ALİ HAVVÂS BERLİSÎ

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi ve yeri hakkında bir bilgi yoktur. 941 (m. 1534) senesinden sonra vefât etmiştir. Ümmî idi. Okuma-yazması yoktu. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler üzerinde, âlimleri hayrette bırakan pek kıymetli açıklamalarda bulunurdu. Söylediği bir şey aynen olurdu, işleri hakkında ona danışmaya gelenlere, daha durumlarını söylemeden, onlara yanına ne için geldiklerini söylerdi. Onlara yap, yapma, sabret veya yolculuğa çık gibi lâzım gelen tavsiyeyi yapardı. Danışmaya gelen şahıs, Ali Havvâs Berlisî’nin bu sözlerine hayret eder, “Ona benim durumumu kim söyledi?” derdi. Ali Havvâs hazretlerinin müzmin hastalıklar, cüzzam, felç gibi hastalıklar için garîb tedâvi usûlleri vardı. Tavsiye ettiği şeyi kullananlar, ondan şifâ bulurlardı. Ali Havvâs, sucu, ahcı gibi insanlara fâideli san’at sahiblerine çok hürmet ederdi. Âlimlere ve devlet ileri gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayağa kalkar, onların ellerini öperdi. “Bu bizim onlara karşı dünyâdaki edebimizdir. Âhırete varınca, oradaki edebimizi Allahü teâlâ bize öğretecektir” buyururdu.

Büyük zâtlardan Muhammed bin Anan şöyle dedi: “Mısır’ın ve köylerinin dörtteüçü Ali Havvâs hazretlerinin tasarrufu altında idi. Hâl sahibleri, onun izni olmadan Mısır’a giremezlerdi. Dünyânın muhtelif bölgelerinde iş başında olanları, kimin ne zaman sultan olacağını ve ne zaman bu işten düşeceğini Allahü teâlânın izni ile bilirdi.”

Ali Havvâs’a ( radıyallahü anh ) bdrgün birisi uğradı. Gelen kişi, ma’nevî terakkî ve ilerleme hâlinde idi. Ali Havvâs ona bakıp; “Ondaki bu hâller yakında koybolur” buyurdu. Nitekim dediği gibi oldu. O şahsın yanına hâl sahiblerinden bir zât uğramıştı. O şahıs, o zât oradan ayrılınca, onu küçültücü sözler söylemişti. Hakkında konuştuğu hâl sahibi o zât, tekrar onun yanına dönünce, o şahıs, ayaklarını ona doğru çevirdi. O ânda, ondaki bütün iyi hâller kayboldu. Ali Havvâs buyurdu ki: “Evlâdım, edeb olmayınca, insanda böyle iyi hâller kalmaz.” O şahıs, hayâtı boyunca, bir daha önceki hâllerine kavuşamadı.

Ali Havvâs, önceleri dolaşarak, sabun ve temizlik malzemeleri satardı. Sonra zeytin satmaya başladı. Zeytinciliğe birkaç sene devam etti. Daha sonra bu işi de bırakıp, sepet örmeğe başladı. Vefâtına kadar bu işi yaptı. Ali Havvâs’ın birgün gözleri şişmişti. Bununla beraber, yine sepet örmeğe devam ediyordu. Onu sevenlerden birisi ona bir miktar para getirip; “Efendim, buyurun bunları harcarsınız, gözleriniz iyileşinceye kadar istirahat edersiniz” dedi. Ali Havvâs onun paralarını almadı ve; “Şu hâlimle kendi kazancıma güvenemiyorum, başkasının kazancına nasıl güvenebilirim?” buyurdu.

Ali Havvâs Berlisî, zâlimlerin ve onlara yardımcı olan kimselerin yemeklerini yemezdi. Onların verdiği parayı, kendisinin ve çoluk-çocuğunun ihtiyâçları için harcamazdı. O paraları, dul kadınlara, iş yapamıyacak durumda olan yaşlılara, çalışıp gücü yetmiyenlere ve zor durumda olanlara taksim edip, verirdi. Allahü teâlânın izni ile, herkese simalarına, makamlarına göre değil, kalblerindeki duruma göre muâmele ederdi. Birgün, Ali Havvâs’ın yanına nûr yüzlü birisi uğramıştı. Ali Havvâs ona doğru baktı ve şöyle buyurdu: “Allahım! Bizi kötü hâle düşmekten muhafaza buyur.” Sonra şöyle devam etti: “Şüphesiz, Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, nûru onun kalbine koyar. Fakat dış görünüşü bakımından diğer insanlardan birisi gibidir. Allahü teâlâ, bir kulu hakkında hayır murâd etmezse, o şahsın kalbinde bulunanı yüzüne çıkarır. Kalbini ise karanlık kılar.”

