ALİ BİN EMRULLAH

Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. Tefsîr, hadîs, fıkıh âlimidir. Dedesi Abdülkâdir Hâmidî, sakalına kına kullanmakla meşhûr olduğu için Kınalı-zâde denmiştir. Abdülkâdir Hâmidî, Fâtih Sultan Muhammed Hân’ın hocalarındandır. Ali bin Emrullah, 916 (m. 1516) senesinde Isparta’da doğdu. Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli şehirlerinde kadı ve kadıasker olarak vazîfe yaptı. 979 (m. 1571) senesinde Edirne’de vefât etti.

Kınalı-zâde Ali Efendi, ilk tahsiline akrabası olan Kadri Efendi’den ders alarak başladı. Sonra İstanbul’a giderek, Mahmûd Paşa Medresesi’nde Müderris Sinân’dan, Atîk Ali Paşa’da Merhaba Efendi’den, sonra da Sahn-ı semân Medresesi’nden Kul Sâlih Efendi’den ders aldı. Kur’ân-ı kerîmi ve pekçok hadîs-i şerîf ezberledi. Yazı (hat) san’atında usta olup, te’sîrli bir hitâbete ve üstün bir hafızaya sahipti. Tahsilini mükemmel bir şekilde tamamladıktan sonra, Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından Edirne’de Hüsâmiye Medresesi’ne ta’yin edildi. Daha sonra Bursa’da Hamza-bey Medresesi’nde, Kütahya’da Rüs-tempaşa Medresesi’nde, İstanbul’da çeşitli medreselerde ve Süleymâniye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Bu vazîfelerinden sonra da; Şam, Kâhire Bursa kadılığı, 978 (m. 1570)’de İstanbul kadılığı, 979 (m. 1571)’da Anadolu kadıaskerliği yaptı. Arabca ve Farsçada; edebiyat, tefsîr ve hadîs ilminde emsalsizdi Tefsîr metinlerini anlamakta güçlük çekenler, müşkillerini halletmek için ona müracaat ederlerdi. Şam’da ve Mısır’da görevli bulunduğu sırada, görüştüğü Arab âlimleri dahi bu zâtın Arabcada derin, bilgi sahibi olduğunu görmüşler ve istifâde etmek için ona müracaat edip, ilminin yüksekliğini medhetmişlerdir. Arabca, Farsça dillerinde ve Osmanlıca Türkçesi’nde derin bilgisi olup, bu dillerde şiirler yazmış ve şiirleri bir divanda toplanmıştır. Oğlu Hasen Çelebi, “Tezkiretr-üş-Şuarâ” adlı eserinde, babası hakkında şöyle bir hâdiseyi nakleden “Birgün dostları ile dinlenmek üzere bir bahçeye gittiler. Orada arkadaşlarından biri “Bahâristan” kitabını gösterip; “Ali Efendi, bu kitabı okudunuz mu?” diye sordu. O da; “Hepsi ezberimde” deyince; “Öyleyse oku bakalım” dediler. Kitaptaki şiir ve hikâyeleri sonuna kadar okuyunca, arkadaşları buna şaşıp, hayran kaldılar.”

Kınalı-zâde Ali Efendi, fen ve hikmet ilminde de iyi yetişmişti. Ayrıca felsefeyi de incelemiş, fakat felsefecilerin bozuk fikirlerine kapılmamıştır. Ahlâk ilmi üzerine çalışmış, bu husûsta yazılan eserleri inceleyip, İslâm ahlâkını esaslı bir şekilde yazmıştır. Kıymetli eserler yazan ve ilmi çalışmalar yapan Ali Efendi, 979 (m. 1571) yılında, Ramazan ayının altına günü Edirne’de vefât etti. Cenâze namazında, başta âlimler olmak üzere, büyük bir cemâat hazır bulundu. Cenâze namazı Câmi-i Atîk’de kılındıktan sonra, Edirne-İstanbul yolu üzerindeki “Vaki Nâzır” adı ile meşhûr kabristanda defnedildi. Eserleri: 1- Ahlâk-ı A’lâî, 2- Tecrid haşiyesi, 3-Mevâkıf haşiyesi, 4- Dürer ve Gurer’e yaptığı haşiye, 5. Kalemiyye Risalesi, 6- Sayfiyye Risalesi, 7-Tefsîre ve vakfa dâir risaleleri, 8-Arabca, Farsça, Türkçe şiirlerini içine alan “Divân”ı, 9-Tabakât-ı Hânefiyye (İmâm-ı a’zam hazretlerinden İbn-i Kemâl Paşa’ya kadar.)

