukluk vardı” şeklinde bahsederek, hâdiseyi şöyle anlatmaktadır: “Şam’da Cum’a namazındaydım. İbn-i Teymiye hutbe okudu. Minberden inerken; “Benim şimdi indiğim gibi, cenâb-ı Allah dünyâ göktine iner” diyerek merdivenlerden indi. Orada bulunan Mâlikî mezhebi âlimlerinden İbn-i Zehrâ, İbn-i Teymiye’nin söylediği bu sözün kötülüğünü cemâate uzun uzun anlattı. Cemâatin çoğu, İbn-i Teymiye’nin bozuk sözlerinin yanlışlığını anlayabilecek seviyede değildi. Cahillikleri sebebiyle İbn-i Teymiye’yi hak yolda sanıyor, onun yaldızlı sözlerine inanıyorlardı, İbn-i Zehrâ, cemâate doğruyu söyleyip gerçeği isbât edince, İbn-i Teymiye’nin sapıklığını anladılar. Hepsi İbn-i Teymiye’nin üstüne yürüdü. Elleri ve na’lınları ile onu dövdüler. İbn-i Teymiye yere yıkıldı. Başından sarığı düştü. Sarığın altındaki ipek takkesi meydana çıktı. Erkeklere haram olan ipeği, en câhili bile kullanmazken, insanlara din öğreten bir kimse, ipek takke giyiyordu. Alıp kadıya götürdüler. Kâdı onu hapsedip azarladı, ta’zîr etti. Diğer kadılar, kadı efendinin onu hapisle ta’zîr etmesine i’tirâz ettiler. Durum Memlûklü Sultânı Melik Nâsır’a intikâl etti. Âlimlerden meydana gelen bir heyet teşkil edildi. Bu âlimler heyeti, İbn-i Teymiye’nin fitne çıkardığına karar verdi. Sultanın emri ile İbn-i Teymiye, Şam’da hapsedildi.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 480

2) Mu’cem-ul-müellifîn cild-10, sh. 235

3) El-A’lâm cild-6, sh. 235

4) Fâideli Bilgiler sh. 308, 314

5) “Tuhfet-ün-nüzzâr” (İstanbul: 1335) sh. 9

6) Rıhletü İbn-i Battûta Beyrut 1960

7) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 24


İBN-İ BATTÛTA (Ebû Abdullah Muhammed Tancî)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