Ali Havvâs ( radıyallahü anh ) mescidleri süpürür ve helaları temizlerdi. Süprüntü ve çöpleri, münasip yerlere kadar yüklenip götürür, onları oraya atardı. Bu işleri, her Cum’a günü Allah rızâsı için yapardı. Allahü teâlâ, Nil nehrinin hizmetini Ali Havvâs’a ihsân etmişti. Nil nehrinin taşması ve azalması, toprakları sulaması, onun duâsı ile olurdu. Bütün bunları, Allahü teâlâya kalben teveccüh etmek sûretiyle yapardı. Zamanın büyük zâtlarından Muhammed bin Anân’a sultan veya daha başka devlet kademelerinde işi olan birisi geldiği zaman, onu Ali Havvâs’a gönderir ve; “Buralarda onun tasarrufu vardır. Bizim tasarrufumuz yoktur. Senin ihtiyâcını ancak o giderir” derdi.

Birgün Muhammed bin Anân’a bir kadın gelip; “Oğlumu asmak için Kantarat-ül-Hacib denilen yere götürdüler” diyerek hâlini arz etti. Bunun üzerine Muhammed bin Anan; “Hemen Ali Havvâs’a ( radıyallahü anh ) gidin” dedi. O şahsın annesi, derhâl Ali Havvâs’ın yanına gitti. Durumu ona anlattı. Ali Havvâs hazretleri o kadına; “Sen onun yanına git İnşâallah o îdâm edilmeden, sultânın adamlarından biri gelir” dedi. Kadın oğlunun yanına gitti. Ali Havvâs’ın dediği gibi, oğlu asılmak üzere iken, sultânın adamlarından birisi gelip, kadının oğlunu serbest bıraktı.

Muhammed bin Anan, bir gece rü’yâsında, Mısır üzerine büyük bir belâ indiğini gördü. Bir talebesini gönderip, rü’yâsını Ali Havvâs’a bildirdi. Ali Havvâs şöyle buyurdu: “Müjde haberi yok. Fakat bereket olacağı umulur.” Bir müddet sonra Canbolat isminde birisi geldi. Ali Havvâs’ı yakaladı. Onu bağlayıp, çok hakaret etti ve Mısır sokaklarında, elleri bağlı olduğu hâlde dolaştırdı. Muhammed bin Anan, öğle namazını kıldıktan sonra, Mısır üzerinde olan o belânın kalkmış olduğunu gördü. Yanındakilere; “Gidiniz, bakınız! Ali Havvâs ne durumda?” dedi. Onlar Ali Havvâs’ın bu acıklı hâlini gördüler. Bu durumu Muhammed bin Anân’a haber verdiler. Muhammed bin Anan durumu öğrenince; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bu ümmet içerisinde, ümmetin belâ ve musibetlerini yüklenecek olanları da yarattı dedi ve şükür secdesine vardı.

Ali Havvâs, meyva ağaçları çiçek açtığı zaman, onlara zarar verecek bir durum olunca, o gece uyumaz, göz yaşları döker, Allahü teâlâya, meyvalara zarar verecek o hâlin kalkması için yalvarırdı.

Ali Havvâs, müezzinin okuduğu ezanı duyduğu ân, olduğu yerde sarsılır, Hak teâlânın heybet ve azametinden titreyerek, erir gibi olur ve huzûr-i kalble tam bir huşû’ içinde müezzinin da’vetine icabet ederdi.

İmâm-ı Şa’rânî şöyle anlatır: “Ali Havvâs ( radıyallahü anh ) ile on sene beraberliğimiz oldu. Fakat bu on sene bana bir saat gibi geldi. Onun pek kıymetli sözleri vardır. Bunların çoğunu “El-Cevâhir ved-Dürer” isimli kitabımda yazdım.

Ali Havvâs’ın kendisine sorulan suâllere verdiği cevaplara, büyük âlimler hayran kalmıştır. Onun verdiği cevaplara hayranlıklarını ifade eden âlimlerden ba’zıları şunlardır: Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Şihâbüddîn Şiblî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Şihâbüddîn Remlî, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinden Nâsıruddîn Lekânî, Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden Şihâbüddîn Fütûhî.”

