EBÜSSÜ’ÛD BİN EBİ’L-AŞÂİR EL-BÂZİNÎ

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ebüssü’ûd bin Ebi’l-Aşâir el-Bâzinî el-Irâkî el-Mısrî’dir. Babasının ismi Şa’bân, dedesinin ismi ise Tayyib’dir. Künyesi Ebüssü’ûd olup, asıl ismi kaynaklarda zikredilmemektedir. Bâzin denilen yerde doğduğu için “Bâzinî” nisbeti ile tanınırdı. Bâzin, Irak ile Cezire arasında bir beldenin adıdır. Buraya Vâsıt da denir. Dedesi buralı olup, kendisi Mısır’a yerleşti. Birçok kimse kendisinin sohbetlerine devam edip yetişti. 644 (m. 1246) senesi Şevval ayının dokuzuncu günü Kâhire’de vefât etti. Aynı gün Maktam dağının eteğine defnedildi.

Mısır’ın büyük âlimleri ve evliyâsı arasında yer alan Ebüssü’ûd el-Bâzinî hazretleri, daha küçük yaşta kerâmetleri görülen bir zâttır. Çok kerâmetleri görüldü. Öyle ki, daha beşikte iken oruç tutardı. Ramazan ayında gündüzleri, imsaktan (sahurdan) iftar vaktine kadar ana sütü emmezdi.

Zamanın devlet başkanı olan halîfe bile kendisini sık sık ziyârete gelir, sohbetlerinden istifâde ederdi. İmâm-ı Şa’rânî’nin hocalarından Dâvûd-i Magribî, Şerâfeddîn, Hızır-ül-Kürdî ve sayısı belli olmayan daha nice âlimler, kendisinden istifâde etmek, ilim öğrenip feyz almak için sohbetine devam ederlerdi.

Her hâlinde İslâmiyete tam bir bağlılığı vardı. Kibir ve riyadan çok sakınırdı. Birçok kimsenin kendisine ziyârete gelmesi, ondan ilim öğrenip feyz almaya çalışması, onun hâlinde hiçbir değişiklik yapmazdı. Dâima tevâzu üzere olup, herkese karşı alçak gönüllüydü. Çok i’tibar görmesi ve sevilmesi gibi olan bu hâllerinden nefsinin haz duymamasına, gurûr ve kibire kapılmamasına çok gayret gösterirdi. Hiç kimsede görülmeyen hâllerinden birisi de şöyleydi: Ayakkabılarını çıkaracağı zaman, kendisinde bir inilti duyulurdu. Bu, daha ziyâde sohbet yapacağı zamanlarda olurdu. Sebebini sordular. Şöyle anlattı: “İnsanlarla sohbet ederken, kibre kapılmaktan çok korkuyorum. Bu kibirden korunmak için, ayakkabıyı çıkartırken, nefsten de soyunuyorum.” Ya’nî, “Nefsimin hevâsına, arzularına kapılmamak için onunla mücâhede etmeye, onun isteklerine boyun eğmemeye çalışıyorum ve bundan dolayı bende inilti duyuluyor” demek istedi.

Kalblere te’sîr eden hikmetli sözleri çoktu. Her cümlesi bir hakîkatin ifâdesi olan bu hikmetli sözlerinden ba’zıları şunlardır:

“Hak yolunda bulunmak isteyen ve sözünün eri olan bir kimsenin devamlı olarak kitabını kalbinde taşıması lâzımdır?” (Ya’nî, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına dâima uymalıdır.)

“Bir kimse, devamlı olarak hakkı, doğruyu öğrenmeyi taleb etmekle meşgûl olursa, Allahü teâlânın râzı olup beğendiği hak yoldan sapmaması kuvvetle umulur. Yine bir kimsenin meşgalesi, matlûbu (aradığı maksadı) olursa, bunun da bir duraklama olmadan yoluna devam etmesi umulur. Taleb, zâhirin, ya’nî beş duyu organımızın matlûbu ise bâtının, ya’nî kalbin meşgalesidir. Duyu organlarımızın selâmeti, düzelmesi, kalbin düzelmesi ile mümkündür. Kalbin selâmeti de, dışımıza bağlıdır. (Göz, kulak, gibi duyu organlarımız ne ile meşgûl olursa, kalb de onunla meşgûl olur.)” O, yine şöyle buyurdu: “Kendine nasihat edip doğru yolda bulunmayan kimse, sana nasihat edemez. Kendisini aldatan o kimsenin, seni de aldatmasından kork, ondan emîn olma!”

“Bir menfaatinden dolayı sana yaklaşan kimseyi gördüğün zaman, onu töhmet altında bulundur, ya’nî onu yanına yaklaştırma, kendin için onu tehlikeli kabûl et!”

