Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. “Dürr-ül-muhtâr” kitabının sahibi Alâüddîn-i Haskefî’nin hocasıdır. İsmi, Hayreddîn bin Ahmed bin Nûreddîn Ali bin Zeynüddîn bin Abdülvehhâb el-Eyyûbî el-Uleymî el-Fârûkî er-Remlî’dir. 993 (m. 1585) senesinin Ramazân-ı şerîf ayında, Filistin’in Remle şehrinde dünyâya geldi ve orada büyüdü. Doğum yerine nisbetle, “Remli” diye meşhûr oldu. Tefsîr, hadîs, fıkıh, lügat, sarf, nahiv, beyân, arûz ve daha başka ilimlerde büyük bir âlim olarak yetişti. Hanefî mezhebinde, zamanının âlimlerinin en büyüğü kabûl edildiği için, “Şeyhülislâm” ünvanı verildi. Fetvâları, “Fetâvâ-yı Hayriyye” adı ile meşhûrdur. Beyrut’ta ofset yolu ile basılmıştır. Remli’nin kıymetli eserlere şerh ve haşiyeleri vardır. Bunlardan “Eşbâh ve Nezâir” haşiyesi ve “Levâih-ül-envâr” ismi verilen, “Minah-ül-Gaffâr” haşiyesi çok kıymetlidir. Şiirleri bir “Dîvân” teşkil etmekte olup, basılmıştır. 1081 (m. 1670) senesinde, Ramazân-ı şerîf ayının yirmiyedinci gününün Pazar gecesinde Remle’de vefât etti. Şeyh İbn-i Abdullah Muhammed Betâyihî’nin kabri yakınlarında bulunan, Başkardî mahallesinde defnedildi. Oğlu Necmüddîn onun için bir türbe yaptırdı.
Hayreddîn-i Remli, birçok âlimden ilim tahsil etti. Önce Kur’ân-ı kerîmi kırâat eyledi. Şeyh-ül-Kıdve Mûsâ bin Hasen-i Remlî’den tecvîd ilmini öğrendi. Ebû Şücâ’dan Şafiî fıkhını okudu. Küçükken bu zâtın yanında kalıp, kendisinden istifâde etmiş, onun feyz ve bereketlerine kavuşmuştu. 1007 (m. 1598) senesinde, büyük ağabeyi Abdünnebi ile birlikte Mısır’a gitti. Diğer ağabeyi Allâme Şemseddîn, ilim tahsili için daha önce Mısır’a gelmişti. Hayreddîn-i Remli ilim tahsili için Mısır’a gidişini şöyle anlatır: “Geceleyin, ağabeyimle beraber Mısır’a varmıştık. Sabahleyin erkenden, ağabeyimden beni hamama götürmesini istedim. O da bu ihtiyâcımı te’min etti. Sonra onunla birlikte, Câmi’ul-Ezher Medresesi’ne gittik. Orada, evliyânın meşhûrlarından Şeyh Fâyid de bulunuyordu. O devrin Mısır halkı, kendisine çok hürmet ve saygı gösterirdi. Medreseye girince, Şeyh Fâyid’in elini öpmek istedim. Yüzünü çevirip elini vermedi ve bana; “Benden uzaklaş!” dedi. Böylece elini öpmek mümkün olmadığı gibi, kalbim de mahzûnlaşmıştı. Günlerce Câmi’ul-Ezher’de kaldım. Günün birinde, bir de ne göreyim! Şeyh Fâyid; “Ey Şeyhülislâm, buraya gel!” diye sesleniyordu. Kime seslendiğini anlayamadım. O ise beni işâret ediyordu. Yanına vardım ve elini öptüm. Elindeki değneği ile benim sırtıma vurdu. Bundan sonra ne zaman yanına gitsem beni karşılar, yanına oturtur ve çok güzel şiirler okurdu. Yanından ayrılmak için ayağa kalkmak istediğimde, kolay kolay izin vermezdi. Onun feyz ve bereketlerine kavuştum. O, herkesi meccânen (ücretsiz) traş ederdi. Bana da berberliği öğretti. İki makas ve bileği taşını hediye etti. Onlar şimdi