Kınalı-zâde Ali Efendi, daha çok “Ahlâk-ı A’lâî” adlı eseriyle tanınmışdır. Bu eserini, 972 (m. 1564) yılında Şam’da vazîfeli bulunduğu sırada, Suriye Beylerbeyi Ali Paşa adına te’lîf ederek, ona izafeten, eserinin adını “Ahlâk-ı A’lâî” koymuştur. Bu eseri hazırlarken; “Ahlâk-ı Nâsırî”, “Ahlâk-ı Celâlî”, “Ahlâk-ı Hüseyn” ve İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin “İhyâ-i ulûmiddîn”, “Eyyühel-Veled” adlı eserlerini inceleyip, nakiller ve izahlar yapmıştır. Bu kitabının önsözünde şöyle yazmaktadır: “İncelediğim ahlâk kitapları Arabca idi. Şöyle düşündüm: Keşke, hikmet-i ahlâkı tamamen içine alan Türkçe bir kitap yazılmış olsaydı. Bunu gerçekleştirmek için gerekli incelemeleri ve çalışmayı yaptım ve müsait bir zamanı bekledim. Nihâyet zaman, zemin müsait oldu ve bu eser meydana geldi.”

Yine önsözünde şöyle yazmaktadır “Hikmet ve fazilet sahibi kişiler tarafından bilinen bir hakîkat vardır. O da: Ahlâk ilminin tedbîr-ül-menzilinin (ev idâresi âdabı) ve siyâset-i medînesinin (sosyal terbiyesinin) inceliklerine erişmeyen insan rûhu, hakîki olgunluğu elde edemez. Se’âdet ve ma’rifete ulaşamaz.”

Ahlâk-ı A’lâî kitabı, bir mukaddime ve üç bölümden ibârettir. Mukaddime kısmında, esas bölümlerin iyi anlaşılması için temel bilgiler verilmiştir. Birinci bölümde (ahlâk ilmi) iyi ve kötü huyların kaynakları ve kötü huylardan kurtulma çâreleri, ikinci bölümde (ev idâresi âdabı), üçüncü bölümde de (sosyal terbiye) anlatılmıştır.

Ali Efendi, bu eserinde diyor ki: “İnsanın hakîkî saadete kavuşması iki şeyle gerçekleşir: Birincisi; doğru bir i’tikâda (Ehl-i sünnet i’tikâdına) sâhib olmak, ikincisi; sahih amelleri yapmak ve güzel ahlâka sahip olmak. Bunları elde etmek için de, önce bunları iyice öğrenmek, sonra da öğrendikleriyle amel etmek lâzımdır, İ’tikâd mahalli olan kalb; bâtıl, bozuk inançlarla dolmuşsa ve adî, kötü huylarla kirlenip kararmışsa, insan, fazilet sahibi olan ve saadete kavuşan kimselerin derecesine yükselmekten son derece uzaktır. Böyle kimselerin kalbleri, ulvî âlemin feyzlerine kapalıdır.”

Kınalı-zâde Ali Efendi’nin “Ahlâk-ı A’lâî” kitabı defalarca basılıp, asırlarca ahlâk kitaplarına kaynak olmuş ve Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar medreselerde ve liselerde okutulan ahlâk derslerinde temel kitap olmuştur. Ahlâk-ı A’lâî ve yukarda bahsedilen ahlâka dâir kitaplar ve İslâm âlimlerinin çeşitli eserleri incelenip, Türkçe olarak “İslâm Ahlâkı” adında bir kitap hazırlanmıştır. Hazırlanan kitap, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.

Ahlâk-ı A’lâî isimli kitapta buyuruluyor ki:

Ahlâk bilgilerini öğrenmek, istekle olur. Zor ile olmaz. Her istekli iş de, iki şeyi öğrenmekle yapılabilir. Önce, o işin ne olduğunu iyice anlamak lâzımdır. Sonra, o işin kazandıracağı fâideleri bilmek gerekir. Bir de, her ilmi kolay anlayabilmek için, ba’zı yardımcı bilgileri önceden öğrenmek, usûl hâlini almıştır. Biz de, başlangıçta, bu üç konuyu, üç bahis içinde açıklayacağız. Başlangıca ayrıca iki ek de yapacağız.

Birinci bahis: İslâm ahlâkı üçe ayrılır:

Birincisi; insan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilme “İlm-i ahlâk” denir, insan yalnız olduğu zaman da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Meselâ yumuşak huylu, cömerd, utangaç insan, yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir, “İlm-i ahlâk”, insanın böyle hiç değişmiyen işlerini öğretir.

İkincisi; insanın ev içinde, çoluk çocuğuna karşı hareketlerini inceler. Buna “Tedbîr-i menzil” ve “Ev idâresi âdabı” denir.

Üçüncüsü; insanın cem’ıyyetteki vazîfelerini, hareketlerini bildirir. Buna “Siyâset-i medîne”, ya’nî “İctimâ’î” veya “sosyal” terbiye denir.