“Bir kimse, seni dünyalık olan şeylerle anar ve senin yanında onları överse, ondan kaçın! Yine bir kimse, Rabbine karşı senin gaflete dalmana sebeb olursa, ondan yüz çevir, derhal ayrıl. Kalbinde dünyâ sevgisini doğuran her türlü maddî düşünceyi ve buna benzer meşgaleleri kalbinden söküp at. Seni, Allahü teâlâyı hatırlamaktan alıkoyan her ne olursa olsun, bundan yüz çevir! Kafanda ve kalbinde yer eden lüzumsuz hâtıralarla oyalanıp durmaktan sakın. Böyle olan düşüncelerden keder meydana gelir. Çok kerre kederden de gaflet hâsıl olur. Böyle olunca da, insanda nefsânî arzular harekete geçer. Bu istek kuvvet bulunca, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak arzusu hâsıl olur. Bu arzular galip gelince, kalb zayıflar ve nûru söner. Çok defa tamamen telef olur ve akıl ondan sıyrılıp gider. Artık bundan sonra, sanki kalbin üzerine bir perde gerilmiş olur.”

“Dâima Allaha istiğfar edici olman lâzımdır. O’na istiğfar etmekten, yalvarıp bağışlanmanı istemekten âciz kalırsan; o takdîrde, Allahü teâlâ ile meşgûl ol, dâima O’nu hatırla. Bundan da âciz kalırsan, Allaha tâat ile, O’na kulluk ile meşgûl olmalısın. Artık, Allahü teâlâya tâat ile meşgûl olmaktan, seni herhangi bir şeyin alıkoyacağını sanmıyorum. Senin için, bundan uzaklaşmana sebeb olacak bir özür kapısı da göremiyorum. Çünkü, insanı yükseltecek olan şeylerin başı tâattır, O’na kulluk etmektir. Onu terk eden, terakki yoluna giremez, yükselemez.”

“Kalbin temizlenmesi, Allahü teâlâdan başkasına orada yer vermemekle ve tam bir sadâkat ile olur. Kalbin bozulması da, Allahtan başkasına gönül bağlamak, başkalarını O’na ortak koşmakla ve riya, gösteriş yapmakla olur. Kalbde tevhîdin, tek olan Allaha bağlılığın bulunduğunun alâmeti; O’nunla beraber bir ikincisinin olmadığını her ân müşâhede etmektir. Bu da, ancak Allahü teâlâdan korkmak ve her şeyi O’ndan ümîd etmekle anlaşılır. Sadâkatin alâmetine gelince; fânî olan her şeyden soyunmak, ya’nî onlara bağlılığı kalbden çıkarmak ve ebedî, sonsuz var olana bağlanmaktır. Görünüşte var olan her şey, zâten yok olacaktır. Kalbinin mahlûkata meylettiğini fark ettiğin zaman, orada şirk var demektir. Ondan şirki temizlemeye bak, kalbini şirkten uzak tut. Kalbinde dünyâya karşı bir meyil gördüğün zaman, orada bir şek, şüphe var demektir. Derhal ondan kalbini temizle!”

“Emrin altında bulunanlara ihsânda, iyilikte bulun! Bunlar husûsî ve umûmî olmak üzere ikiye ayrılır. Umûmî olarak sana tâbi olanlar, erkek ve kadın hizmetçiler, çocuk ve diğerleridir. Husûsî olanlar ise, bunların dışında kalanlardır, önce rûhuna iyilik yapman lâzımdır. Sonra sırrına, sonra kalbine, sonra aklına, sonra bedenine ve daha sonra da nefsine ihsânda bulunman lâzımdır. Rûh; senden şevk ve aşk ehli olmanı, bu yolda kimseden çekinmeden sür’at kazanmanı ister. Sırrının senden talebi, isteği de, onu gizlemen, başkasına açmamandır. Kalb ise; dâima Hakkı zikretmeni, her an onu murâkabe etmeni ve senin bu zikir esnasında kendini ve başkalarını tamamen unutmanı senden taleb eder. Akıl da; Rabbine tam teslim olmanı ve her halükârda O’nun emirlerine ve yasaklarına tâbi olmanı, nefsine ve senden başkalarına karşı dâima Mevlân ile beraber olmanı ister. Cesed ise; tam bir ihlâs ile, cenâb-ı Hakka tâat ile hizmet etmeni senden ister. Nefs de; kendisine sahip olmanı, meylettiği kötü arzularından onu alıkoymanı ve onu hapsedip bağlamanı senden istemekte ve herhangi bir kötülüğü işlemekte ona arkadaş olmamanı ve arkadaşlığını da istememeni taleb etmektedir.”

“Bir ân Rabbinden gâfil olma! Rabbine karşı kulluk vazîfesini yerine getirirken, yaptığın ibâdetlerde de gâfil olmaktan sakın, ibâdetlerin zâhiri, dış şekilleri ile uğraşıp dururken, ibâdette asıl gaye olan Rabbini unutmaktan da çok sakın!”

“Sen, kendine yardım etmediğin zaman, başkaları, seni harcamak için sebep araştırıp durmaktadır.”

“Nefsime uyarak işlediğim kusurlarımdan dolayı, her ibâdetimde alıp verdiğim nefeslerimin sayısınca Rabbime istiğfar eder, O’ndan bağışlanmamı taleb ederim.”

“Şayet, yaratıldığımın ilk gününden son hâlime kadar sadâkat ile, ihlâs ile ve hem de alıp verdiğim nefeslerimin birini dahî boşa geçirmeden istiğfar etsem, ama bu istiğfarımda, bir nefeslik zamanda Allahü teâlâdan gâfil olsam, yaptığım bütün bu istiğfarların pekçoğunu sıdk ve ihlâstan uzak sayarım. Böylece noksanlarım ve kusurlarım da açığa çıkmış olur. Alıp verdiğim her nefes günah olur. Böyle olunca da, yaptığım istiğfarların herbiri, sonu gelmeyecek bir şekilde yeniden bir istiğfara muhtaç olur. Rabbim beni bağışlamazsa, hâlim nice olur? Allahü teâlâdan mağfiret olunmamı, bağışlanmamı istiyorum.”

