Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Şihâb bin Yûsuf el-Kerderî, el-Büreykînî el-Hârezmî’dir. Kerderî ve Bezzâzî nisbetleriyle meşhûr oldu. Müncid lügat kitabında Bizzâz denilmektedir. Aslen, Harezm’in Kerder köyündendir. “İbn-ül-Bezzâz” diye de tanınırdı. Lakabı Hâfızüddîn’dir. Doğum târihi belli değildir, İlim tahsiline memleketinde başladı. Dört sene kadar İbn-i Arabşâh’ın yanında kaldı. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini ondan tahsil etti. Ondan çeşitli eserleri okudu. Kâdı Sa’düddîn bin Deyrî ile karşılaşıp, ondan ilim öğrendi ve onunla, birlikte Kâhire’ye gitti. Orada bulunan Emîn Aksarâyî, onu, kendisi ve cemâati için alıkoydu. Bir ara Kırım’a ve Eflak’a gidip, iki sene kadar buralarda kaldı. Hac yaptıktan sonra vatanına döndü. Daha sonra Osmanlı ülkesine geldi. Bursa’da Molla Şemseddîn Fenârî ile sohbet etti. “Bezzâziyye” adındaki fetvâ kitabı çok meşhûr ve mu’teberdir. “Menâkıb-ı İmâm-ı Ebî Hanîfe” kitabı da meşhûrdur. Ayrıca onun, “Şerhu Muhtasar-ı Kudûrî” adında bir eseri daha vardır. 827 (m. 1424) senesi Ramazan ayı ortalarında Mekke’de vefât etti.
Kâdı Sa’düddîn, onun hakkında diyor ki: “Kerderî, zekî âlimlerden idi.” Hanefî mezhebinin kıymetli fetvâ kitaplarından birisi olan “Bezzâziyye” hakkında, Ebü’s-Sü’ûd Efendi’nin şöyle dediği anlatılır: Ebü’s-Sü’ûd Efendi’ye; “Niçin mühim mes’eleleri toplayıp bu konuda bir kitap te’lîf etmiyorsun?” denildiğinde, o da; “(Bezzâziyye) kitabı mevcûd iken, sahibinden haya ederim. Çünkü o, bu konudaki mühim mes’eleleri lâyık-ı vechile ihtivâ eden kıymetli bir mermûa-i şerîfedir” buyurdu.
Muhammed Kerderî (Bezzâzî), “Bezzâziyye” fetvâsında buyuruyor ki: “Gümüş ve altın şekiller ile süslenmiş kapdan yemek, içmek caizdir. Fakat, elini, ağzını gümüşe, altına değdirmemek lâzımdır. İmâmeyn, böyle kapları kullanmak mekrûhdur dedi, Kürsîyi (kanepeyi) ve hayvan semerini tadbîb etmek (altın ve gümüş şeritler ile süslemek) caiz ise de, altın ve gümüş bulunan yerlerine oturmamak lâzımdır. Mıshafın cildini tadbîb etmek caizdir. Fakat, altına gümüşe dokunmamak lâzımdır.”
“Toprak ve sudan biri temiz ise, karışımları olan çamur temiz olur. (Buna göre, temiz toprak ile gübre karışımı temiz kabûl edilir. Çünkü buna, ihtiyâç vardır.)”
“İmâmın; sabah, Cum’a, bayram, teravih, vitr namazlarında ve akşam ile yatsının ilk iki rek’atlarında yüksek sesle okuması, İmâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın üçüncü, yatsının üçüncü ve dördüncü rek’atlarında hafif sesle okumaları vâcibdir. Hafif sesle okuyanı bir iki kişinin işitmesi mekrûh olmaz. Sesli okumak, çok kişinin işitmesi demektir.”
“Kurban etini, koyunların zekâtı niyeti ile fakire verse zekât olmaz.”
“Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabaya veya kendi şehrinde fakir müslüman bulamazsa, başka şehire göndermek caizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakire vermekten daha iyidir.”
Elinde emânet bulunan kimse, sahibi ölürse, emâneti vârislerine verir. Vârisleri yoksa, Beyt-ül-mâl’a verir. Beyt-ül-mâl’a verince zayi olacak ise, kendi kullanır veya Beyt-ül-mâl’dan nasîbi, hakkı olanlara verir.”
“Kalbim gâfil diyerek, duâyı terk etmemelidir. Kalbine geleni duâ etmek, ezberlediği duâyı okumaktan efdaldir. Yalnız, namazda okunacak duâları ezberlemelidir. Sünnet olan ibâdetleri yapmak, duâ etmekten efdaldir. Vâ’iz, İmâm, cemâate öğretmek için, sünnet olarak bildirilen duâları sesli okur. Cemâat de, sessiz tekrar eder. Cemâat öğrenince, İmâm da sessiz okumalıdır. Sesli okuması bid’at olur.”