Sâlihlerden birisi, bir sene hacca gitmek için, gelip Ali Havvâs’tan izin istedi. Ali Havvâs ona, hacca gitmemesini, orada kin ve düşmanlıkla karşılaşacağını bildirdi. Bunun üzerine o zât, Ali Havvâs’ın nasihatini dinlemiyerek, hacca gitmek üzere Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke-i mükerremeye girdiği zaman, günlerden Cum’a idi ve İmâm hutbe okuyordu. Ayağa kalkarak, orada bulunanlara; “Ey Mekke ahâlisi! Cum’anız bâtıldır. Zîrâ, Cum’anın şartlarından biri de, hutbe dinleyenlerin en az kırk kişi olmasıdır. Burada ise, ancak uzaktan gelen yolcular vardır” dedi. Öğle vakti şiddetli sıcak dolayısıyla, halkın Kâ’be duvarlarının gölgesine sığınmış olduklarını fark etmedi. Onun bu sözleri çevrede duyulunca, büyük bir gürültü oldu ve hutbenin yeni baştan okunmasına karar verildi Bu olay sırasında Kâ’be’de bulunanlar arasında Kutub ve Ebdallerle birlikte, kimsenin tanımadığı Allahü teâlânın velî kulları da bulunuyordu. Bu sebepten dolayı, bu zât, hac farizasını yerine getirip Mısır’a döndüğü vakit, Ali Havvâs onun üzerinde buğz ve adavet izleri taşıdığını, çehresinin donmuş, rûhsuz bir buz parçası gibi olduğunu gördü. O zât Ali Havvâs’a; “Hacca gitmememi, gittiğim takdîrde kin ve düşmanlık taşıyarak döneceğimi söylemiştiniz. Şayet ben bu sene hacca gitmeseydim, Mekke ahâlisinin bu hac mevsimindeki Cum’aları bâtıl olurdu” dedi. O ânda bir şey söylemeyen Ali Havvâs, sonra; “O adam bu karşılığı verince anladım ki, olay sırasında orada hazır bulunan Kutub ve Velîlerin mevcûdiyeti, ilâhî buğz ve adavet izlerinin bu zât üzerinde yerleşmesine sebep olmuştur” buyurdu. Daha sonra Ali Havvâs, bu kişi için; “Hoş olmayan bir hâlde bu adamın ölmesinden korkuyorum” derdi.

Ali Havvâs muhtaç olup, Allahü teâlâdan bir istekte bulunacaklara şöyle tavsiyede bulunuyordu: Çarşamba günleri ikindi vakti, Melik Zâhir’in Câmii’ne gidiniz. Orada sedir ağacı vardır. Onu sulayınız ve şöyle hitâb ediniz: “Ey Allahü teâlânın velileri! isteklerimizin yerine gelmesinde yardımcı olunuz. Allahü teâlâ da sizlerin isteğini yerine getirir.” Gerçekten sıkıntıda olup da, Ali Havvâs’ın nasihatlerim tutanların istekleri, Allahü teâlânın katında kabûl olurdu. Ali Havvâs’ın bu tavsiyelerini duyan bir âlim; “Nasıl olur da bu şeyh, putlara tapan kavimler gibi, halkı o ağaca gönderip taptırıyor ve konuşturuyor?” diye söyledi. Bu sözü Ali Havvâs’a bildirilince, o şöyle buyurdu: “Ben bu sırrı ifşa etmemek için, bu insanları ağaç sulamak behânesiyle oraya gönderiyorum. Hâlbuki, Çarşamba günleri ikindi namazında o ağacın altında velîler toplanır, namaz kılarlar. Haceti olanlar ağaca seslendikleri zaman, bu seslenişleri orada bulunan velîler topluluğunca duyulur ve o kişilerin hacetlerini yerine getirirler. Ağaç, velîler ile haceti olanlar arasında bir vâsıta veya bir işâretten başka birşey değildir. Zîrâ o inkâra, şu yönü iyice bilir ki, Allahü teâlâ, ağacı, insanların hacetlerini yerine getirecek bir durumda yaratmamıştır.”

Ali Havvâs, bir takım istek ve hacet sahiblerini, Ezher Câmii kapısında turp satan bir kişiye gönderirdi. Bu zât da, kendisine gönderilen kişilerin işini hemen görürdü. Birgün Ali Havvâs hazretlerinin yanına, boğazına sülûk yapışan bir kişi geldi. Bu sülûk, kan emmekten balık iriliğine ulaşmıştı. Ali Havvâs, derhâl onu câmi kapısında turp satan zâtın yanına gönderdi ve ondan bir demet turp satın alarak, yemesini tavsiye etti. O kişi hemen gidip, ondan bir demet turp aldı. Bu turptan biraz yedi ve aksırmaya başladı. Bu aksırma ile sülûk, boğazından düştü. Ali Havvâs hazretleri, dükkânını erken saatlerde açar, ikindi vaktine kadar çalışır, vakit olunca da; “Şimdiden sonra gece kıyâmı için hazırlanmalıyım” diyerek, dükkânını kapatırdı. Ali Havvâs, sabah erken vakitte dükkânın kapısını açarken şöyle duâ ederdi: “Ey Allahım! Kullarına yararlı bir iş yapmaya niyet ettim.” İnsanların ihtiyâcı olan; yağ, un, tahin, pirinç, bakla, sepet gibi şeyleri satardı. Alışverişte müşterilerden birinin kendisine inanmadığını anlayınca, tartı ve ölçüyü fazla tutardı. Müşterisinin kendine inandığını ve güvendiğini anlayınca da, o kişinin hakkını altın tartar gibi, tam tamına tartar verirdi. Bir kimse kendisinden bir dirhemlik birşey satın alır, parasını vermeyi unutur veya vermezse, evine kadar o müşteriyi ta’kib eder, hakkını ister ve şöyle derdi: “Bizler, bu davranışımızla insanlara hakların büyüklüğünü, ehemmiyetini gösteriyoruz ki, onlar ödemede ihmalkâr olmasınlar. Kıyâmet gününde kendilerini mihnet altında bırakmamak için hakkımızı istemekle, kendilerine karşı samimî davranmış oluyoruz. Çünkü dünyâda iken göz yumduğumuz haklarımızı, kıyâmette nefslerimiz taleb edebilir.” Ali Havvâs, önceleri kumaş ticaretiyle uğraşan bir zâtı gördü. Bu zât, ticâreti bırakıp, şeyhlik yapmaya başlamıştı. Ali Havvâs ona; sen ilk san’atına ve işine dön. Zira bu, senin için daha iyi, kalbin için de daha temiz bir iştir” dedi. Fakat o zât, bu nasihati dinlemedi. Kendi bildiğine göre hareket etti. Bunun üzerine, Ali Havvâs, bu kişinin dünyâyı sevmesi, fakat ondan mahrûm olması için duâ etti. Allahü teâlâ Ali Havvâs hazretlerinin duâsını kabûl etti. O kişi, öyle bir duruma geldi ki, kazancından ne yiyebildi, ne de sadakasını verebildi. Kendisine verilen emrin sırrını anlamadığı için, bütünü ile telef oldu. Bu kimse, her ticâret kervanında onbeşbin dinarlık mal götürüp getiriyordu. Halk ona cimri sûfi diyordu.