Ebüssü’ûd bin Ebi’l-Aşâir hazretleri güzel ahlâkın ve kötü huyların menşeini şöyle anlatır:

“Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefsten doğar. İyi huylu olmak istediğini söyleyen doğru sözlü bir kimse, hemen nefsini tezkiye edip, dînin emir ve yasaklarına itaat eder bir hâle getirmeli, kalbini de tasfiye edip, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini ondan çıkarmalı, bütün günahlardan ve kötü düşüncelerden temizlemelidir. Tâ ki böylece, kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş olsun. Kötü huylar gidip, yerini iyi huylar alınca, kalbden şek ve şüphe kalkıp, yerini tasdîk alır. Şirk yok olur. Gizli ve aşikâr olarak Allaha ortak koşulmaz. Kalbde ve bütün a’zâlarda Allahü teâlânın tevhîdi, ya’nî O’nu, eşi ve benzeri bulunmayan tek bir varlık olarak tanımak hâsıl olur. Dilde çekişme ve kalbdeki niza duygusu yok olup, Hakka teslimiyet meydana gelir. Başa gelene ve emredilene kızmak ve i’tirâz etmek şöyle dursun, tam teslimiyet hâli hâsıl olup, cenâb-ı Hakkın takdîr ettiği her şeye râzı olunur. Her iş, Allahü teâlâya ısmarlanır. Gaflet sona erer, cenâb-ı Hakka yakınlık ve her ân O’nunla olmak düşüncesi hâsıl olur. Tefrikadan kurtulup, cemiyyete, ya’nî Allahü teâlânın dostları ile bir ve beraber olmaya çalışılır. Tabiatındaki sertlikler, kabalıklar kırıcı ve incitici davranışlar yok olup, onların yerini yumuşaklık ve latifeler, güzellikler ve tatlılıklar alır.

Kalb temizlenip, nefs doğru yola girince, insanın her hâli değişir. Artık kimsenin ayıpları görülmez olur. Gözler, insanların hep iyi hâllerini görür. Onlara karşı kalbde bulunan katılık, acıma duygusu, şefkat ve merhamete dönüşür. Kin, hased gibi düşmanlıklar terkedilip onlara nasihat etmek, hep iyilik yapmak duyguları hâsıl olur. İnsanlar arasında düşmanlıklar tamamen ortadan kalkıp, herkes birbirine nasihat etmeye başlar. Güzel ve tatlı nasihatlerle, insanlar birbirini doğru yola çağırırlar. Artık bundan sonra, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmak isteyen bir kimsede, nazlanmak kalmaz, korku başlar. Bu korku ondaki hâllerin iyiliğe çevrilmesi sebebiyledir. Kendisinde iyi hâllerin meydana çıktığı kimse, kusurunu bildiği ve aczini anladığı için korkar. O bilir ki, kusûrları hesaba sığmayacak kadar çoktur. Allahü teâlânın kendi üzerindeki hakkını, hiçbir zaman ödeyemeyeceğini, kendisine nasîb edilen sayısız ni’metlerin, hayırlı işlerin şükrünü yapmaktan âciz olduğunu anlar, işte bu anlayışa erişen kimse, Allahü teâlâya hakkı ile kulluk etmeye başlar. Kalbinde tam bir tevhîd hâsıl olur. Gönlündeki ma’bûdlar teker teker yıkılıp gider. Hâlleri ve yaşayışı güzelleşir. Cennette olanların yaşayışı gibi, hep Allahü teâlâ ile beraber olarak yaşar. Daha dünyâda iken, Cennet hayâtı yaşamaya başlar. Buraya kadar sayılan bu güzel huyların hepsi, peygamberlerin, sıddîkların, evliyânın, sâlih kulların, ilmiyle amel eden âlimlerin ahlâkıdır.”

“Allahü teâlânın evliyâsı, O’nun sevgili kulları, kavuştukları bu yüksek derecelere, amellerinin, ibâdetlerinin çokluğu ile değil, ancak edeb ile kavuştular.” (Nitekim; “Edeb ehli, edebden hâli kalmaz, edebsiz ilim öğrenen, âlim olamaz” denilmiştir.)