“İbâdetleri yapan kimse, îmânında şühhe eder ve günâhım çoktur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır, îmânının devam edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Böyle şüphe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır.”
“Kur’ân-ı kerîmden bir miktar ezberledikten sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen buyurdu ki: Her müslümanın haramları, helâlları bildiren ikiyüzbin fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir.”
“Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “Celle celâlüh” veya “Teâlâ” yahut “Tebâreke”, “Sübhânallah” diyerek saygı göstermek vâcibdir. Tekrar edince de, yalnız söylemeyip, Allahü teâlâ demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir.”
“Babası hasta olan kadın, bakacak kimse bulunamazsa, zevcinden izinsiz gidip, babasına hizmet eder. Zimmî baba da böyledir. Zengin olan oğul, zengin olan babasına bakmaya mecbûr değildir.”
“Fısk (günah olan şey) anlatan şiir dinlemek mekrûhdur. Günah işlemeği düşünmek günah olmaz, işlemeğe karar verirse, yalnız karar vermek günâhı yazılır, işlemek günâhı yazılmaz. Küfr ve küfre sebep olan şeyler böyle değildir. Bunlara karar verince imansız olur. Kâfir olan anaya ve babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyâretlerine gitmek lâzımdır. Küfre sebep olan şeyleri yaptıracaklarından korkulursa, ziyâretlerine gitmemelidir. Kâfirlerle birlikte yiyip, içmek, bir iki kerre caizdir. Her zaman ise, mekrûh olur. Ücret karşılığı, şarap yapmak için üzüm sıkmak mekrûhtur.”
“Fakirlere zekât vermek için zenginlerin vekîli olan kimse, topladığı zekâtları birbirleri ile karıştırınca, hepsi kendi mülkü olur. Fakirlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakirler, önceden bu kimseye izin vermiş olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakirlerin mallarını birbirleri ile karıştırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş olurdu.”
“Birisi aç olup, yemek için leş dahî bulamayana, kolumdan kes de yiyerek ölümden kurtul dese, kesmesi caiz olmaz. Zarûret hâlinde de, insan eti helâl olmaz.”
“Kapalı yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehâbdır.”
“Alış-veriş bilgisini öğrenmiyenin ticâret yapması haramdır. İmâm-ı Ebû Leys de ( radıyallahü anh ) böyle buyurmuştur. İmâm-ı Muhammed Şeybânî’ye ( radıyallahü anh ), zühd hakkında bir kitap yaz dediklerinde; zühd için bey’ (alış-veriş) bilgisi yetişir buyurdu.
“Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân-ı kerîm okuyana sevâb verilmez.”
“Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam” adlı eserden ba’zı bölümler:
Ca’fer bin Rebî anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin yanında beş sene kaldım. O, ekseriyetle konuşmazdı. Fakat fıkıh ilminden birşey sorulunca açılır, vadi gibi akardı.”
İsmâil bin Ebû Füdeyk anlattı:
“İmâm-ı Mâlik’i, İmâm-ı a’zamın elinden tutmuş beraberce yürürlerken gördüm. Mescide varınca, İmâm-ı Mâlik’in mescide girerken İmâm-ı a’zamı öne geçirdiğini ve; “Bismillâhirrahmânirrahîm. Burası eman yeridir. Yâ Rabbî! Beni azâbından kurtar” dediğini duydum.
Muhammed bin Tarif anlattı: Biz, büyük âlim Vekî’nin yanında bulunuyorduk. Bize şöyle dedi: “Fıkıh bilmeden, sâdece hadîs-i şerîf bilmeniz size fâide vermez. Ebû Hanîfe’nin talebelerinin meclisinde bulunmadıkça fıkıh âlimi olamazsınız.”
Yahyâ bin Âdem buyurdu ki: “İmâm-ı a’zamın fıkıhdaki sözleri hep Allah içindir. Eğer onun sözüne dünyâdan birşey bulaşmış olsa idi, bu kadar hasedcilerin çokluğu ile beraber onun sözleri her tarafa yayılmazdı.”
Âsım bin Yûsuf; İmâm-ı Ebû Yûsuf’a; “İnsanlar, ilimde senin önüne geçecek birisinin olmadığında ittifâk etmektedirler” deyince, İmâm-ı Ebû Yûsuf ona şu cevâbı verdi: “Benim ilmim, İmâm-ı a’zamın ilmi yanında, Fırat nehrinin yanında küçük bir dere gibidir.”
Esed bin Amr anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ), geceleyin Kur’ân-ı kerîm okur ve çok ağlardı. Gece ağlamasını komşuları da işitirdi ve ona acırlardı. Rivâyet edilir ki, vefât ettiği odada Kur’ân-ı kerîmi yedibin defa hatmeylemişti.”
Saymerî, Ebû Yûsuftan nakletti: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, her gün ve gecede Kur’ân-ı kerîmi bir kerre hatmederdi. İmâm-ı a’zam çok cömert idi. İlim husûsunda pek sabırlı idi. Hiç kızmazdı. Yirmi sene yatsının abdesti ile sabah namazını kıldığına şâhid oldum. Diğer talebeleri kırk sene böyle kıldığını söylemişlerdir.”
