Irak’ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Bâtû hazretleri devrinde üç âlim, bu zâtın ziyâretine geldiler bir akşam.
Oturup sohbet ettiler.
Derken yatsı ezanı okundu.
Ve namaza kalktılar…
Bekâ hazretleri imâm oldu. Bu üç âlim, kıraatini beğenmediler bu zâtın.
Hattâ “okuması tecvîde uygun değil” dediler içlerinden.
“Bu zât tecvîd bilmiyor, böyle velî olur mu?” diye düşündüler…
Derken vakit ilerledi.
O evde misâfir kaldılar.
Sabahleyin uyanınca üçü de ihtilâm olmuştu…
Yakında bir “nehir” vardı.
Gusletmek için çıkıp, nehre girdiler üçü de.
Sudan çıktıklarında, elbiselerinin üzerinde koca bir “aslan”ın yattığını görüp dehşete kapıldılar! Ne yapacaklarını şaşırdılar!
Bunun hikmetini, anlar gibi oldular.
O esnâda büyük velî göründü kapıda.
Aslan onu görünce koştu ve yüzünü sürmeye başladı bu zâtın ayağına.
Onlar, bunu görüp, anladılar hatâlarını.
Sû-i zanları, muhabbete dönüştü.
Büyüklüğüne inandılar.
Ve hattâ sevdiler onu.
Hem cân-ü gönülden.
Aralarında konuşup;
“Biz ne yaptık. Bir ‘Allah adamı’nda kabâhat aradık” deyip çok mahcup oldular!
Ve “talebesi” oldular bu büyük velînin.