ÇELEBİ HALÎFE (Cemâleddîn Muhammed bin Mahmûd Aksarâyî)

Osmanlı evliyâ ve ulemâsının büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Mahmûd’dur. Meşhûr Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunlarındandır. Amasya’da doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir. Cemâl Halvetî ve Çelebi Halîfe lakabları ile meşhûr oldu. Dedelerinin memleketi olan Aksaray’a nisbetle Aksarayî, dedesi Cemâleddîn Aksarayî’ye nisbetle de Cemâlî denildi. 899 (m. 1493) yılında Mekke-i mükerreme yolunda vefât edip, Hisa veya Tebük korusu denilen yere yakın, hacıların uğrak yeri olan bir yere defnedildi.

Tamamen ilmî bir çevrenin içinde dünyâ’ya gözlerini açan Muhammed bin Mahmûd Cemâlî, yakın çevresinden temel bilgileri öğrendi. Amasya ve Aksaray’da ilim tahsil edip, zamanının fen ve din âlimleriyle görüştü. Sa’düddîn Teftâzânî’nin ( radıyallahü anh ) “Muhtasar-ül-me’ânî” adlı eserini okurken, kalbine aşk ateşi düşüp, Alâeddîn Halvetî’nin halîfelerinden Şeyh Abdullah’ın sohbetine dâhil oldu. O sırada Alâeddîn Halvetî de Karaman’a geldi. Elini öpüp, o mübârek zâtın feyz ve bereketinden istifâde eyledi. Alâeddîn Halvetî ve çok geçmeden de Şeyh Abdullah’ın vefât etmesi üzerine, Karaman’dan Tokat’a gitti. İbn-i Tâhir Halvetî’nin meclisine dâhil oldu.. İbn-i Tâhir veya Tâhirzâde nâmıyla tanınan bu mübârek kimse, Allah aşkıyla yanıp tutuşur, yanına gelenlerin de bu ateşte yanmalarını arzulardı. Çelebi Halîfe’ye de, iyi yetişmesi için riyâzetler çekip, nefsini terbiye etmesini tavsiye etti. O da açlık ve sıkıntılar çekti. Arkadaşları, uzun süren halvet ve açlığa dayanamayıp kaçtılar. Fakat o, sabredip, sonunda hocasının feyz ve himmetine kavuştu, duâsını aldı. Çok geçmeden, İbn-i Tâhir’in vefât etmesi üzerine Erzincan’a gitti. Pir Muhammed Behâeddîn Erzincânî Halvetî ile görüştü. Orada fazla kalmayıp, Seyyîd Yahyâ Şirvânî’nin sohbetine kavuşmak için yoluna devam etti. İki gün yol gittikten sonra, Seyyîd Yahyâ Şirvânî hazretlerinin vefât ettiğini öğrenip, Erzincan’a geri döndü. Yahyâ Şirvânî’nin ( radıyallahü anh ) halîfelerinden olan Pir Muhammed Erzîncanî’nin hizmetine girdi. Erzincan’a 868 (m. 1464) senesinde varmıştı. Orada bir müddet kaldıktan sonra, ilimde ilerleyip, tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde âlim oldu. Hocası tarafından, memleketindeki insanlara bildiklerini öğretmesi ve hocaları yoluyla Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) aldığı feyzi yayması vazîfesiyle gönderildi. Amasya’ya gidip yerleşti. İnsanlara Allahü teâlânın dînini, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını, Selef-i sâlihînin yolunu anlatmaya başladı. O sırada Fâtih Sultan Mehmed Hân pâdişâh, oğlu Bâyezîd de Amasya vâlisi idi. Şehzâde Bâyezîd, Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendi’ye çok iltifât eder, talebelerine ve dergâhına ihsânlarda bulunur, duâlarını taleb ederdi. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın vefâtından önce de duâ etmesi için haber gönderip, duâsının kabûlüne vesile olması için de fakirlere sadaka dağıttırmıştı. Her şehzâde gibi, Bâyezîd Çelebi de, babasından sonra pâdişâh olmak, kendisine verilen onca emeğin karşılığını vermek istiyordu. Çünkü her şehzâde sultan olmak için yetiştirilir, nasîbi olan sultan olurdu. Çelebi Halîfe, herkese karşı iyi niyet ve hüsn-i zan sahibi, ilim ve tasavvuf ehli Şehzâdeyi kırmadı. Onun için duâ ve niyazda bulundu. Allahü teâlânın kerâmet sahibi evliyâsından olan Çelebi Halîfe’ye, Şehzâde’nin sultan olacağı vakit ilham edildi. Çelebi Halîfe, Şehzâde Bâyezîd’e gönderdiği haberde; “Otuzüç gün sonra büyük bir hâdise olacak ve kırk gün sonra da sultan olacak” buyurdu. Gerçekten de, otuzüç gün sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân vefât etti. Şehzâde Bâyezîd, Vezîr-i a’zam Karamanî Mehmed Paşa’nın da’veti ile İstanbul’a gelip, Allahü teâlânın dînini ehl-i küfre yaymakla, insanlara huzûr ve saadet dağıtmakla meşgûl olan ordunun ve devletin başına geçti. Vazifeyi oğlu Yavuz Sultan Selim Hân’a devredinceye kadar, tam bir adâletle memleketi idâre etti. Koca Mustafa Paşa’yı vezîr ta’yîn etti. Koca Mustafa Paşa da, İstanbul’da bir dergâh ve câmi yaptırmıştı. Sultan Çelebi Halîfe’yi İstanbul’a da’vet etti. O da İstanbul’a gelip, emrine verilen Koca Mustafa Paşa dergâhına yerleşti. İstanbul’da yıllarca hizmet verip, pekçok talebe yetiştirdi. Pâdişâh ve devlet adamlarından çok yakınlık görmesine rağmen, onların yanına hiç gitmezdi. Rabbiyle meşgûl olur, tâliblerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmekle uğraşırdı. Sultan Bâyezîd Hân, pâdişâh olduktan sonra da iki defa onu ziyârete gelmiş, Çelebi Halife ve talebelerinin duâlarına mazhar olmuştu. Sultan Bâyezid, ilmine ve faziletine ve duâsının kabûl olduğuna yakînen inandığı Çelebi Halîfe’yi, kırk talebesi ile birlikte Medîne-i münevvereye gönderdi. O sırada İstanbul’da sık sık zelzeleler oluyor, vebanın önü alınamıyordu. Sultan, o mübârek kimsenin ve talebelerinin, Medîne-i münevverede Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) huzûrunda, duâ etmelerini, memleketin veba illetinden kurtulması için Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) şefaatini istemelerini arzu etmişti. Onlar şehirden ayrıldıktan bir müddet sonra, İstanbul vebadan kurtuldu. Ama onlar, yollarına devam ettiler.