“Ahlâk-ı Nâsırî” kitabında diyor ki: insan, iyi veya kötü her işini bir sebeple yapar. Bu sebep, ya tabî’îdir. Yahut bir emre, bir kânuna uyarak yapar. Tabî’atı icâbı olan şeyler, aklı ve düşüncesi ve tecrübeleri sonucu yaptığı işlerdir. Böyle işleri, zamanla ve cem’ıyyetin te’sîri ile değişmez, ikinci sebep olan emr, kânun ise, ya bir cemâatin, bir milletin müşterek düşüncesinden doğar. Buna “Rüsum” ve “Âdet” denir. Yahut bir tanınmış âlim, tecrübeli, otorite sahibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, evliyâ ve krallar, diktatörler böyledir. Peygamberler, evliyâ ve âlimler tarafından bildirilen, Allahü teâlânın emirleri de üçe ayrılır Birincisi; herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması lâzım olanlardır. Bunlara (Ahkâm) veya (ibâdetler) denir, ikincisi; insanlar arasında karşılıklı uymaları lâzım olan emirlerdir. “Münâkehât” ya’nî evlenme işleri ve “Mu’âmelât” ya’nî alış-veriş işleri, böyledir. Üçüncüsü; memleketleri, cem’ıyyetleri içine alan emirlerdir. Bunlar, “Hudûd” ya’nî “Hukukî” ve “Siyâsî” işlerdir. Bu üç ilmin hepsine “Fıkıh” bilgisi denir. Fıkıh bilgileri ve bu işleri düzenliyen emirler, memleketlere, milletlere göre ve zamanla değişir. Bunları ancak Allahü teâlâ değiştirir, işte, Allahü teâlânın dinlerde yaptığı neshler, değiştirmeler, böyle emirlerde olmuştur. Meselâ, Âdem aleyhisselâm zamanında insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl idi, caiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Haram oldu.

İkinci bahis: Şimdi ahlâk ilminin fâidelerini, neye yaradığını bildirelim: insan etrâfını, meselâ yerleri, gökleri ve yıldızlar dediğimiz, milyarlarca gök cisminin boşlukta döndüklerini, asırlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde sıcaklık, basınç, hava, su miktarlarının, yapılarının, hareketlerinin tam hayâta uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların, hayvanların, nebatların, cansız maddelerin, atomların, hücrelerin, kısaca lise ve üniversitelerde okunan, tedkîk edilen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı, düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sahibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinattaki bu azameti, bu intizâmı görerek, hemen Allahü teâlânın varlığına inanır. Müslüman olur. (Nitekim 1966 senesinde müslüman olan İsveçli felsefe profesörü, gazetecilerin suâllerine karşılık olarak; “İslâm kitaplarını tedkîk ederek, hak yolu anladım. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim, İslâm dîni olduğu gibi anlatılsa, bütün dünyâda aklı olan herkes seve seve müslüman olur” demiştir.)

Bir insan, tabî’atı ve kendini inceliyerek, hemen müslüman olduktan sonra, İslâm âlimlerinin kitaplarından, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını ve güzel ahlâkını da öğrenirse, îmânı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve kötü huyları, fâideli ve zararlı işleri anlar, iyi işleri yapıp, dünyâda olgun, kıymetli bir insan olur. İşleri düzeninde ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyâda rahat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhırette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfâtlarına kavuşur. Tekrar bildirelim ki, saadete kavuşmak için, iki şey lâzımdır. Mes’ûd ve bahtiyar kimse, bu iki şeye kavuşan kimsedir. Bu iki şeyden birincisi; doğru ilim ve îmân sahibi olmaktır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, ahlâkını öğrenmek ile ele geçer. İkincisi; iyi huylu, iyi hareketli insan olmaktır. Bu ise, fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Çünkü Allahü teâlâ, sonsuz ilim ile herşeyi bilicidir. Meleklere ve Peygamberlere çok ilim vermiştir. Onlarda hiç ayıp, kusur ve çirkin hiçbirşey yoktur, insanların ilmi ise, pek az ve inanışları, ya bozuk veya kötü huylar ile bulaşmış ve kötü işler ile kirlenmiştir. Bunun için insanlar, Allahü teâlâdan ve meleklerden ve Peygamberlerden pek uzak, onlara kavuşmak şerefinden çok mahrûmdur. İnsan, fen bilgilerinde, tabî’ati incelemekte tenbel ve câhil kalarak, hakikî îmâna, i’tikâda kavuşamazsa ve Muhammed aleyhisselâmı doğru tanıyarak îmânını kuvvetlendirmezse, sonsuz kötülükte ve sıkıntıda kalanlardan olur. Eğer, hakîkî îmâna kavuşursa, nefsine uyarak İslâmiyete, ya’nî Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sırt çevirmekle, saadete kavuşmaktan ve Allahın rahmetinden, acımasından, sonsuz mahrûm kalmaz. Fakat, yaptığı kötülükler kadar azap görür, yanar ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşması güç olur.

Îmânı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi, kötülüklerinin kirlerini temizleyip, onu Cennete girmeğe lâyık şekle sokar.