yanımdadır. Sonra Şafiî mezhebinin fıkıh bilgilerini öğrenmek istedim. Bir müddet buna devam ettim. Ben ve ağabeyim, bir özrümüz olmadığı hâlde, Şafiî fıkhını okumaktan biraz sıkılmıştık. Ağabeyim, Hanefî mezhebine geçip, onun fıkıh bilgilerini öğrenelim diye teklif etti. Ben buna râzı olmadım. O da Şafiî fıkhını okumaya rızâ göstermedi. Artık Hanefî fıkhını okumaya başlayacağını söyledi. Bu husûsta, Câmi’ul-Ezher âlimlerinin büyüklerinden biri ile istişâre ettim. O da Şeyh Fâyid’i işâret edip, ondan, bu husûsta bir pusula (mektûp) yazıp, İmâm-ı Şafiî’nin kabrine bırakıvermesini istememizi tavsiye etti. Durumu Şeyh Fâyid’e anlattık. O da kabûl etti. Bir mektûp yazıp kabre koydu. Bu sırada, kabrin yanına oturdu. Bir ara dalıp uyuyuverdi. Rü’yâsında İmâm-ı Şafiî’yi gördüğünü ve kendisine; “Biz hepimiz (hak mezhepler) doğru yoldayız” buyurduğunu gelip bize haber verdi. Sonra da bana dedi ki: “Bu, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin senin ağabeyine, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin mezhebine geçmek isteğine ve o mezhebin fıkıh bilgilerini okumasına bir işârettir.” Bunun üzerine ben de ağabeyimin arzusuna uyarak, Hanefî mezhebinin fıkıh bilgilerini okumaya başladım. Çok gayret gösterip ilim tahsiline devam ettim, ilimde üstâd olan âlimlerden çok ilim öğrendim. Câmi’ul-Ezher’de fıkıh âlimi olan Şeyh Abdullah bin Muhammed en-Nahrîrî’den Hanefî fıkhını öğrendim.”
Hayreddîn-i Remli, hocası Nahrîrî’den “Kenz” kitabının şerhinin tamâmını okudu. “Sadr-uş-şerî’a”nin ve “Eşbâh ve Nezâir” kitabının çoğunu, “Katr-un-nedâ” şerhinin bir bölümünü, “Tebyîn-ül-hakâyık”ın büyük bir kısmını, “El-İhtiyâr”, “İbn-i Melek” “Sirâciyye” ve şerhini, “Şerh-ur-Ruhbiyye” ve daha başka kitapları da onun huzûrunda okumuştu. Hocalarının en üstünü Nahrîrî idi. Uzun müddet onun yanında kaldı. Nahrîrî, kendisinin Mısır’a yerleşmesini te’min etti. Berkûkiyye Medresesi’nde kalabileceği bir oda tahsis ettirdi. Ağabeyini de oraya yerleştirdi. Ağabeyi ile birlikte bu hocasına çok gelip giderlerdi. Nahrîrî, Câmi’ul-Ezher’deki umûmî derslerin dışında, Hayreddîn-i Remli’ye ve ağabeyine husûsî dersler de verdi. Hayreddîn-i Remli, Hanefî âlimlerinin büyüklerinden Allâme Sirâcüddîn Muhammed bin Muhammed el-Hatûti’den de ilim tahsil etti. Bu zâtın da fetvâları meşhûrdur. Ondan da “Kenz-üd-dekâik” adlı eserden dersler okudu. Bu hocası ona, 1009 (m. 1600) senesi Muharrem ayı ortalarında icâzet verdi. Emînüddîn Ahmed bin Muhammed’den de, Zeylâ’î’nin “Şerh-ül-kenz” kitabının bir kısmını okudu. Bu hocası da, kendi el yazısı ile bir icâzet yazıp verdi. Ayrıca bu hocasından, hadîs-i şerîf dersi okudu. Usûl-i fıkıh ilmini, Allâme Muhammed bin Muhammed ile Şeyh Muhammed bin Şelbî’den okudu. Câmi’ul-Ezher muhaddisi Ebü’n-Nücâ Sâlim es-Senhûrî’den, hadîs ilmini tahsil etti.