İnsanın nefsi, kendisinin saadete kavuşmasına mâni olan bir düşmandır. İnsanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları için yaratılan nefsin azgınlıklarını, taşkınlıklarını frenlemeleri, ona hâkim olup zararlarını önlemeleri için, insanlarda akıl da yaratılmıştır. Akıl, iyiyi, kötüyü inceleyerek, ikisini birbirinden ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ, ayrıca peygamberler göndererek, nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. İnsanların rahat etmeleri için lâzım olan emir ve yasaklar da gönderdi, insanın aklı, nefsinin isteklerinin zararlı olduklarını anlayıp peygamberlere ve onların vârisleri olan âlimlere uymak lâzım olduğunu kalbe bildirir, kalb de bunu dinlerse, insan saadete kavuşur, insanın his ve hareket organları kalbine tâbidir. Kalb, aklı dinleyip, peygamberlere uyunca, hep kötülüğü isteyen nefs, insanların sonsuz saadete kavuşmalarına mâni olamaz.) Bu husûsta Ebüssü’ûd bin Ebi’l-Aşâir buyurdu ki: “Nefs, kendine has kötü ahlâk ve sıfatı ile kaldığı müddetçe, insanın bütün hareketleri, onun bu ihtarına, ikâzına tâbi olur. Bu da iki şekilde ortaya çıkar. İnsanın yaptıkları, ya halk için veya nefsin rahatı için olur. Kulun yaptığı ibâdet veya herhangi bir hareket, insanların görüp beğenmesi, takdîr edilmesi düşüncesi ile olursa şirktir, Allahtan başkasına tapınmak olur. Nefsin rahatı için olursa, bu da nefsin hevasına, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmaktır. (Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının insanı Allah yolundan saptırıcı olduğu Kur’ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâima Allahü teâlâyı inkâr, O’na inat, isyan etmek ister. Her işte nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sahibi olmaya, yahut haram işlemeye başlar. Nefsin sevdiği, istediği şeylere “Hevâ” denir. Nefs yaratılışta kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir. İnsanı haramlara sürüklemek sûretiyle; elemlere, dertlere, hastalıklara sebeb olur. Böyle insan hep, mi’desini, zevkini düşünür. Hasis ve rezîl olur). Allaha şirk koşmak, O’ndan başkasına kulluk etmek öyle çirkin bir şeydir ki, kalbde saf bir tevhîd akidesinin hâsıl olmasını bir türlü bırakmaz. Nefisin hevâsı, arzuları ise hakikî bir kulluğun yapılmasına mâni olur. Allah yolunda bulunup, O’nun rızâsına kavuşmak isteyen bir kimse, nefsini, ya’nî o azgın düşmanını, tezkiye ederek zayıflatmadığı, onu, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaat eder hâle getirmediği müddetçe, bu yolda attığı her adımın bir faydasını göremez. Yaptığı ameller, ibâdetler, şarktan garba kadar her yeri doldursa bile böyledir. Bu yolda er olan her kişi, dışarıdan yapacağı ameliyelerle nefsin arzu ve isteklerinin yapılmasına sebep olan ortamı yok etmeli ve içten de, nefsin kötülük arzularını kökünden kurutmaya çalışmalıdır ki, zamanını hep güzel olan şeylerle geçirsin. Dâima Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olsun ve O’nunla dostluğunu devam ettirsin.”

“Allah yolunda yürümek isteyen bir kişi, nefsine âit kibir (büyüklenmek), şirk, cimrilik, başkaları hakkında sû-i zan (kötü düşünmek) gibi kötü huylarından birini görürse, derhal nefsine bunların zıddı, tersi olan iyilikleri yaptırmalı, bunun için gayret göstermeli, Allahü teâlâyı zikretmeğe yönelmelidir. Böyle yapınca, nefsin kötülükleri zayıflar, kalbin nûru artar. Allahü teâlâ o kalbe, kendi muhabbetini (sevgisini) yerleştirir. Bu sebeple, nefsinin alışmış olduğu kötü huylarını terk etmek kendisine çok kolay gelir.”

“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak isteyen bir tâlib için, işlerini sağlam temel üzerine kuracağı dört esas vardır 1- Dili, tam bir gönül huzûru ile Allahü teâlâyı zikirle meşgûl etmek, 2-Kalbi hem de zorlayarak, dâima Allahü teâlâyı murâkabe hâlinde bulundurmak, 3-Nefsin günah olan arzularına karşı, Allahü teâlânın rızâsını düşünerek muhalefet etmek, 4-Allahü teâlâya tam kulluk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalb; saf, berrak bir hâle gelir. Nefs tezkiye olunur. Ya’nî, helâl lokma yemeğe devam etmek ile, hem nefsin yeme ve içmeğe âit hakkı olan hazzı, lezzeti tattırılmış olur ve hem de onun azgınlığına mâni olunur. Çünkü nefs, Allahü teâlânın kuluna emânetidir. Ayrıca nefs, talibin yolculuğunda onun bineğidir. Ona yapılan zulüm, başkalarına yapılan zulüm gibidir. Belki ondan daha şiddetlidir. Çünkü nefsini gıdalarından mahrûm ederek onu ölüme terkeden, ya’nî kendini öldüren kimse hakkında, Cehennemde acı azâblar vardır. Başkalarını öldürmekten daha büyük günahtır. Hâsılı kelâm, nefse bir iksir çalıp, onu altına çevirmek lâzımdır. Bu iksir de, Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır. Bu zikrin ihlâs ile olması da şarttır.”

“Her ân Allahü teâlâyı murâkabe edip tefekkürde bulunmak, her saadetin anahtarıdır. Kalb, onunla temizlenir. Bu murâkabe, nefsin hevasını, arzularını yok eder. Cenâb-ı Hak ile ülfeti, yakınlığı ve murâkabeyi kuvvetlendirir. Kalbe, muhabbet (sevgi) tohumu eker ve onda sadâkat (doğruluk) hâsıl eder. Velhâsıl murâkabe, öyle bir bekçidir ki, ne uyur ve ne de gaflete dalar.”

