Fıkıh, kelâm ve nahiv âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer el-Halebî olup lakabı Sirâcüddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 850 (m. 1446) senesinde Edirne’de vefât etti. Oraya defnedildi.
Timur Hân, Haleb ve civarını fethedip geri dönerken, Muhammed bin Ömer el-Halebî’yi de beraberinde Mâverâünnehr’e götürdü. Zira o, âlimleri sever ve himâye ederdi. Halebî, oradaki âlimlerle görüştü ve onlardan çok istifâde etti. Daha sonra Anadolu’ya geldi. Osmanlı pâdişâhlarından İkinci Murâd Hân ile görüştü. Ondan çok izzet ve ikram gördü. Sultan, onu oğlu Mehmed’e hoca ta’yin etti. Edirne’de onun için bir medrese yaptırdı. Bu medrese Halebî Medresesi diye meşhûr oldu. Halebî, adına inşâ edilen bu medresede uzun süre ders verdi. İlmî çalışmalarda bulundu ve çok eser yazdı. Çok serî yazardı. Onun el yazması olan kitapları çoktur. Halebî, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın saltanatının başlarında bu medresede müderris iken vefât etti.
Halebî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1-El-Menhec-üs-sedîd ilâ Kelimet-it-tevhîd, 2-Keşf-ül-Vâfiye fî şerh il-Kâfiye, 3-Hâşiye alâ şerh-il-Izzî.
El-Menhec-üs-sedîd ilâ Kelimet-it-Tevhîd adlı eserinden ba’zı bölümler:
Zikrin fazileti: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “O hâlde siz, bana itaat ve ibâdet ederek beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım, Ni’metlerime şükredin de, nankörlük yaparak küfre varmayın (beni ve ni’metlerimi inkâr etmeyin)” buyuruyor (Bekâra-152). Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede müslümanları iki şeyle mükellef kıldı; zikr ve şükür. Âyet-i kerîmede zikrin şükrden önce buyurulması, zikrin bizzat Allahü teâlâ ile meşgûliyetten, O’nun bizzat anılması ve hatırlanmasından, şükrün ise; Allahü teâlânın ni’meti ile meşgûl olunmasından dolayıdır. Zikir; dil, kalb ve a’zâlarla olmak üzere üç kısımdır.
Dil ile zikr: Allahü teâlâya hamd etmeye, O’nu ta’zime ve noksan sıfatlardan tenzihe (uzak tutmaya) delâlet eden lafızlardır. Eğer dil ile Allahü teâlâ zikredilirken, anılırken, kalb gaflet hâlinde olur, dilin yaptığı zikirden habersiz olursa, bu âdet olan zikr olur ki, avvâmın yaptığı zikr böyledir. Böyle bir zikrin meyvesi, sevâb kazanılmasıdır.
Kalb ile zikr: Ağızla söylemeyip, yalnız kalb ile yapılan zikirdir. Buna tasavvufda zikr-i hafî denir. Bu da yalnız zât-ı ilâhiyyenin zikridir. Yahut sıfatlarını düşünerek yapılır. Ni’metleri de düşünülürse, buna tefekkür denir.
A’zâlarla zikr: A’zâlarla, Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu işleri yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır Bunun içindir ki, Allahü teâlâ namaza, zikr buyurdu.
Şöyle denilmiştir: “Zikr yedi çeşittir, ilki; gözün zikri olup, Allah korkusu için ağlamaktır, ikincisi; kulağın zikri olup, günah olmıyan iyi ve fâideli şeyleri dinlemektir. Üçüncüsü; dilin zikri olup, Allahü teâlâya hamdü senada bulunmaktır. Dördüncüsü; iki elin zikridir ki, fakirlere yardım ve bağışta bulunmaktır. Beşincisi; bedenin zikri olup, Allah yolunda çalışmaktır. Altıncısı; kalbin zikridir ki, Allahü teâlânın azâbından korkup, rahmetinden ümitli olmaktır. Yedincisi; rûhun zikri olup, Allahü teâlâya teslimiyet ve O’ndan gelen herşeye rızâ göstermektir.”
Âyet-i kerîmedeki “Fezkirûnî” kavl-i şerîfi, bütün tâatleri, emri içerisine almaktadır. Aynı şekilde “Ezkurküm” kavl-i şerîfi de, Allahü teâlânın umûmî lütuf ve ihsân edeceği derecelere nazaran, bütün iyiliklerin ihsân olunacağına, hamd olmasını içine alır. Bu lütuf ve ihsânların en aşağı derecesi, dînin emirlerini yerine getirme gayreti içerisinde olan kimseler için, en büyük gaye ve maksuddur. Sonra rızâ makamı gelir ki, bu hakîkat ehlinin muradı olan bir derecedir.