Görülüyor ki, bütün saadetlerin, rahatlıkların başı, dürüst îmân sahibi olmaktır. Herkesin, kalbini yanlış inançlardan, şüphelerden kurtarmağa çalışması lâzımdır. Bir kimse, doğru îmâna kavuşur ve ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek rûhlara, ya’nî Peygamberlere ve Evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. (Maddenin çekimi kânunu gibi, aynı cinsden olan şeyler birbirini çektiği için, oraya çekilir. Dağ kadar büyük mıknatısın veya yüksek gerilimli elektro-magnetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, onu yüksekliklere çekerler.) Sırat köprüsünü şimşek gibi hızlı geçer. Cennet bahçelerinde, kendine uygun ve rûhuna elverişli ni’metler içinde, sonsuz rahat edenlerden olur. Beyt:

Âlim-ü-âmil olanlar, çekmez azâb-ı elîm.
Cennete hem kavuşurlar, zâlikel fevz-ül’azîm!

Ahlâk ilmi, rûh sağlığı bilgisi demektir. Tıb ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer. Çünkü, kötü huylar, rûhun hastalıkları ve kötü işler, bu hastalıkların alâmetleri, arızalarıdır. Ahlâk ilmi çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü, rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huylarla süslenmesi bununla müyesser olur. Kötü olmıyan rûhlar, ahlâk ilmi sayesinde güzel ahlâk sahibi olur. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur, iyi, temiz rûhlar da, bu ilim bereketi ile temizliğini arttırır, yerleştirir.

Huy değişir mi? insanın huyunu bırakıp, başka huylu olması mümkün müdür? Bu konu üzerinde çeşitli sözler, birbirine uymıyan fikirler varsa da, hepsi üç sırada toplanabilir:

1- İnsanın huyu hiç değişmez. Çünkü huy, insan gücünün değiştiremiyeceği bir varlıktır.

2- Huy iki türlüdür. Birisi insanla birlikte yaratılmıştır. Bu huy değiştirilemez. İkincisi, alışkanlıktır. Buna, âdet denilir. Bu huy değişebilir.

3- Ahlâkın hepsi sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. Haricî te’sîrlerle değişebilirler.

İslâm âlimlerinin çoğu, bu üçüncü söz üzerinde birleşmektedir. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dinleri, bu sözün doğruluğuna dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin, din âlimlerinin talebesini terbiye için koydukları usûller, bu sözün ışığı altında işlemektedir.

İnsanlar hangi huya elverişli olarak dünyâya gelmektedir? Bu da, içinden çıkılamamış bir sorudur. Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü istekleri ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydana getirir. Hadîs-i şerîfte; “Herkes, müslümanlığa elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları yahudi, hıristiyan ve imansız yapar” buyuruldu. Beyt:

Kendi elinle bozuyorsun kendini!
Yoksa, halik güzel yaratmıştı seni.

Ba’zılarına göre, insanın rûhu pis olarak dünyâya geldi. Rûhun kendisi temiz idi ise de, bedenle karışınca, bedenin ihtiyâçları onu yoldan saptırmıştır. Allahü teâlânın hidâyet, iyilik nasîb etdiği kimseler, doğdukları gibi pis kalmayıp, iyiliğe dönerler dediler.

Ba’zıları da; rûh, yaratılışta ne iyi, ne de kötü değildir. Sonradan her iki şekle de dönebilecek hâldedir dedi. İyi huyları, güzel işleri öğrenen kimse saadete, kemâle kavuşur. Kötüler arasında kalıp, kötü huy, çirkin işler öğrenen de, şaki, kötü olur dediler.

Eski Yunan tabîblerinden Calinus’a göre, insan rûhu üç çeşittir. Bir kısmı iyi, ikincisi kötü yaratılmıştır. Üçüncüsü, her ikisi de değildir. Fakat, sonradan her ikisi de olabilir. Yaratılışı iyi olan insan azdır. Yaratılışta kötü olup, hep kötülük yapmak istiyenler, daha çoktur. Kötüler arasında kötü, iyiler arasında iyi olabilen kimselerin sayısı, öncekiler arasındadır dedi. Buna göre, ba’zı kimsenin huyu değişebilir. Çok kimsenin ise değişmez.