Kırâat ilimlerini, zamanının kırâat âlimi Şeyh Abdürrahmân-ı Behnî’den okumuştu. Nahiv ilmini ise, daha önce zamanının seçilmişi Ebû Bekr-i Şinvânî ve Şeyh Süleymân İbni Abdiddâim Tebâbilî’den tahsil etmişti. Bu hocalarının arkadaşı olan Şeyh İbrâhim Lekânî’den de ders okudu. Mısır’daki tahsili müddetince altı sene Câmi’ul-Ezher de kaldı. Kendi el yazısı ile birçok kıymetli kitapları yazıp, bunları okudu. Bunun yanında başkalarının yazdıklarını da okudu. Daha Câmi’ul-Ezher’de iken fetvâ vermeye başlamışdı. Hocası Nahrîrî ve İbn-i Abdil’âl, 1013 (m. 1604) senesi Zilkâ’de ayında, ona gösterdikleri teveccühten dolayı, yeni birer icâzet daha yazdılar. Bu senenin sonu olan Zilhicce ayında, Mısır’dan Remle’ye geldi. Dönüşünde Gazze âlimleri ve o beldenin vâlisi Ahmed bin Rıdvan ile buluştu. Vâli, kendisine çok ikram ve iltifâtlarda bulundu. İhsânları çok oldu. Ona çok i’tibâr gösterdi. Hayreddîn-i Remli memleketine yerleşip; ders okutmak, talebe yetiştirmek ve fetvâ vermekle meşgûl oldu. İnsanlara va’z ve nasihati hiç terketmedi. İlmi ile çok meşhûr oldu. Fetvâları her tarafa yayıldı. Her beldeden insanlar gelip kendisine mes’ele sorarlar ve fetvâ isterlerdi. Bunun için de meşgûliyeti çok olurdu. Tedrisât ve fetvâ işlerinden arta kalan vakitlerinde, kendi eliyle üzüm bağları ve çeşitli ağaçları dikip yetiştirirdi. Her cins meyveden, incir ve zeytinin muhtelif cinslerinden binlerce ağaç dikmişti. Çok mülkü ve gelir kaynakları vardı. Elinin emeğiyle kazanıp yerdi. Vakıftan ve başka yoldan bir maaş kabûl etmezdi. Çoluk-çocuğuna, akrabâlarına, talebelerine, komşularına ve ihtiyâç sahiplerine çok hayır ve hasenatta bulunurdu. Memleketinin câmilerinden, mescidlerinden ve evliyâ kabirlerinden bir çoğunu, bizzat kendisi ta’mir ettirdi. Kütüphânesinde çok kitabı vardı. Her ilme âit meşhûr kitaplardan, 200.000 adet kitabı mevcûttu. Mükerrer nüshalar da bu sayıya dâhildi. Birçok kimse kendisinden ilim tahsil etti. Himmet ve bereketi büyük oldu. Herkese faydalı olmaya çalışırdı. İnsanlar arasında mevkîsi ve makamı büyük olan; vâlilerden, âlimlerden, müftîlerden, müderrislerden, eser sahiplerinden ve meşhûr kimselerden çok kimse ondan ilim öğrendi. Bunlar, uzak memleketlerden gelip ilim tahsil ederlerdi. Oğlu Allâme Muhyiddîn, Kudüs’de Şafiî müftîsi olan Seyyid Celîl Muhammed Eş’arî, yine Kudüs’de Hanefî müftîsi Allâme Seyyid Abdürrahîm bin Ebî Lütf, Allâme Muhammed bin Hâfızüddîn es-Sürûrî, Mescid-i Aksa hatîbi Fadıl Yûsuf bin Şeyh Radıyyüddîn el-Lütfî, Gazze şehrinde Hanefî müftîsi Allâme Ömer el-Meşrikî, Şafiî müftîsi Şeyh Ali gibi zâtlar, ondan ilim tahsil edip, icâzet alan âlimlerdir. Şam’dan da birçok kimse gelip ondan ders aldı. Yüksek âlim Seyyid bin Muhammed bin Kemâleddîn bin Hamza Nakîb ve üç evlâdı Seyyid Abdurrahmân, Seyyid Abdülkerîm ve Seyyid İbrâhim ile, Şam’da Hanefî müftîsi olan Alâüddîn bin Ali Haskefî, Seyyid Muhammed bin Telân Nakîb ve daha başkaları, Haremeyn’in direği sayılan ve Mekke’de oturan Îsâ bin Muhammed es-Se’âlebî el-Magribî, Allâme ve büyük müdekkik Muhammed bin Süleymân es-Sûsî, Medine’de oturan İbrâhim bin Abdurrahmân el-Hayârî el-Medenî ve başkaları, Anadolu’da fazilet ve şöhret sahibi Vezîr-i a’zam Mehmed Paşa’nın oğlu Mustafa Paşa gibi âlimler, onun seçkin talebelerindendir. Sadr-ı a’zam Ahmed Paşa’nın oğlu da ondan ilim tahsil edip icâzet aldı.