Ali Havvâs, bir fakirin; “Allah için eski bir elbise, Allah için ufak birşey, Allah için az döküntü hurma, Allah için yeni birşey verin” diye seslendiğini duyduğu zaman, o fakirin üstünde bulunan eski elbiseleri çıkarır, ona yeni elbise giydirir ve şöyle derdi: “Ben bu kişinin bu şekilde feryadını, ya’nî Allah için şunu bunu verin diye seslendiğini duyunca, utancımdan etlerimin eridiğini hissettim. Şayet bu kimse üstümdeki herşeyimi isteseydi, hepsini ona verirdim. O ânda duyduğum tadı kimse duyamaz.”

Bir kimse Ali Havvâs’a; “Bana izin veriniz, sizin için bir türbe hazırlıyayım. Vefât ettiğiniz zaman oraya gömülürsünüz” dedi. Fakat Ali Havvâs bunu kabûl etmedi. Ali Havvâs vefât ettiği zaman, Kâhire’deki Hâkim Câmii’nde cenâze namazı kılındı. Bu sırada çok şiddetli yağmur yağdı. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, kardeşi Efdalüddîn’e; “Ali Havvâs hazretleri nereye gömülecek söyler misiniz?”diye sordu. O da; “Fetihler kapısı dışında Şeyh Berekât’ın zaviyesine defn olunacaktır” dedi. Tabutun oraya götürülmesine Şeyh Şerâfüddîn Sagîr adında bir zât karşı çıktı ve İmâm-ı Şafiî’nin kabrinin yakınlarına bir yere defn edilmesini söyledi. Efdalüddîn, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye; Sakın birşey söyleme. Bu kalabalığa, Hazreti Süleymân’ın emrindeki cinler dahî katılsa bu cenâzeyi denilen yere götüremez” dedi. O sırada kalabalığın arasından bir takım sacları kazınmış genç ve güçlü kimseler ortaya çıkarak, tabutu kaptıkları gibi, doğruca ilk gömülecek yer olan Fetihler kapısına götürüp, oraya defnettiler.”

Ali Havvâs’a; “Avvâmın, ma’nâsını anlamadan Kur’ân-ı kerîm okumaları hakkında ne dersin?” diye sorduklarında; “Okudukları Kur’ân-ı kerîmin her harfi için onlara on sevâb vardır” buyurdu.

Ali Havvâs buyurdu ki: “Bir kimse Allahü teâlânın yardımına kavuşursa, ömrünün çok az miktarı, başkasının ömrünün bin senesine bedeldir. Eğer bir kimse, Allahü teâlânın yardımına kavuşamazsa, bin sene bile yaşasa, bütün ömrü, yardıma kavuşanın ömrünün zerresi bile olmaz.”

“Dünyalık istemek için vâlinin kapısına giden Sâlih bir kimse ne kötüdür. Eğer başkasının bir işine yardımcı olmak için gitmiş ise, çok iyi bir kimsedir.”

“Ziyâretçinin, ziyâret ettiği kimseyi ziyâreti, Allahü teâlâ ile meşgûliyetine mâni olacaksa, gitmemesi, Allahü teâlâya karşı olan edebdendir.”

“Ziyâret eden, ziyâret ettiği kimsede gördüğü ayıp ve kusurları kimseye söylemeyip, onda gördüklerini saklıyabilecekse, ziyârete gitmesi edebdendir. Eğer gördükleri ayıp ve kusurları muhafaza edemeyip başkalarına söyliyecekse, ziyâreti terketmesi daha iyidir.”

“Sevdikleriniz ve başkalarından, kendileri için ayağa kalkılmasını arzu etmiyenleri gördüğünüzde onlar için ayağa kalkınız. Kim kendisi için ayağa kalkılmasını istiyen kimse için ayağa kalkarsa, bilmeden ona kötülük etmiş olur, hakkı olmadan ona hürmet etmiş olur.”