“Her kul, nefsine ağır, zor gelecek, onu üzecek her vazîfeyi yapması lâzımdır. Nefs, Allahü teâlâya itaat eder hâle gelinceye kadar buna devam etmelidir. Nefs, Rabbine karşı kulun perdesidir. Onun isteğine uygun bir hareket olduğu müddetçe, vaktin bir safiyeti, (hoşluğu, güzelliği) kalmaz. Ona âit uygunsuz bir düşünce devam ettiği müddetçe, zikrin safiyeti kalmaz. (Nefsin arzularına dâir olan kalıntıların alâmetleri çoktur.) Nefsin kötü isteklerine âit bu izler, ilim sahiplerinin öğrettikleri şeylerde bir türlü ihlâs elde edememelerinde, bunu Allah rızâsı için yapamamalarında daha çok görülür. Nefs, kalbi istilâ edip, kapladığı vakit, artık onu esîr etmiş, emri altına almış olur. (Orada saltanatı ele geçirip, kula istediğini yaptırır. Nefsin istilâsına uğrayan bir kalb için, bir hürriyet yoktur.) Kalb, nefsin oyuncağı olur. Nefs, bir kalbin hâkimi olduğu müddetçe, dünyalık ve baş olmak sevgisi, kat’iyyen kulun kalbinden ayrılmaz. Nefsinin arzularının istilâsına uğrayan bir kimse, Allahü teâlâ ile kendi arasında bağlılıktan bahsetmeye nasıl yeltenebilir? Sonra o âbid (çok ibâdet eden), nefsin âfetlerini bilmeksizin, ne cesâretle ibâdetinde ihlâstan bahsedebilir?” (Bu nefsin öyle bir teşkilâtı vardır ki, ancak Allahü teâlânın yardımı ile onlardan kurtulmak mümkün olur. Ondan kurtulmak nasıl mümkün olur ki) kötü arzular onun rûhudur. Şeytan onun hizmetçisidir. Çekişme, şirk, onun tabiatında, yaratılışında toplanmış, Hak teâlâ ile niza (çekişme) hâlinde bulunmak, Allahü teâlânın her emrine i’tirâz etmek, sanki onun tabiatı, huyu olmuştur. Sûi zan, kibirliliğin meydana getirdiği bütün kötü sıfatlar, benlik iddiası, saygısızlık ve meşhûr olmak arzusu, onun hayâtı olmuştur. Onun fenâlıkları saymakla bitmeyecek kadar çoktur, öyle olur ki, yaratana nasıl ibâdet ediliyorsa, tapınılıyorsa, kendisine de öyle tapınılmasını ister, arzular. Allahü teâlâya nasıl ta’zim ve saygı gösteriliyorsa, kendisine de, öyle ta’zim edilmesini ister. Nefsin bu kötülüklerinin kalıntıları bir kalbde kaldığı müddetçe, kulun Rabbine yakın olması nasıl olur? Nefsine şefkat gösterip ona acıyan kimse, ebedî olarak felaha kurtuluşa kavuşamaz. Allah yolunda bulunmak isteyen sâdık bir talebeye lâzım olan şudur ki; nefsin arzuları baş kaldırıp kendisini ezmek istedikte, hemen onun boynunu kırmalı, meylettiği her şeyden hemen ayrılmalıdır. Kendisini kötüleyen kimselerin isnâd ettikleri kusûrların varlığını hemen kabûl etmeli ve onları hemen düzeltmeye gayret göstermelidir. Kendisini medhedenleri, övenleri gördüğü zaman da, onlara; “Perde arkasındaki görmediğiniz, aslını bilmediğiniz şeyi neden övüyorsunuz?” demelidir. Her nefes alış-verişte de nefsine; “Allahü teâlâ seni muradına kavuşturmasın, isteklerini vermesin. Arzu ettiklerinden uzaklaştırsın!” demelidir. Nefsin arzularının nezâhatinden, güzelliklerinden bahsedildiği, bunların beslendiği, yeşertildiği bir yerde bulunmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Nefsin isteklerini beğenen ve onlara kıymet veren veyahut vücûdunda ondan daha çok cimrilik yapan birşeyin var olduğunu bilen bir kimse, nefsi tanımamış demektir. Kötülüklerle dolu olan nefs, nasıl olur da tenzih edilir, kusurlardan beri, uzak tutulur? Yahut onun için, bir müslüman kardeşine nasıl kızılıp eza edilir? Hâlbuki insan, öldürücü bir zehirden nasıl korunuyorsa, nefsin kötülüklerinden öyle korunması gerekir. Kalbinde, nefsin kötülüklerinin izleri kaldığı müddetçe, kalbe kat’iyyen bir hayır kokusu gelmez. Çünkü kalbde bulunan nefsin arzularının bakiyyesi, rahmet-i ilâhiyyeye karşı bir kalkandır. Kalbi, Allahü teâlânın rahmetinden mahrûm bırakır. Nefsin kalbe saldırıları kuvvetlendiği zaman, kötülükleri artar ve hayır, iyilik istemesi azalır. Sözün kısası; kalbde, nefsin arzularından bir kırıntı bulunduğu müddetçe, şeytan ondan ayrılmaz. Kötü hâtıralar, düşünceler ondan kesilmez.”