Âlimlerin çoğuna göre, herkesin huyu değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılıştaki gibi kalmaz. Sonradan değişebilir. Huylar değişmeseydi, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” getirdikleri dinler boş ve lüzumsuz olurdu. Âlimlerin sözbirliği ile koymuş olduktan terbiye ve ceza usûlleri abes olurdu. Bütün ilim adamları, çocuklarına ilim ve edeb vermiş ve terbiyenin fâide sağladığı her zaman görülmüştür. O hâlde, huyun değiştiği güneş gibi meydandadır. Şu kadar var ki, ba’zı huylar pek yerleşmiş, rûhun hâssası gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek, yok etmek pek güç olur. Böyle ahlâk, ençok, câhil, kötü kimselerde bulunur. Bunu değişdirmek için ağır riyâzet ve çok mücâhede lâzımdır. Nefsin isteklerini yapmamak için çalışmağa “Riyâzet” denir. Nefsin istemediği şeyleri yapmağa “Mücâhede” denir. Cahiller, ahmaklar, huy değişmez diyerek, nefisle mücâhede ve riyâzet etmiyorlar. Kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip de, herkes kendi havasına bırakılırsa, suçlulara ceza verilmezse, insanlık kötülüğe gider. Bunun için, Allahü teâlâ kullarına acıyarak, onları terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu mu’allimlerin en yükseği olarak, habîbi olan Muhammed aleyhisselâmı seçti. O’nun dîni ile, önce göndermiş olduğu bütün dinleri değiştirdi. O’nun dîni, bütün dinlerin sonuncusu oldu. Böylece iyiliklerin hepsi, terbiye usûllerinin cümlesi O’nun parlak dîninde yer almıştır. Aklı olanların, iyiyi kötüden ayırabilenlerin, bu dinden elde edilmiş olan ahlâk kitaplarını okuyarak, öğrenerek ve işlerini buna göre düzenliyerek, dünyâda ve âhırette rahata ve huzûra, saadete, kurtuluşa kavuşması ve böylece aile ve cem’ıyyet hayâtının düzenine yardım etmiş olması lâzımdır, insanın birinci vazîfesi de budur.

Üçüncü bahis: İslâm ahlâkını üçe ayırmıştık. Bunları iyi anlamak için, yardımcı olan şeyleri açıklıyalım. Her ilmin, her fennin kolları vardır. Her kolun birleştiği noktaları bulunur ki, bu noktalarda, o ilmin bütün kolları tek birşey olur. İşte bu tek nokta, o ilmin mevzûudur. Meselâ, tıb ilminin çeşitli kolları vardır. Fakat her kolu, insan cesedinin hastalık ve sağlığında birleşir. Bu da, bu ilmin mevzûu demektir. Bir ilmi kolay öğrenmek için, mevzûunu anlamak lâzımdır. Ahlâk ilminin mevzûu, insanın rûhudur. Rûhu, kötü huylardan temizlemeği ve iyi huylar ile süslemeği öğretir. Bunun için, önce rûhu, sonra iyi ve kötü huyları öğrenmek lâzımdır. Beyt:

Kötülüğü öğrendim, kötü olmak için değil,
Kötülüğü bilmiyen, düşer içine, iyi bil!

Rûhu, mümkün olduğu kadar tanıtabilmek, onun görünen ve görülmiyen kuvvetlerini açıklamak ve saadetinin ve felâketinin nelerde olduğunu anlatmak için, üç makam yazıyoruz:

Birinci makam: rûh nedir? Dinde rûh adı verilen varlığa eski Yunan filozofları ve onların taklidcileri, (Nefs-i natıka) veya kısaca Nefs de demişlerdir. (Hâlbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve “Nefs-i natıka” nefsin ismi olduğunu bildirmektedir.) İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde; “Sana rûhdan soruyorlar. Rûh, Rabbimin yarattığı varlıklardan biridir diye cevap ver” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu anlatmağı yasaklamaktadır. Bunun içindir ki, evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmaktan kaçınmışlardır. Fakat Kur’ân-ı kerîmden anlaşılıyor ki, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hâssalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve soranlara, rûhun cism olmadığını, bir “Cevher-i basît” olduğunu söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlıyan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri hareketleri idâre eden, kullanan hep odur. Tasavvuf büyüklerinin çoğu ve kelâm âlimlerinin bir kısmı, böyle söylemişlerdir. (Rûh hakkında geniş bilgi almak istiyenin, Şafiî mezhebi âlimlerinden Şeyh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin (Avârif-ül-me’ârif) kitabını ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin (Mektûbât) kitabını okuması tavsiye olunur.)

Rûh’ün yukardaki ta’rîfini, altı madde içinde açıklayacağız:

1- önce rûhun var olduğunu bildirelim. Rûhun varlığı meydandadır. Belli olan şeyi isbât etmeğe lüzum yoktur, insana en belli olan şey, kendi varlığıdır, insan bir ân kendini unutmaz. Uykuda iken, sarhoş iken de, rûh kendisini unutmaz, insanın kendi kendini tanıması için birşey isbât etmeğe lüzum yoktur. Fakat, rûh madde midir, madde değil midir? Kendi kendine var mıdır, başka şey ile mi bulunur? gibi ve daha başka özelliklerini isbât etmek caizdir. Çoğu meydanda ise de, hatırlatmak lâzımdır. Bunun içindir ki, aşağıdaki beş madde bildirilmektedir.