“Tasavvuf büyükleri, kabirlerinden talebelerine yardımcı olurlar.”

“Talebenin, çirkin de olsa, kalb hastalıklarını, bağlı olduğu zâta anlatması gerekir. Çünkü bağlı olduğu zât, ona o hastalığın çâresini gösterir. Eğer talebe, tabiatında bulunan utanma hissinden dolayı hastalığım hocasına söylemezse, o hastalığı ile vefât etmesi muhtemeldir.”

“Allahü teâlâ kullarından birisine cinleri göstermeyi murâd edince, o kimsenin gözünden perdeyi kaldırır. O kimse cinleri görür. Allahü teâlâ ba’zan cinne, bize görünmesini emreder. Onları baş gözü ile görürüz. Cinler ba’zan kendi sûretlerinde, ba’zan beşer (insan) sûretinde, ba’zan da başka sûretlerde olurlar. Cinler, melekler gibi istedikleri şekle girebilirler.”

“Allahü teâlânın sana verdiği hâlden kaçma. Çünkü hayır, Allahü teâlânın, senin için seçtiğindedir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Bu sebeble kuluna, ancak onun iyiliğine olan şeyi verir.”

“Düşmanlarına, onlara bildirmeden iyilik yapmak, kişinin kemâlindendir. İşte bu, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktir. Çünkü Allahü teâlâ, düşmanı olarak bildirdiklerine de devamlı iyilikte bulunmaktadır.”

“İslâmiyetin başlangıcı teslimiyet, îmânın başlangıcı ise rızâdır. En kıymetli amel edebdir. İmânın âfeti, inkârdır. Amelin âfeti, tenbelliktir. İlmin âfeti, iddia sahibi olmaktır, irfan sahibinin âfeti, kendini kabûl ettirmeğe çalışmasıdır. Aklın âfeti, zulüm yollarına düşmesidir. Sevginin âfeti, şehvet yolunu tutmasıdır. Sabrın âfeti, Allahü teâlâdan başkasına şikâyette bulunmaktır. Zenginliğin âfeti, tama’dır. Azîzliğin âfeti, kibirdir. Cimriliğin âfeti isrâftır. Tevazu’nun âfeti, Allahü teâlâdan başkasının önünde eğilmektir. Dünyânın âfeti, şiddeti istektir. Sözün âfeti, noksanlıktır. Adâletin âfeti, intikam duyguları taşımaktır.”

“Dîn âlimlerinine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır. Velîleri inkârdan sakının. Zîrâ onlar, Allahü teâlânın zâtının kapıcılarıdır.”

“Fıkıh âlimleri talebeye muayyen bir mezhebe; hakîkat âlimleri de bir velîye yapışmağı emr ederler. Bu, yolu kısaltmak içindir. Çünkü dînin menbaı elin ayası, müctehidlerin mezhebleri ve velîlerin tarîkatleri parmaklar gibidirler. Bir mezheb veya tarîkatle meşgûl olma zamanları, parmakların bogumları gibidir. El ayasına ulaşmak istiyen, önce parmakların boğumlarına temâs eder.”

“Âlimlerin her sözü, İslâmiyetin asıllarından bir asla dayanır. Çünkü bu söz, ya bir âyete, bir hadîse, bir esere veya aslı sahîh olan sahih bir kıyâsa dayanır. Lâkin sözlerin ba’zısı; âyetlerin, haberlerin ve eserlerin ma’nâsı açık olanlarından alınmıştır. Sözlerin kimisi yakın, kimisi daha yakın, kimisi uzak, kimisi daha uzak olur. Hepsinin de aslı İslâmiyettir. Çünkü onlar, İslâmiyetin nûrunun şuâlarından alınmıştır.”

“Ey Oğlum! Bilmiş ol ki, sünnet, Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini açıklayan beyânlardır. Çünkü, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), bize Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini, mübârek sözleri ile bildirendir. Kurân-ı kerîmde, Necm sûresinin 3 ve 4. âyet-i kerîmelerinde meâlen: “O boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı söyler” Nisa sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahın kitabına ve Resûlün hadîslerine müracaat edin!” buyuruluyor.”

“Âlim, müctehidlerin ve mukallidlerin sözlerini kitâb ve sünnetle karşılaştırıp herbir sözün kaynağını bilmeyince, bize göre onun ilimdeki makamı kâmil olmaz. Bilince de işte burada avvâm mertebesinden çıkar ve âlım ismine hak kazanır. Âlimler için ük makam burasıdır. Sonra buradan derece derece yükselir, hattâ Kur’ân-ı kerîmin bütün hükümlerini ve edeblerini Fâtiha sûresinden çıkarır. Sonra buradan da yükselir. Kur’ân-ı kerîmin bütün hükümlerini, müctehidlerin ve kıyâmete kadar onların mezheblerindeki âlimlerin bütün sözlerini, dilediği herhangi bir harften çıkarır. Sonra bundan daha ileri ve olgun olan bir dereceye yükselir. Bize göre kâmil âlim, işte budur.”