Şüca’ bin Muhammed, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakletti: “Babam vefât ettiği zaman, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin derslerini kaçırırım korkusu ile babamın cenâzesine gidemedim. Onu komşu ve akrabalara bıraktım.”
İmâm-ı Ebû Yûsuf, önceleri çok fakir idi. Fakat ba’zı zamanlar müstesna, gece-gündüz İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin meclisinden ayrılmazdı. İmâm-ı Ebû Yûsuf’un hanımı ve çocukları, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye gidip içinde bulundukları geçim sıkıntısını anlatınca, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe onlara nasihat edip; “Bu günler, sizin için geçim sıkıntısı geçirdiğiniz günlerinizdir. İnşâallah ileride umduğunuzdan kat kat fazlasına kavuşacağınız günler gelecektir” buyurdu. Aradan günler geçti. Onlar için çok kapılar açıldı. Ebû Yûsuf’a sâhib olduğu malı mülkü sorulduğunda; “Hepsini bilmiyorum. Bildiğim, sâdece yediyüz katır ve üçyüz tane atım vardır” buyurdu.
İmâm-ı Ebû Hafs şöyle buyurdu: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye bakan, onun sâdece ilim için yaratılmış olduğunu görürdü. Bununla beraber o, sâlih bir zât idi. Dilini muhafaza ederdi. Güzel ahlâk, edeb, vekar ve akıl sahibi idi.”
İmâm-ı Şafiî şöyle buyurdu: “On sene İmâm-ı a’zamın talebesi Ebû Muhammed’in meclisinde bulundum. Onun sözlerinden bir deve yükü kadar yazdım. Eğer o, kendi seviyesinde konuşsa idi. Onun sözlerini anlamazdık. Fakat o bize, bizim anlıyacağımız şekilde konuşurdu.”
Abdullah İbni Mübârek’e ilk önceki hâli soruldu. O da şöyle anlattı; “Birgün kardeşlerim ile beraber bahçemizde idik. Meyveler getirmiş, onları yemiş, gece geç vakte kadar içmiştim. Çalgı çalmaya da çok meraklı idim. O sırada çalgı çalıyordum. Bir ağacın üzerinde bir kuş peyda oldu. Hem ötüyor, hem de insan gibi konuşuyordu, “Îmân edenlere, vakti gelmedi mi ki, kalbleri Allahın zikrine ve inen Kur’ân’a saygı ile yumuşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçip de kalbleri katılaşmış ve çoğu fıska dalmış bulunanlar gibi olmasınlar” meâlindeki Hadîd sûresi onaltıncı âyet-i kerîmesini okuyunca, ben de; “Evet vallahi öyledir” dedim. O ânda elimde bulunan çalgı âletini kırıp attım ve tövbe ettim, işte bu, benim önceki halimdir.”
Buhârî ve Müslim, şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: “Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’i çağırır. Ben falancayı seviyorum, sen de onu sev buyurur. Cebrâil de onu sever ve semâda şöyle nidâ eder: “Allahü teâlâ falancayı seviyor, siz de onu sevin” der. Semâdakiler de onu sever. Sonra yerdekiler de onu sever.”
Ebû Muhammed Abdülhak şöyle buyurdu: “İlmiyle amel eden âlimlerden ve evliyâdan çok kimseler görüldü, insanlar onları medhettiler. Onlar hayatta iken de, vefât ettikten sonra da, insanların gönüllerinde yaşadılar. Onlardan bir kısmının cenâzelerinde pekçok kimse bulundu. Pekçok kimse onları kabirlerine kadar uğurlayıp, lâzım gelen hizmeti yaptılar. Bir kısmında, insanlardan başka, melekler ve cinnilerin mü’minleri bulundu.” Bu husûsu teyid eden hâdiselerden birisi şudur “Resûlullah ( aleyhisselâm ), Sa’d bin Mu’âz’ın cenâzesinin peşinden, melekler çok kalabalık olduğu için, parmaklarının ucuna basarak yürüyorlardı.” Ahmed bin Hanbel vefât edince, adedleri sayılamayacak kadar kalabalık bir topluluk cenâze namazını kıldı. Onun vefât ettiğini haber alanlar, her taraftan gelip cenâze namazına katıldılar. Rivâyet edilir ki, o gün Ahmed bin Hanbel’in cenâzesindeki kalabalığı ve o gün insanı hayrette bırakan şeyleri gördükleri zaman, binlerce yahudi ve hıristiyan müslüman olmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 223
2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 183
3) El-A’lâm cild-7, sh. 45
4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 37
5) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 187
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 185
7) Keşf-üz-zünûn sh. 242, 1229, 1636, 1681, 1837
8) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanife( radıyallahü anh )
BEZZÂZÎ