Çelebi Halîfe’nin en gözde talebesi Sünbül Sinân Efendi, o sıralarda Mısır’da idi. Hocası tarafından Mısır’a gönderilmiş, senelerdir Anadolu’ya ilim erbâbı yetiştiren Mısır, Anadolu’da yetişen bir büyüğün feyz ve bereketiyle ilk defa nurlanmıştı. Sünbül Sinân Efendi, Mısır Memlûklü Sultânı Kaçmaz’ın hürmet ve iltifâtına mazhar oldu. Sultan Kaçmaz’ın yaptırdığı câmide va’z verdi. Mısır ulemâsının takdîr ve iltifâtını kazanıp, orada üç sene hizmet etti. Hocasının Mekke-i mükerremede buluşmak arzu ettiğini bildiren mektûbunu alınca, Mekke-i mükerremeye gitti. Orada, Çelebi Halîfe’nin yolda vefât ettiğini öğrendi. Çelebi Halîfe, vefâtından önce vasıyyetnamesini yazmış, kendisinin hacıların yol güzergâhına defnedilmesini, Sünbül Sinân Efendi’nin kendi yerine geçip, Koca Mustafâ Paşa dergâhında talebe yetiştirmesini, kızı Safiye Hâtun’un da Sünbül Sinân Efendi’ye nikâh edilmesini bildirmişti. Vasıyyetine aynen riâyet edildi. Sünbül Sinân Efendi, İstanbul’a gelip, otuzyedi sene insanlara doğru yolu, Allah aşkını anlattı. Hocasının kızı Safiye Hâtun’la evlendi, İstanbul’un meşhûr evliyâsından Merkez Efendi’yi yetiştirdi. Çelebi halîfe’nin bir diğer talebesi de Şa’bân-ı Velî’nin mürşidi, Hayreddîn-i Tokâdî idi.

Çelebi Halîfe Cemâleddîn Muhammed Efendi, yetiştirmiş olduğu pekçok talebe yanında, birçok kıymetli eser de yazdı. Bu eserlerden başlıcaları şunlardır: “Tefsîr-i sûre-i Fâtiha”, “Şerhu erba’îne hadîsen kudsiyyen”, “Şerhu Hadîs-i erba’în-i Nebevi”, “Zübdet-ül-esrâr”, “Cevâhir-ül-kulûb”, “Risâle-i etvâr”, “Risâle-i sad kelime-i Sıddîk-ı ekber”, “Risâle-i fakriyye”.