“Bütün velîlere göre müctehid imâmların hiçbir sözü, İslâmiyetin dışına çıkmaz. Nerede kaldı ki, Kitâb, Sûnnet ve Sahabenin sözlerinin esâsını bildikleri hâlde, keşfleri doğru olduğu, rûhen Resûlullahın ( aleyhisselâm ) rûhu ile berâber olup delîllerden durakladıklarını O’na arz edi, keşf sâhipleri arasında bilinen şartlarla uyanık ve karşı karşıya; “Yâ Resûlallah, bu senin sözlerinden midir?” diye sordukları halde, kendilerinin İslâmiyetten çıkmaları nasıl mümkün veya söz konusu olsun? Aynı şekilde, Kitâb ve Sünnetten anladıklarını, kitaplarına geçirmeden ve onlarla amel etmeden herşeyi Resûlullahdan (s.a.v) sorarlardı ve; “Yâ Resûlallah! Biz bu âyetten böyle anladık, filân kimsenin bildirdiği şu hadîs-i şerîfinizden şöyle anladık. Siz bunu uygun buluyor musunuz, bulmuyor musunuz?” derlerdi. Onun sözü ve işâreti ile amel ederlerdi. Müctehidlerin, bildirdiğimiz keşflerinde ve rûhen O’nunla birlikte bulunduklarında bir kimse duraklarsa, ona deriz ki, şübhesiz bu, evliyânın kerâmetleri cümlesindendir. Müctehid imamlar evliyâ olmasalardı, hiçbir zaman yeryüzünde bir velî bulunmazdı. Şüphesiz, mertebeleri, müctehid din imamlarının makamlarından daha aşağıda olan çok evliyânın, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile birçok defa bir araya geldikleri ve asrının ileri gelenlerinin bunu doğruladıkları meşhûrdur.”

“Müctehidlerin ve onlara uyan büyük âlimlerin her sözünün senedi, Resûlullaha ( aleyhisselâm ), sonra Cebrâil aleyhisselâma varır. Sonra da, zâhirî ve bütün sened yoluyla her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allahü teâlâya ulaşır.”

“Kulun îmânı, dînimizin büyüklerinin yolunda ilerlemekle kemâle kavuşur.

“Sünnet bize Kur’ân-ı kerîmdeki icmâlleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse, kıbleye dönüldükte, yapılan duâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû’ ve secde tesbihlerini, ta’dîl-i erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde, bayram namazlarının nasıl kılınacağını, cenâze ve istiskâ namazlara gibi daha bir çok şeyleri kimse bilemezdi.”

“Ey kardeşim, tehâret, ancak bedenin uzuvlarının zâhiren, bâtınen; temizlik, güzellik, paklık ve nûrluluğunu arttırmak için emir olunmuştur.”

“Allahü teâlâyı zikr etmek, dil zikri ve huzûr (gönül) zikri olmak üzere iki çeşittir.”

Namaz kılanın, rükû’dan kalkarken “Semi’allahü limen hamideh” demesi, rükû’un yakınlık mertebelerinin ilki olmasındandır. Kırâatte, ayakta durduğu müddetçe, Allahü teâlânın, kulunun hamdini kabûl edip etmiyeceğini bilmekten uzaktır. Rükû’a eğilince, secdelerin huzûruna yaklaşmış olur.”

“Resûlullaha ( aleyhisselâm ) nafile sadakayı emretmesi, bedenlerimize gelecek belâların geri çevrilmesi, giderilmesi içindir. Çünkü farz olan zekât, mal ve rûhu temizleyici; nafile sadaka da, maddî ve ma’nevî kir, pislik ve kötülüklerden temizleyicidir. O hâlde nafile sadaka vermeyip, farz olan zekâtın noksanlarını tamamlamıyanın bedeni, vücûda eziyet veren hastalıklara düçâr olur.”

Emre uyarak farz olan zekâtını vermiyen, câhillerin en câhillerindendir. Çünkü Allahü teâlânın ona zekât vermeği emretmesi, ihsânı ile, malını arttıracağını dilemesindendir. O hâlde zekât verenin, verdiği zekât için kendi nâmına sevinmesi, memnun olması gerekir, üzülmesi, dertlenmesi değil.”

“Müslümanın içinde; hainlik, kin, hîle, aldatma, çekememezlik, kıskançlık ve müslümanlardan birine karşı kibir, büyüklenme, böbürlenme bulunduğu hâlde kıldığı namazları kabûl olmaz. Zîrâ namaza, cemâate gelip de, içinde bunlardan biri bulunan, bu namazda, kalbini, Hak teâlânın huzûrunda toplayamaz. Hadîs-i şerîfte; “Birbirine buğz ve düşmanlık eden iki kimse barışmadıkça amelleri göğe çıkmaz” buyuruluyor.”