Hak yolcusu olan talibin, bütün işleri bir yana bırakıp, devamlı nefse karşı durmakla vaktini geçirmemesi de lâzımdır. Başka bir iyi yokmuş gibi hep nefse karşı gelmekle, meşgûl olursa, kendisini asıl maksattan alıkoyar. (Onu tamamen serbest bıraktığı zaman da böyledir.) Hak yolcusu, nefsini kandırıp ona bir rahatlık va’d etmeli, fakat bu rahat, kendisi için olup, nefsin azmasına sebep olmamalıdır. Sonra nefsin aldatılması işinden, mümkün olduğu nisbette vazgeçmeli, azaltmalıdır. Devamlı ona karşı duran kimseye, nefsi düşman kesilip onu meşgûl eder, kendisini uğraştırır. Fakat onu oyalamak sûretiyle elde etmeye uğraşırsa, nefsin günah olan arzularına tâbi olmaktan kurtulur. Bu sefer, nefs, İslâmiyete uyar.”

“Nefs, murâd sahibinin arzu ettiği hâle büründüğünü ve artık dünyâdan vazgeçtiğini, ilim öğrenip onunla amel ettiğini ve bunda ihlâs sahibi olduğunu iddia ettiği vakit, nefsi şaşmaz bir terazi ile tartmak, denemek lâzımdır. Bu terazide, zulüm ve haksızlık korkusu bulunmamalıdır. Bunun da başlıca yolları şunlardır. 1. Nefsin övülmesinden sonra, onun kötülüklerini tasvir edip anlatmalıdır. 2. Kendisine birşey verilip onu kabûl ettikten sonra, onu hemen başkasına vermeli ve nefsin elini boş bırakmalıdır. 3. Nefs, birşeye yönelip ona meyledince, hemen ondan yüz çevirmelidir. 4. İkrâm ve izzet içinde kalınca, hemen zillete düşürüp, hepsini elinden almalı, ihânete uğratıp onu aşağılamalıdır. Bütün bu sayılanlar, nefs için birer ölçü âleti, deneme vasıtasıdır. Bunlardan herhangi biriyle nefs tecrübe edildiği zaman, önceki hâlinde bir değişiklik belirdiği ve teşkilâtından yardım istemeye başladığı vakit, iyi bilinmelidir ki, henüz onda kötülük arzularının kalıntıları vardır. Daha ıslâh edilmeye muhtaçtır, onunla mücâhede etmek, uğraşmak ve onu asla başıboş bırakmamak lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için uğraşan bir talibin, bu kötülükleri bırakmayan nefse itaat etmesi asla uygun olmaz. Nefs, tecrübe edildiği zamanda, kötülüğü meydana çıkarsa, cenâb-ı Hakka yaptığı ibâdeti, kendisi için yapmış olduğu ve bu ibâdetlerle kendisinin helak olmasına yardım etmiş olduğu anlaşılır.”

“Hakka kavuşmağı isteyen bir kimse, nefsi ile mücâhedeyi terk eder, onu, İslâmiyetin istediği yöne cezbedemez (döndüremez) ve onun kötü isteklerine hiç dokunmadan olduğu gibi bırakır ve onlardan kurtulup hakîkate kavuşmakta âciz kalırsa, işte asıl felâket o zaman başlar. Bu şuna benzer ki, o, hergün çürük temel üzerine bir bina kurar ve zannına göre yeni ve sağlamdır. Hâlbuki vefât ettiği gün, pişmanlıkları ve felâketi meydana çıkar. Çünkü o, nefsine kolay ve hoş geldiği için şöhret ve şan peşine takılıp nefsinin elinden kurtulmak için uğraşmamıştır. Bu felâketlere uğramamak, nefsin kötülüklerinden kurtulmak için Rabbinden yardım taleb etmeli, her ân Rabbini murâkabe ederek, başını önüne eğmeli, aczini beyân ederek, bütün benlik da’vâsından vazgeçip susmalıdır.”

“Bir kimsenin rüsvâ olacağından korktuğu bir düşmanı içinde hâlâ mevcût ise, bu iki sebepten kaynaklanmaktadır 1. Nefsinin kötü arzularının kalıntıları, 2. Kalbinde, dünyâya, ya’nî haramlara ve mekrûhlara karşı bir sevgi bulunması.”

“Bir kimse, insanların kendisinden ayrılıp yüz çevirdiklerinde, Allahü teâlâya karşı hâlinde bir kıl kadar değişiklik görülüyorsa, kalbinin Allahü teâlâ ile olmadığı, halk ile olduğu anlaşılır. Böyle olunca da, halkı, yüce ve âdil olan Rabbine eş, ortak koşmuş olur. Kendisinin başına gelen bir zillet, kötülük hâlinde, hemen bir değişiklik görülürse, iyi günlerindeki gibi olmazsa, o kimse fânî olan dünyâyı seviyor ve Rabbinden uzak kalıyor demektir.”

“Kalbi, Allahü teâlâyı zikr etmekten, O’nu hatırlamaktan alıkoyan herşey dünyâdır. Kalbi, Hakkı talebten, O’nu istemekten alıkoyan her ne varsa, işte o dünyâdır. Her ne ki, kalbe hüzün veriyor, o da dünyâdır.”