Çelebi Halîfe Cemâleddîn, Osmanlı Devleti’nin içtimaî bünyesinde çok etkili oldu. Yahyâ Şirvânî’nin ( radıyallahü anh ) halîfelerinden Pir Muhammed Erzincânî yoluyla aldığı Halvetî feyzini pekçok kimseye saçtı. İsmine nisbetle yoluna “Cemâliyye” denildi.

Cemâl Halvetî’nin, Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) uzanan silsilesi şöyledir: Çelebi Halîfe Cemâl Halvetî (Cemâliyye), Pîr Muhammed Erzincânî, Seyyîd Yahyâ Şirvânî, Muhammed bin nûr Halvetî, Tâcüddîn İbrâhim Zâhid Geylânî, Rükneddîn Muhammed Sencâsî, Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî, Ebû Ali Rodbârî ve Mimşâd Dîneverî, Cüneyd-i Bağdadî, Sırrî-yi Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, İmâm-ı Ali Rızâ ve Dâvûd-i Tâî’den almıştır. Bunlardan Dâvûd-i Tâî, Habîb-i Acemî vasıtasıyle Hasen-i Basrî’den almış, Hasen-i Basrî de, Kümeyl bin Zeyyâd vasıtasıyla Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyn’den, onlar da Hazreti Ali ve Muhammed Mustafa’dan ( aleyhisselâm ) almıştır. İmâm-ı Ali Rızâ da baba ve dedeleri vasıtasıyla Hazreti Ali’den, o da, Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) feyz almıştır.

Halvetîlik, Türk toplumu ve insanı üzerinde bir hayli müessir olmuş, toplumun her kesimine hitâb etmesi, onun bağlılarını çoğaltmıştır. Buna bağlı olarak da, birçok şube ve kollar ortaya çıkmıştır.

Cemâleddîn Muhammed bin Mahmûd Aksarâyî, Süleymâniye Kütüphânesi Cârullah Efendi kısmı, 1084 numarada kayıtlı “Şerhu Erba’îne hadîsen Kudsiyyen” adlı eserinin mukaddimesinde buyurdu ki; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Yaratılmışların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma, O’nun temiz ve yüksek âline ve eshâbına salât ve selâm olsun. Önceden beri, kırk hadîs-i kudsî ve kırk hadîs-i şerîfi açıklamayı arzuluyordum. Bu arzuma uygun olarak topladığım hadîs-i şerîflerle bu kitabı yazdım. Yazmış olduğum hadîs-i şerîflerdeki esrârı açıkladım. Bizden önce gelen âlimlerin yaptığı gibi, kırk hadîs-i şerîf ve hadîs-i kudsî topladım. Onlara uyarak, o büyük âlimlerin halleriyle hallenmek ve onlara benzemek istedim. Bu işe, Allahü teâlânın ihsânına kavuşmak arzusu ile giriştim ve O’ndan yardım istedim. Ortaya çıkan bu kıymetli eseri, Arab ve Acem’in sultânı, herkese karşı ihsân sahibi, karanlıkta parlayan ay gibi adâlet dağıtıcısı, kılıcı ile Allahü teâlânın dîninin yayıcısı, ilim ve kelam sahibi Sultan Bâyezîd bin Muhammed Hân zamanında yazdım. Allahü teâlâ onun zaferlerini devamlı eylesin. Düşmanlarına karşı gücünü ve kuvvetini, zayıf ve kimsesizlere de mürüvvet ve ihsânını kat kat yüksek eylesin. Devletini dâim kılsın.

Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki: “Bana bir karış, yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım; bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım; bana yürüyerek gelene, ben koşarak gelirim.”

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kim bir kavme benzerse, o kavimden olur.” Başka bir hadîs-i şerîfte; “Kim ümmetim için dinine âit kırk hadîsi hıfzederse, Hak teâlâ onu kıyâmet gününde fakîh, âlim olarak haşreder” buyuruldu.

Hadîs-i kudsîlerde buyuruldu ki: “Sâlih kullarım için, Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmiyen şeyler (ni’metler, mükâfatlar) hazırladım.”

“Ben, ortaklıktan en müstağni olanım. Kim bir amel işler de onda benden başkasını bana ortak yaparsa; onu ortak kıldığı ile baş başa bırakırım.”

“Ben kulumun zannına göreyim; beni zikrettiği yerde ben onunlayım (rahmetim, tevfîk ve inâyetim onunla beraberdir).

“Oruç benim içindir. Onun mükâfatını, karşılığını ben veririm.”

“Şüphesiz ben, zulmü kendime ve kullarıma haram kıldım. Dikkat ediniz! Birbirinize zulüm etmeyiniz.”