“Ramazan orucu, bir seneden diğer seneye kadar, şeytanın insan vücûduna giriş yollarını kapatmak için emrolunmuştur. Eğer oruçlu, orucu kusursuz olarak eda ederse, şeytan ona vesvese ve diğer hilelerle zarar veremez.”

“Kulun haccının kabûlü ve üzerine rızâ hil’atı konmasının alâmeti, hacdan Muhammed aleyhisselâmın ahlâkı ile dönmesi, hemen hiç günâha yaklaşmaması, kendini Allahü teâlânın hiçbir mahlûkundan yüksek görmemesi ve ölünceye kadar, dünyâ işlerinden hiçbirisine dalmaması, zahmet etmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti ise, hacdan dönüşte evvelki hâli üzere bulunmasıdır.”

“Mescidler, Allahü teâlânın huzûr meclisleridir. Allahü teâlânın huzûrunda cemâatten önce gidip oturmak, hiçbir suç ve günah işlemeyen, günahtan uzak veya yaptıklarına pişman olarak kesin tövbe etmiş, velâyet mertebesine kavuşmuş, amellerini gizli tutan, Hak teâlâ tövbelerini kabûl etmiş olan bâtınî keşf sahibi gibi, ancak Allahü teâlâya yakın olanların işidir.”

“Geçim sıkıntısı çeken fakir, yön belirtmeden Allahü teâlâdan helâl rızk istesin.” (Ya’nî yön ta’yin etmek; “Allahım benim rızfam için falanı vâsıta kıl” gibi düşüncelerdir.)

“Birşey yapmak istiyorsan, sana yakışanı yap. İnsanlar, birşey vermediğin için seni cimrilikle itham etmesinler, bu yüzden sana karşı çıkmalarına meydan verme. Çünkü velî olmanın şartlarından biri de şudur Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.”

“Ramazan orucu tam bir aydır. Ya yirmidokuz gün veya otuz gün olur. Oruç; Hazreti Âdem’in, Cennetteki ağacın meyvesinden koparıp yemesinin kefaretidir. Hak teâlâ, buna keffâret olarak oruç tutmasını emretmiştir.”

“Şayet biriniz kendisini ilâhî huzûrda hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de himmet ve çabasını esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu, mü’min kardeşleri için de olmalıdır.”

“Ramazân-ı şerîfin son on gününde, gece ibadetinden geri kalmayınız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle geçiriniz. Çünkü Kadir gecesi bu aydadır.”

“Farz, vâcib gibi dini her emir, Allahü teâlâ ile birlikte bulunmaya vesiledir. Günah, mekrûh gibi nehy edilenler ise, Allahü teâlâ ile kul arasında birer perdedirler.”

“Şuna yemîn ederim ki, talebeler Allahü teâlânın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının huzûrunda kor hür ateş üzerinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol gösterip, engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.”

“Allahü teâlânın kendisine yakın öyle kulları vardır ki, şayet bunlardan biri, şaki ve âsi olan bir topluluğa uğrayıp selâm vermiş olsa, o âsi topluluk Allahın azâbından korunmuş olur. Yine insanların hacet ve isteklerini yerine getirmek için, Allahü teâlâ, kendine yakın ba’zı kullarını bu iş için vazîfelendirmiştir. Bu gibi vazîfeliler, insanların istek ve hacetlerini gizlice görürler ve onların sıkıntılarını zâhiren yerine getirmek için, bulundukları yerlerdeki sâlih ve velî kişilere gönderirler. Bu sûretle içinde bulundukları gizliliği saklayarak, cenâb-ı Haktan, gördükleri bu işten ötürü korunmalarını niyaz ederler. Yine Hak teâlânın öyle kulları vardır ki, yollarda ve çarşılarda insanlara sebil olarak su içirirler. Bu gibi kişilerin elinden bir yudum su içmiş olanlar, eninde sonunda Allahü teâlâya ulaşan yollardan bir yola intisâb ederler.”

“Dünyâ ve âhıret ihtiyâçlarının kul üzerinde eksilmesi veya duraklamasının yegâne sebebi, o kişinin tövbe ve istiğfarlarını yapmaması ve bırakmasıdır.”

“Çoğunlukla bolluk ve ni’metler içinde bulunanlar, bu ni’met değişmedikçe bunun kıymet ve değerini anlayamazlar.”

“Allahü teâlânın kulları elinde bulundurduğu ni’met ve rızıklarda, bir takım değişiklikler olmaktadır. Zamanımızda hiçbir kimse, eski kanâat sâhibleri gibi, Allahü teâlâ tarafından kendisine ihsân edilen rızka kanâat etmemekte, kendisine yeterli bulmamaktadır. Bir kimse bir velînin yoluna girdiği zaman, onun sözlerini dinlemeli, onun nasihatlerine karşı çıkmamalıdır. Çünkü velî, talebesini ona fâide sağlayacak bir işte kullanıldığı gibi, en kestirme yolu da gösterir. Talebesinin kendisine zarar verecek bir işi yapmasına da mâni olur.”