Dostlarından birisine yazdığı uzun bir mektûbunun tercümesi şöyledir:

“Ey kardeşim! Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi, senin üzerine olsun! Ey dostum, benden istemişsin ki, sana duâ edeyim. Evet, doğru ve haklı bir istek! Fakat bu kulun, duâsı kabûl olmaktan yana ümîdi azdır. Fakat böyle olsa da, arzunuza uyarak sana duâ etmem gerekiyor.

Ey kardeşim! Allahü teâlâ, kendi zikrini sana ilham etsin. Ni’metlerine karşı şükretmeni nasîb eylesin. Senin kalbine, O’nun kaderine karşı râzı olmayı yerleştirsin. Seni, yardımından ve sevgisinden mahrûm bırakmasın.

Nefsinin kötülüklerine karşı, senin vekîlin olsun. Yarattıklarından herhangi birine seni muhtaç bırakmasın. Seni, sözünde ve işinde doğru olanlardan ve ahdine vefa gösterenlerden eylesin. Allahü teâlâ seni, zâtını sadâkat ve edeb ile taleb edenlerden eylesin. Resûlünü de tasdik edip, sünnetine uymak isteyenlerden eylesin, iyi amelleri işleyerek, herkesin eziyetine katlanıp kimseye eziyet etmeden âhıreti taleb edenlerden eylesin. Senin için cenâb-ı Haktan dileğim odur ki, seni dâima zikri ile meşgûl eylesin. Kalbinde kendi korkusunu bulundurup titreyenlerden eylesin, İhlâs sahibi olup, kendi rızâsını düşünerek amel edenlerden eylesin. Zâtının birliğini tasdik edenlerden eylesin. Hak teâlâyı nefslerine tercih edenlerden eylesin. Allaha karşı olan vazîfelerini, nefsinin haklarından önde tutanlardan eylesin. Çünkü böyle olan kimseler, kalblerini kin, hased ve her türlü kötü huylardan temizlemişlerdir. Onların kalblerinde, Allahtan başkasına yer yoktur. Onların, Rablerinden tek talebi, O’nun râzı olduğu dîni üzere bulunmaktır. Bu kimseler, şahsî arzuları için herhangi birşey tercih etmezler. Onlar, kendilerinin sebeb olduğu bir sıkıntıya kimsenin düşmesini istemezler ve hiçbir şeyi sâdece kendilerine tahsis etmezler. Rablerinden, başka şeyler için istekte bulunmazlar. Ona kavuşmaktan başka birşeye sevinmezler. Dünyâ olarak kaybettiği hiçbir şeye üzülmezler. Sonra bu kimseler, bütün ümmet-i Muhammed’e ( aleyhisselâm ) karşı şefkat ve merhamet doludurlar. Onlara dâima yumuşak davranırlar. Hiç kimseyi incitmezler, kırmazlar. Onlar, bu ümmetten olan herkese nasihat ederler. Hiç kimseyi ayıplamazlar. Kendilerine birşey sorulduğu zaman, soran kimseye bildikleri kadarını öğretirler. Hem de hiç kınamazlar. Bir ayıbından dolayı kimseye kızmazlar. Müslümanların ayıplarını dâima örtücüdürler. Bütün hareketlerinde ve duruşlarında Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına tabidirler. Dâima O’nun rızâsını gözetirler. Bunların gazâba geldiği, öfkelendiği olur. Fakat bu kin ve hasedlerinden değildir, öfkelenmelerinde, kötü bir temennileri, arzuları yoktur. Nefslerinin hevâsına, arzusuna uymaksızın, sâdece Allahın rızâsını düşünerek kızarlar. Bunlar, dîn-i İslâmın emrettiği şeyden başkasını kimseye emretmezler ve yine bunlar, dînin inkâr ettiği şeyden başkasını inkâr etmezler. Güçleri yettiğince her işlerini emr-i ilâhiyyeye uygun yaparlar. Allah yolunda bulunurlarken, hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. Öyle ki, bir zâlimin zulmünü gördükleri zaman, Allah rızâsı için o zâlime ve yaptığı zulme kızarlar. Asla zâlimin hatırını düşünüp ona ta’zim ve hürmette bulunmazlar. Zâlimin mevkii-ne olursa olsun böyledir. Allahü teâlâdan, zâlimleri acze düşürüp zulüm yapmamaları, bundan tövbe etmeleri ve tövbelerini kabûl buyurması için duâ ve niyazda bulunurlar. Bu büyük insanlar, Allahü teâlânın gönderdiği kitaba, (ya’nî Kur’ân-ı kerîme) ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sözlerine uymayı tavsiye ve telkinde bulunurlar. Onların dünyâya düşkünlükleri yoktur. Zühd ve takvâ üzeredirler. Halka el açmazlar. Bütün varlıklarıyla Allaha yönelmişlerdir. Onlar, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu ve güzel gördüğü şeylere bakarlar ve asla, nefslerinin hoşlandığı ve Rablerinin gazâblandığı şeylere dönüp bakmazlar. Allahü teâlâ, seni de bunların zümresine ilhak buyursun!