“Her kim benim veli kullarıma düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açarım. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir amel ve ibadetle bana yaklaşamaz. Kulum bana, yaptığı nafile ibâdetlerle de yaklaşır. Nihâyet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrıyacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. (Onu fenâ şeyleri dinlemekten, helâl olmıyan şeylere el uzatmaktan, fenâ yolda yürümekten korurum). Eğer benden birşey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederim.”

Ey Âdemoğlu! Seni kendim için, eşyayı da senin için yarattım. Hâlbuki sen, benden kaçıyorsun.”

“Ey kullarım! Benim hidâyet ettiklerimden başka hepiniz sapıklıktasınız. O hâlde benden hidâyet isteyiniz. Ben de size hidâyet edeyim.”

“Ey kullarım! Benim doyurduklarım hâriç, hepiniz açsınız. Öyleyse, benden sizi doyurmamı isteyiniz. Ben de sizi doyurayım.”

“Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız. O hâlde benden sizi giydirmemi isteyiniz. Ben de sizi giydireyim.”

“Ben, benim için kalpleri kırık olanların yanındayım.”

“Benim kazama râzı olmıyan, benden gelen belâ ve musibete sabretmiyen, benim ni’metlerime şükretmeyen benden başka Rab arasın.”

“Ey Âdemoğlu! Sen beni gizlice zikredersen, ben de seni öylece zikrederim. Beni bir cemâat içinde anarsan, ben de seni, yanında zikrettiğin kimselerden daha hayırlı bir cemâat içinde yâd ederim.”

“Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere muhabbetim vâcibdir.”

“Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, ihlâsla ve samimiyetle şehâdet eden olmasaydı, Cehennemi dünyâ ehli üzerine musallat ederdim. Bana ibâdet eden olmasaydı, bana âsî olanlara bir göz açıp kapayacak kadar mühlet vermezdim.”

“Ben yere ve göğe sığmam, fakat vera’ ve takvâ sahibi mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Şerh: Allahü teâlâ, yere ve göğe, bütün sıfatları ile tecellî buyurmadı. Fakat, Allahü teâlâdan başkasına kul ve köle olmaktan kurtulmuş olan mü’min kulunun kalbine, bütün isimleri ve sıfatları ile tecellî buyurdu. Böyle bir kul, nûr deryasına gark olur. Bu sebeble, Âdemoğlu, vera’ ve takvâ sahibi olmak sûretiyle cenâb-ı Hakkın esmasının tecellîgâhı olmaya gayret göstermelidir.

“Ey Âdemoğlu! Dünyâ sevgisini kalbinden çıkar. Çünkü ben, benim sevgimle dünyâ sevgisini bir arada bulundurmam.”

Şerh: Dünyâ sevgisi zulmettir. Zulmetten çık! Tâ ki, sana muhabbetimin nûru ile tecellî edeyim. Dünyâ sevgisi ile ölmüş olan kalbini dirilteyim ma’nâsınadır.

“Ey Âdemoğlu! Sabret, tevâzu sahibi ol seni yükselteyim. Bana şükret ki, sana (olan ni’metlerimi) arttırayım. Benden af ve mağfiret dile ki, sana merhamet edeyim. Sılâ-i rahm yap ki, ömrünü arttırayım. Susmanı uzun yaparak benden afiyet iste.”

“La ilahe illallah kal’amdır. Oraya giren azâbımdan kurtulur.”

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kanâat eden muhtaç olmaz. Hasedi terkeden rahat bulur. Haramı terkeden, dîninde ihlâs sahibi olur. Gıybeti terkedenin muhabbeti zâhir olur, iyilikleri çok olur. İnsanlardan uzakta kalan, onlardan gelecek sıkıntı ve cefâlardan kurtulur. Sözü, konuşması az olanın, aklı kâmil olur. Allahü teâlânın verdiği az rızka râzı olan, Allahü teâlânın katında bulunana güvenmiş olur.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyik-i nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 284

2) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 105

3) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 51

4) Keşf-üz-zünûn sh. 1036 (dipnot)

5) Hediyyet-ül-ârifîn cild-2, sh. 257

6) Amasya Târihi (Hüseyn Hüsâmeddîn), cild-1, sh. 321

7) Tâc-üt-tevârih

8) Tomar-ı turûk-ı âliyyeden Havetîlik silsilenamesi (Sâdık Vicdânî), İstanbul 1338-1341

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 995, 1070

10) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 7

11) Şerhu Erba’îne hadîsen Kudsiyyen. Süleymâniye Kütüphânesi Cârullah Efendi kısmı No: 1084

12) Nefehât-ül-üns tercümesi sh. 579


ÇELEBİ HALÎFE (Cemâleddîn Muhammed bin Mahmûd Aksarâyî)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