2- Rûh, cevherdir. Ya’nî kendisi vardır. Rûha Fârisî dilinde “Can” denir. Hayvan ölünce, canı çıktı denir. Rûhu bedeninden ayrıldı demektir. Her mahlûk, ya cevherdir, yahut arazdır. Varlıkta kalabilmesi için, başka bir mahlûka muhtaç değilse, kendi kendine var ise, buna “Cevher” denir. Varlıkta kendi kendine durmayıp, başka birşeye muhtaç ise, “Araz” veya “Sıfat” denir. Madde ve cism, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özelliktir. Renk, cisim ile vardır. Cisim olmazsa, renk olamaz. Cevher, iki türlüdür. Biri, “Mücerred” ya’nî maddî olmıyan varlıktır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına te’sîri yoktur, ikincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his organları ile duyulmaz, parçalanamaz. Akıl ve rûh böyledir. Madde ise, his olunur ve parçalanabilir. Cisim, maddenin şekil almış hâlidir. Rûhun, cevher olduğu birçok yoldan isbât edilmiştir. En kısası şöyledir ki, araz ya’nî hâssa, bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımaktadır. His olunan, düşünülen herşeyi rûh almakta, taşımaktadır. Bunun için rûh cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir. Meselâ sür’at, ya’nî hız, harekette bulunur diyerek, bu isbâtı kabûl etmiyenler de vardır.

3- Rûh, basittir. (Basît) demek, parçalanamaz, ayrılamaz demekdir. Bunun karşılığı, bileşik ya’nî “Mürekkeb” olmaktır. Kimyanın basît dediği elementler, bu ta’rîfe göre bileşik oluyor. Çünkü, atomlarına veya moleküllerine ayrılabilmektedirler. Rûhun basit olduğu şöyle anlaşılır ki, basît olduğu bilinen şeyi, rûh kavramaktadır. Rûh, mürekkeb ya’nî bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basît olan birşey bunda yerleşmezdi. Çünkü, rûh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şey de parçalanmak lâzım gelir. Basît olan şey ise, parçalanamaz.

4- Rûh, cisim değildir. Eni, boyu ve yüksekliği olan cevhere, ya’nî şekil almış maddeye “Cisim” denir. Cisimde yerleşen şeylere cismânî denir. Araz, ya’nî özellikler, cisimlerde bulundukları için, cismânîdirler.

5- Rûh anlayıcı ve idâre edicidir. Rûh evvelâ kendini bilir. Kendini bildiğini de bilir. Göz vâsıtası ile renkleri, kulak ile sesleri kavrar. Sinirleri çalıştırır. Kaşları hareket ettirir. Böylece, bedene iş yaptırır. Böyle işlere, “İhtiyârî” ya’nî istekli işler denir.

6- Rûh, his organları ile duyulmaz! Cisim ve cismânî olan şeyler his olunur. Rûh, cisim ve cismânî olmadığı için, his olunmaz.

İkinci makam: insan ölünce, rûhu ne olur? insan ölünce, cesed çürüyünce, rûh yok olmaz, ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh, bedenden ayrılınca, mücerred ya’nî maddî olmıyan âleme karışır. Hiç yok olmaz. Bütün din adamları ve bütün felsefeciler ve müteassıb olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Yalnız tabî’atcılardan pek az bir kısmı, bu sözbirliğinden ayrılmış, doğru yoldan kaymıştır. Bunlar, Allahü teâlânın yer yüzünde halîfesi olan insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu ebedî kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için “Haşâşî”ler, ya’nî “Otcular” adı ile anıldılar. Felsefeciler ve bütün din adamları, bu otcuların bozuk düşüncelerini muhtelif delîllerle çürüttüler.

Rûh, bir san’at sahibi kimseye benzer. Beden, bu kimsenin elindeki san’at âletleri gibidir. Rûh, bir süvari, binici kimseye de benzer. Beden, bunun atı gibidir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, san’at adamının âletlerinin yok olmasına, binicinin hayvanının elinden gitmesine benzer.

Üçüncü makam: Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir. Nebatların ve hayvanların da, kendilerine göre rûhları vardır. Her canlıda “Bitkisel rûh” vardır. Doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini (bitkisel rûh) yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvanlarda ve bitkilerde de yapılmaktadır. Bu işlerin nasıl yapıldığı tabî’at bilgisi derslerinde öğrenilmektedir. Bunlarda büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Belli bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmidört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünceye kadar devam eder. Çünkü, gıda almadan yaşanamaz.

Hayvanlarda ve insanlarda, bitkisel rûh bulunduğu gibi, “Hayvanî rûh” da vardır. Bunun yeri yürektir, istekli hareketleri yaptıran bu rûhtur.

İnsanlarda ayrıca bir rûh daha vardır ki, rûh deyince yalnız bu anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhtur.

İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvetle hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetden birisi, idrâk edici olan “Kuvve-i âlime” denilen bilici kuvvet, ikincisi, “Kuvve-i âmile” denilen yapıcı kuvvettir. Bilici kuvvete “Nutk” ve “Akıl” denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır. Biri, “Hikmet-i nazarî” olup, “Tecrübî” ilimleri, ya’nî fen bilgilerini elde etmeğe yarıyan kuvvettir, ikincisi, “Hikmet-i amelî” olup, “Ahlâk” ilimleri ile âlim olan kuvvettir. Tecrübî ya’nî fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakîkatini anlamağı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.