Ey kardeşim! Allahü teâlâ seni, muvahhidlerin zümresinden eylesin. Bunlar öyle kimselerdir ki, asla Allaha şirk (ortak, eş) koşmazlar. Kendilerini töhmet altında bulunduracak bir kusûrları yoktur, İ’tikâdlarında şek, şüphe bulunmayan sâdık kimselerdir. Hiç unutmadan ve başka hiçbir şeyden çekinmeden hep Allahü teâlâyı zikrederler. Bir ân O’nu unutmazlar. Hiçbir bid’ate, hiçbir uygunsuzluğa bulaşmadan, Allahü teâlâya ve Resûlüne tâbi olurlar. Allahü teâlânın düşmanı olan nefse hiç şefkat etmezler ve ona bağlanmazlar. Onlar, zühd sahibidirler. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye meyl etmezler. Onlar, başlarına gelen belâ ve sıkıntılardan dolayı feryâd ve figân etmezler. Kaderlerine râzı olurlar. Onlarda, insanlara karşı haşinlik değil, merhamet vardır. Kabalık ve sertlik değil, yumuşaklık ve nasihat etmek vardır. Onlar, yapmacık ve bayağı hareketlerden, hîle ve gösterişten uzaktırlar. Her ân, Allahü teâlânın büyüklüğünü, azametini müşâhede halindedirler. Hep O’nu düşünürler. Düşünürken de O’nu bir şekilde ve bir hâlde bilmezler. Bilinemiyen, anlaşılamıyan olarak düşünürler. Bütün bu güzel hasletlere, senin de kavuşmanı temenni ederim.

Ey kardeşim! Allahü teâlâdan dilerim ki, seni, râzı olmadığı, beğenmediği âdetleri, modayı terkedip, O’na ibâdet ve tâati muhafaza edenlerden eylesin. Onlar nefslerini beğenmezler. Ondan râzı olmazlar. Nefslerini, her yaptığı kendi aleyhine olan çok ahmak. bir mahlûk olarak bilirler ve ona tâbi olmazlar. Onların nefes alıp vermeleri de, her şeyleri de Rableri içindir. Kendilerinde kin ve düşmanlık yoktur. Kimsenin hakkını yemezler. Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) çok severler, O’na tâbi olurlar. O’nun akrabasının (Ehl-i beytinin) ve Eshâbının hepsine hürmet ederler ve hepsini çok severler. Hepsini faziletli bilirler. Geçmişteki büyük zâtların fazilet ve üstünlüklerini kabûl ederler. Onlar kendi arzularına ve heveslerine göre hareket etmezler. Müslümanları bid’atlere, (dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan şeylere) sevketmezler. Dînin emirlerine riayetsizlik etmezler. Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhıret gününe îmân eden kimseye karşı onların kalblerine sû-i zan (müslümanlar hakkında kötü düşünmek) bulunmaz. Kalblerinde, sâdece şefkat ve merhamet vardır. Dünyânın süslü ve aldatıcı şeylerinden hoşlanmazlar. Dünyânın, azîzini azîz, zenginini zengin, mülkünü mülk, rahatını rahat saymazlar. Sıhhatte olan kimseyi de afiyette saymazlar. Bunlar için mühim olan; âhıret izzeti, âhıret zenginliği ve âhıret rahatı ve saadetidir. Dünyâya dalmış olanlara da acırlar. Bir şeyin uygun olup olmadığını, nefse uygun olması ile ölçmezler. Nefsin hakka, doğruya uymasına gayret ederler. Onlar, rızıklarına Allahü teâlânın kefil olduğunu bildikleri için, rızık husûsunda endişe etmezler. Allahü teâlâdan başka hiçbir mahlûktan korkmazlar. Bu güzel vasıfları hiç değişmez. Güzel ahlâk üzere bulunurlar. Her zaman nefslerine muhalefet ederler, onun hiçbir arzusunu yerine getirmezler. Allahü teâlâyı çok sevdikleri gibi, insanlara da O’nu sevdirmeye, onların, Allahü teâlânın ni’metlerini hatırlamalarına vesile olmaya çalışırlar. Onlar, Allahü teâlâya itaat üzere bulunurlar. O’nun sonsuz ni’metlerini i’tirâf ederek, O’na şükrederler. O’na ibâdetteki hatâlarından dolayı da kırıklık ve pişmanlık içinde af ve mağfiret dilerler, İnsanların mallarında hiç gözleri yoktur. Başkasının mallarına ellerini uzatmazlar. A’zâları ile insanlara eziyet vermekten çok uzaktırlar. Onlarla beraber bulunan müslümanlar çok rahat olurlar. Onlar kötülüğe kötülükle mukâbelede bulunmazlar. Bilakis affederler ve üzerinde durmazlar. Senin de bu güzel hasletlere sahip olman için Allahü teâlâya duâ ederim. Allahü teâlâ nasîb eylesin! Âmin (Allahım kabûl eyle.)”

İmâm-ı Şa’rânî hazretleri buyuruyor ki: “Bu mektûpta bildirilenlere uymak, ahlâkın kemâlindendir. Güzel ahlâkı anlatan evliyâ sözleri içinde, bundan daha genişini görmedim.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-evliyâ sh. 406

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 162

3) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 274

4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 518


EBÜSSÜ’ÛD BİN EBİ’L-AŞÂİR EL-BÂZİNÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 07.ASIR ÂLİMLERİ