Zikr ile ilgili ba’zı husûslar:
1-Allahü teâlâ çok zikredilmeli: Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allahın emrine boyun eğen bütün erkekler ve kadınlar, (gereği üzere Allahı ve Peygamberini tasdik eden) Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, ibâdete devam eden erkek ve kadınlar, (iş ve sözlerinde) sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allahı çok zikreden erkekler ve kadınlar (var ya), Allah bunlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” buyuruyor.
2-Her zaman Allahü teâlâyı zikretmeli: Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzdoksanbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken (dâima) Allahı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, Allahın varlığını tefekkür ederler ve şöyle derler: Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin. Artık bizi Cehennem ateşinden koru” buyuruyor.
3-Allahü teâlânın, ta’zim, sevgi ve bütün mühim işlerde O’ndan yardım istenilerek zikredilmesidir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Hac ibâdetlerinizi bitirince, câhiliyet devrinde hacdan sonra toplanıp atalarınızı anarak öğündüğünüz gibi, hattâ daha kuvvetli bir zikirle Allahı anın. Çünkü insanların kimisi: “Ey Rabbimiz, bize (nasîbimizi) dünyâda ver” der. O kimsenin âhırette nasîbi yoktur” buyuruyor (Bekâra-200).
Âlimler, burada birkaç husûsu zikretmişlerdir: 1-İnsan, babasını hürmet ve ta’zimle, baba ise oğlunu şefkatle anar. Allahü teâlâya yapılması lâyık olan ise ta’zimdir. 2-İnsan, zâhirde babasından dünyâya gelmiştir. Hakîkatte ise, Allahü teâlânın kudreti ile var olmuştur. Bu sebeble insan, babasını sevdiğinden daha fazla Allahü teâlâyı sevmelidir. 3-İnsan, mühim işlerinde babasından yardım ister. Hâlbuki böyle işlerde, belâ ve musibetlerde yardım istenmeye Allahü teâlâ daha lâyıktır.
Zikrin hikmeti: 1-Kalbin mutmain olması: Allahü teâlâ, Ra’d sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen “Bunlar, Allahın zikri ile kalblerî huzûra kavuşarak îmân edenlerdir. Evet bilin ki, ancak Allahı anmakla kalbler yatışır ve huzûr bulur” buyuruyor.
2-Beşeri zulmetin gitmesi: Allahü teâlâ A’râf sûresinin ikiyüzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahtan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allahı ve azâbını düşünürler. Bir de hemen bakarsın ki, onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile” buyuruyor. Ya’nî müttekîler, kendilerine şeytandan birşey isâbet edince ve onun vesvesesinin farkına vardıkları zaman, Allahü teâlânın emrini ve yasaklarını hatırlarlar. Doğruyu görüp, şeytanın vesvesesinden uzak kalırlar.
Allahü teâlâdan başka herşey karanlıktır. Bütün nûrlar, Allahü teâlâdadır. O’nu anıp hatırlamak, O’nun lütfettiği nûrlar ile kalbin aydınlanmasına, nurlanmasına, beşeri karanlıkların kalbden ve rûhdan gitmesine vesile olur.
Allahü teâlâ, zikrin faydalarını beyân buyurduğu gibi, zikirden yüz çevirmenin zararlarını da Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyurmuştur: “Her kim, Rahmânın zikrinden uzak kalırsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu ona arkadaştır.” (Zuhruf-36) Şöyle ki, şehvet, gadab, vehm, hayâl gibi şeylerin hepsi, insanı cismânî ve maddî şeylerle meşgûl olmaya da’vet eder. Allahü teâlâ ile meşgûl olmak, O’nu anıp hatırlamak, böyle maddî şeylerle meşgûl olmanın zıddıdır. Birşey iki zıd şeyden birine yakın olursa, diğerinden uzaklaşır, işte cismânî şeylere yakın olmak, rûhanî şeylerden uzaklaşmaya vesile olur.
Allahü teâlâyı zikretmek, pek şerefli bir iştir. Çünkü Allahü teâlâ, kulluk makamında meleklerin derecelerini beyân buyururken, onları zikretmeleri sebebiyle medheyledi ve Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Eğer Allaha ibâdet etmekten çekinir kibirlenirlerse, bilsinler ki, Rabbinin katında bulunan melekler hiç usanmıyarak, gece ve gündüz O’nu tesbih ederler” buyuruyor. (Fussilet-38).
Resûlullah ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu bildirdi: “Ben kulumun, beni zannına göreyim. Kulum beni anınca, ben onunla beraber olurum. Eğer kulum beni nefsinde anarsa, ben de onu zâtımda anarım. Eğer beni bir cemâat içerisinde anarsa, ben de onu ondan daha hayırlı bir cemâat (melekler) arasında anarım.”
Tasavvufta esas, hazır ve uyanık bir kalb ile devamlı zikirdir. Bunun için zikrin hakîkati, herşeyi unutarak Allahü teâlâyı anmaktır. Ya’nî herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11,, sh. 80
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 188
3) El-A’lâm cild-6, sh. 315
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 196
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 186
HALEBÎ