İlm-i ahlâk ve İslâmiyette moral eğitimi: Rûhun hâllerini ve işlerini bildiren ilme “Ahlâk ilmi” denir, insan yalnız başına iken, rûhunun hâlleri ve işleri dokuz bâb olarak bildirilmiştir.. (Biz bunlardan yalnız altı babı aldık.)

Birinci bâb: Burada huyların çeşitleri, iyi ve fenâ şeyler bildirilecektir. Huy, rûhun melekesi, ya’nî alışkanlığı demektir. Rûh bu alışkanlığı ile, düşünmeğe lüzum kalmadan iş yapar. Yerleşmiş olan huya “Meleke” denir. Geçici olan huya “Hâl” denir. Meselâ gülmek, utanmak, birer hâldir. Cömerdlik, cesâret birer melekedir. Ahlâk, ya’nî huy deyince, meleke anlaşılır. Arasıra hayr işlemek huy değildir. Her zaman hayr işlerse, cömerd huylu denir. Her zaman, fakat kendini zorlıyarak yaparsa, yine cömerd huylu olmaz. Kolaylıkla, seve seve yaparsa, huy denir.

Huy, iyi veya kötü iş yapmağa sebep olur. Yahut da, iyi ve kötü olmıyan şeye sebep olur. Birincisine “Fazilet” veya iyi ahlâk denir. Cömerdlik, şecaat ya’nî yiğitlik, yumuşaklık böyledir, ikincisine “Rezalet” veya kötü ahlâk denir. Hasîslik ve erkekler için korkaklık böyledir. Üçüncüsüne fazilet de, rezalet de denmez. “San’at” deniliyor. Terzilik, çiftçilik böyledir. Bu kitapta birincisi ve ikincisi incelenecektir.

Rûhun iki kuvveti vardır. Birincisi, “Müdrike” ya’nî anlama kuvveti idi. Bu kuvvete, “Nutk” ve “Akıl” demiştik. Rûh bu kuvveti ile, aklın erdiği şeyleri anlar, ikincisi, “Hareket” ettiren kuvveti idi. Her iki kuvvet de ikiye ayrılır. Bu dört kuvvetten çeşitli işler meydana gelir. Bu işler akla uygun, güzel, noksan olmaktan ve aşırı olmaktan kurtulmuş olursa, bunları yapan huy fazilet olur. Noksan veya aşırı olan işleri yapan huy, rezalet olur. Aklın nazarî kuvveti iyi olursa, o huya “Hikmet” denir, ikinci kuvveti olan yapıcı kuvveti iyi olursa, o huya “Adâlet” denir, insanî rûhun, hareket kuvvetinin şehvanî kuvveti iyi olursa, o huya “İffet” denir. Gadabî kısmı iyi olursa, o huya “Şecaat” denir, iyiliklerin başı, bu dört huydur. Adâletin azı çoğu olmaz. Diğer üçünün aşırı ve noksan olmaları, rezalet olur. Hikmetin aşırısı “Cerbeze” ya’nî, ukalâlıktır. Noksan olması ise; “Belâdet”, ya’nî kalın kafalılıktır. Adâletin aşırısı ve noksanı olmaz. Yalnız zıddı, tersi olur ki, bu da “Zulm”dür. İffetin aşırısı “Fücur” ya’nî sefâhettir. Noksan olması ise, “Humûd” ya’nî durgunluktur. Şecaatin aşırısı “Tehevvür” ya’nî saldırmaktır. Noksanı, korkaklıktır. Ahlâkın bu çeşitleri, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin “İhya” kitabında böyle ta’rîf edilmiştir. (Abdülganî Nablusî’nin “Hadîkat-ün-Nediyye” kitabında da uzun yazılıdır. Bu kitap, Arabî olup, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset yolu ile bastırılmıştır.) Ba’zılarına göre, hikmet, iffet ve şecaat bir araya gelince “adâlet” olur.

Cerbeze huylu kimse, rûhun kuvvetini ve aklını, hîle, dedikodu, maskaralık yapmak için kullanır. Belâdet huylu kimse, hakîkatleri anlıyamaz. İyi, kötü şeyleri birbirinden ayıramaz. Tehevvür huylu kimse, kendini tehlikelere atar. Kuvvetli düşmanla döğüş-meye kalkar. Korkak olan da, sabr edemez. Dayanamaz. Hakkını arayamaz. Fücur huylu olan kimse, yemekte, içmekte ve evlenmekte mekrûhlara ve haramlara sapar. Çirkin, kötü işlerden zevk alır. Humûd huylu olan kimse de, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzuları terk eder. Böylece, ya kendi helak olur. Yahut nesli kesilir.

İnsanlarda bulunan bütün iyi huylar yukarıda bildirilen dört iyi ana huydan doğar. Herkes bu dört huy ile öğünür. Hattâ, soyu ile, yakınları ile öğünen kimseler, bu huylar bulunduğu için öğünürler.