“Allahü teâlâ kullarına, bilinen rızıkların dağıtımını sabah namazından sonra, ma’nevî rızıkların dağıtımını da ikindi namazından sonra yapar. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiştir.”

“Rızık, sahibini istek ve ısrarla arar ve onu bulmaya çalışır. Rızkın sahibi de, rızkını arar. Lâkin bu arama işi nöbetledir. Birisi durunca, diğeri harekete geçer, İkisi aynı anda birbirlerini aramazlar.”

“Allahü teâlânın sevgili kullarından bir fakîr, namaz ânında nasıl Allahü teâlâ ile birlikte bulunuyorsa, yemek esnasında da Alalhü teâlânın huzûrunda ve O’nunla birlikte bulunmadan ve yemek yemenin tat ve lezzeti ile münâcaatan lezzetini aynı anda birleştirip duymadan, olgunluğa erişmiş sayılmaz. Zîrâ kemâle erişenlerde, bu iki lezzet ve duygunun biri, diğerini etkileyip gizleyemez. Bu durum ve tutumda olan kimseler, bir anda iki lezzeti tattıklarından, Allahü teâlâya şükürde bulunurlar.”

“Bu dünyâ evinde, kendi ihtiyâcından çok birşeyi Allahü teâlâdan istiyenlerin, uzağı görüşü körleşmiş demektir. Bir kimse, Allahü teâlânın kendisine vermiş olduğu zarurî hacetlere karşılık, O’na şükürde bulunacak bir gücü gösteremezse, ihtiyâcından fazla istemiş olduğu şeylere karşı Allahü teâlâya şükürde bulunabilir mi?”

“Allahü teâlânın rızâ ve hoşnutluğunu kazanmak için, dünyâ ni’metlerinden aza kanâat eden kullarının amelleri az olsa da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnut olur.”

“Zulüm ve eza gören din kardeşinin kalbini, sabır tavsiye ederek güçlendiren bir kimse, ona yardım etmiş sayılır.”

“Allah için kardeşini ziyâret etmeye gidecek bir kimsenin yürümeye gücü varken, binecek bir vâsıta bulmak için ziyâreti geciktirmesi doğru değildir.”

“Dünyâda Allahü teâlâdan haya edenlere, kıyâmet gününde Allahü teâlâ onları azarlamaktan ve gazâb etmekten haya eder.”

“Allahü teâlâya kavuşturan yola da’vet edenler, fâsık kimselere dahî kaba ve fana olmamalılar. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmaklar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasihatte bulunsunlar.”

“İki hasımdan birinin önce davranıp selâm vermesi, aralarındaki düşmanlığın silinip yok olmasına sebep olur. İki düşman kimseyi barıştıracak en kestirme yol selâmlaşmadır.”

“Suç işleme tat ve lezzeti bir insanın kalbinde yer ettiği sürece, Allahü teâlâ için yaptığı tâatinin ona bir faydası yoktur. Çünkü, koyu karanlığa benzetilen şehvet ve günahlar, tâat nûrunun kalbe girmesini engellemiş olur. Rabbin meclisinde oturmak için, bu nûrun kalbe girip yerleşmesi gerekmektedir.”

“İyi amel yapmanın şartlarından biri de, yapmış olduğu amelle, Allahü teâlânın yarattığı diğer insanlardan daha üstün olduğu zannına kapılmamaktır. Kişi, ameliyle kendisini diğer insanlardan daha farklı görmüş olursa ve bu sebeple Allahü teâlâya şükür ederse, güzel ve iyi amel çerçevesinden çıkmış olur.”

“Kibir, gurûr ve övünme gibi duygular, insanın içinde çuvaldız gibi saplıdırlar. İnsanın kibirlenmesi, kendinde gördüğü faziletlerden ileri gelir. Ancak bir kimse, Hak yolundan bir yola intisâb ettiği takdîrde, bütün bu faziletlerin, kesinlikle ve gerçek olarak Allahü teâlâda bulunduğunu anlar. Kendisinde bulunan herşeyin, Allah tarafından emânet olarak verildiğini görür.”

“Sırat köprüsünde yürümek haktır. Bu yürüyüş, dünyâ evinde, ya’nî burada yapılmaktadır. Burada yürüyüşünü İslâmiyetin emir ve yasaklarına uygun olarak yapan kimse, âhıret günü çok ince olan Sırat köprüsünden geçmeyi kolayca başarmış olur. Akıllı bir kimse, dünyâ hayatındaki amel ve fiillerinde, söz ve akidelerinde doğru yürüyen, nefsini her türlü suç ve kabahat işlemekten alıkoyan bir suç işlediği zaman, vakit geçirmeden tövbe ve istiğfar eden, yaptığına derhâl pişman olan kimsedir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 193

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 150

3) Mizân-ül-kübrâ

4) Uhûd-ül-kübrâ

5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 233

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 978

7) El-Cevâhir ved-dürer


ALİ HAVVÂS BERLİSÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