Magrib memleketlerinden gelip, ondan ilim alanlar da oldu. Tefsîr, hadîs ve nahiv âlimi ve eserler sahibi Yahyâ bin Muhammed Magribî, magribden gelip kendisinden icâzet alanlardan oldu. Seyyidî Abdullah bin Muhammed el-Iyâşî, Muhammed bin Abdullah el-Iyâşî ve daha birçokları ondan ilim tahsil etmişlerdir. Büyüklerle beraber küçükler ve dedelerle beraber torunlar da derslerine katılırdı. Kendisinden icâzet isteyen ve buna ehil olanlara eliyle yazarak verirdi. İnsanlara ilim öğretmek husûsunda çok gayretli idi. Herkesin hatırını hoş tutar, âlimlere ve ilim talebelerine çok ikramlarda bulunurdu. Onlara yardım husûsunda çok cömert davranırdı, istedikleri şeyleri kendilerine verirdi.
Orta boylu, etine dolgun ve elleri bembeyaz bir zât idi. Görünüşü çok güzeldi. Saçları nûrânî bir beyazlığa bürünmüştü. Yüzüne bakanlar, zamanındaki kimselerden ondan daha güzel yüzlü birisini görmediklerini söylerlerdi. Tevâzuunun çokluğundan ve yumuşak huyluluğundan dolayı, kimse ondan uzaklaşmazdı. Sohbetleri güzel, faydası çoktu. Fesahat ve belagat sahibi idi. Kendisine gelenlere çok ikramlarda bulunurdu. Sohbet meclislerinde boş ve fâidesiz şeyler konuşulmaz ve yapılmazdı. Vakitleri yazmak, ders okutmak, mes’ele soranlara fetvâ vermekle geçerdi. Yazılarında kullandığı dilde, aslına sadâkata çok riâyet ederdi. Sâde bir lisan kullanırdı. Firâset-i îmâniyye ve hikmet-i Lokmâniyye sahibi idi. Kâdılık yapanlara ve devletin siyâsî hizmetinde görev alanlara karşı gayet heybetli ve ciddî davranırdı. Onun zamanında Remle şehri, memleketlerin en adâletlisi olmuştu. Şehir halkı, İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymakta büyük bir gayret gösterirlerdi. Bu şehre yakın olan yerlerde de durum aynı idi. Bir kadının, bir şahıs hakkında İslâm dîninin bildirdiği hükümlerle karar vermediği görülse, mahkûm olan kişi, doğruca Hayreddîn-i Remlî’ye gider, kadının verdiği hükmün sûretini ona gösterirdi. Kararın butlanı (yok sayılması) için ona müracaat ederdi. Sanki o, memleketin Kâdı’l-kudâti (temyiz başkanı) idi. Kâdı, onun fetvâsına uygun olmayan bir kararını hemen değiştirirdi. Şam’da ve başka şehirlerde, ne zaman müşkil bir mes’ele ortaya çıksa, başka müftîlerin çokluğuna rağmen, mes’eleyi Hayreddîn-i Remlî’ye getirip hâllini isterlerdi. Çöllerde yaşayan bedevilere dahî onun fetvâsı ulaştığında, hiç tereddüt etmeden aralarındaki ihtilâflara son verirler, fetvâ ile bildirilen hükme hemen uyarlardı. Hâlbuki onlar, işlerinde uyacakları dînî hükümlerin ne olduğunu bilmiyorlardı. Velhâsılı Hayreddîn-i Remli, kadrü kıymeti yüksek, şânı yüce, deniz damlalarından çıkarılmış bir inci ve gerdanlıktaki bir altın parçası gibiydi.
Hayreddîn-i Remli buyuruyor ki: “Hâfızların ücret ile okuduğu Kur’ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olur. Hâfızlara ücret ile Kur’ân-ı kerîm okutmak caiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi ücretle okumak, bâtıldır, bid’attır. Dört halîfe zamanında, hiç kimse bunu işlemedi. Kur’ân-ı kerîm öğretmekte ise zarûret vardır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imamlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için ücretle yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. Mezar başında, ücretle Kur’ân-ı kerîm okutmak için ise zarûret yoktur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 134, 139
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 132
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 358
4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 499
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 350, 352, 795, 1014
HAYREDDÎN-İ REMLÎ