İkinci bâb: Burada, dört esas iyi huyun kısımları bildirilecektir. Ana huylardan türeyen iyi huylar, sayısız denilecek kadar çoktur. Bunların herbirini anlatmağa insan gücü yetmez. Burada, İslâm ahlâkçılarının üzerinde durdukları, meşhûrlarını bildireceğiz.

Hikmetten, yedi iyi huy meydana gelmektedir:

Birincisi (Zekâ)’dır. Zekâ, bir melekedir. Bir alışkanlıktır. Bu kuvvet yardımı ile, insan, bilinen şeylerden, bilinmiyenleri çıkarır. Delîlleri bir araya toplayarak, aranılan şeyleri bulur. Bu melekeyi kazanmak için, bilinen şeyler yardımı ile bilinmiyenleri bulmağa çalışmak, matematik, geometri problemleri çözmek lâzımdır.

İnsanların zekâları çeşitli miktardadır. Zekânın en üstün derecesine “Dehâ” denir. Zekâ “Test” usûlü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman diyor ki: Test usûlü ile zekâ ölçmesi, ilk olarak Osmanlılarda yapıldı. Osmanlı orduları büyük bir hızla Avrupa’da ilerliyor. Orta Avrupa’nın kilidi olan Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, batı Avrupa’nın da müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar Avrupa’ya İslâm kültürünü getiriyor. İlim, fen, ahlâk ışıkları, Hıristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzûr, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların baskısı altında inleyen, barbarlaşan Avrupa, İslâm adâleti ile, İslâm ilimleri ile, İslâm ahlâkı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle hıristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularının ilerlemesini önlemek için son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya târihî mektûbunu yolladı. Buldum!… Buldum!… Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum! Onları durdurmanın yolunu buldum diyor. Şöyle yazıyordu:

“Osmanlılar, ele geçirdikleri her yerde, din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, İslâm terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, sarayda Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar, işte, Osmanlı siyâset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekâlı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, hıristiyanlığı kurtarmak için biricik çâre, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır.” Bu mektûptan sonra, hıristiyan misyonerleri ve dinlerin düşmanı olanlar, yalan propaganda ve yaldızlı va’dlerle avladıkları câhilleri, Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeğe ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlâk derslerini, hattâ, yüksek din bilgilerini kaldırmağa, müslümanları câhil bırakmağa uğraştılar. Bu sinsi kampanyalarında, tanzîmattan sonra tam başarı sağladılar.”

İkincisi; Sür’at-i fehmdir. Buna “Sür’at-i intikâl” de denir, ihtiyâç olunca, lâzım olan şeyi hemen anlıyan melekeye denir. Birşey işitince, onun aksini, tersini de hemen anlar. Zekâ, düşünmede ve incelemede, ya’nî fikirde ve nazarda olur. Ya’nî bilinen şeyleri inceleyip, bunlardan bilinmiyen bir sonuç elde eder. Sür’at-i fehm ise, fikirden ve nazardan, başka şeylerde olur.

Üçüncüsü; zihin açıklığıdır, istediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmektir.

Dördüncüsü; dikkat etmektir. Rûh, keskin, tiz olur. Düşünceler mâni olmayıp, istediği şeye yönelmektir.

Beşincisi; Te’akkuldür. Lüzumlu şeyleri öğrenirken, herşeyin, haddîni, sınırını aşmamaktır. Ya’nî lüzumlu olanı terk etmez, lüzumsuz olanla da meşgûl olmaz, vaktini öldürmez.

Altıncısı; tehaffuz, ya’nî unutmamaktır. Rûhun, akıl erdirdiği, anladığı bilgileri unutmamasıdır.

Yedincisi; tezekkürdür. Hâfızadaki bilgileri, her istenilen zamanda hatırlamaktır.

Şecaatten hâsıl olan iyi huylar onbirdir:

1- Ağır başlı olmaktır, övülmekten sevinmez, söğülmekten üzülmez olmaktır. Fakirlerle zenginleri eşit tutar. Tatlıyı acıyı ayırd etmez. Ortamın değişmesi ile ve korkulu sıkıntılı hâller karşısında çalışması sarsılmaz.

2- Necdet, ya’nî yiğitliktir. Korkulu hâllerde, sıkıntılı işlerde sabr ve sebat etmektir. Bu zamanda bağırıp çağırmaz. Uygunsuz iş yapmaz.

3- Himmet sahibi olmak, gayretli olmaktır. Bu dünyânın mevkii, rütbesi, yükselmesi, alçalması gözünde olmaz.

4- Sebattır. Maksada kavuşmak için çalışırken, karşılaşılan sıkıntılara katlanmak, dayanabilmektir.

5- Hilmdir. Rûhun sakin olması, kızmamasıdır. Yumuşak huylu olmaktır.

6- Sükûndur. Vatanı, dîni ve milleti korumak için yapılan muharebelerde gayret ve mukavemet gösterip, düşmanına alay ettirmemektir.

7- Şehâmettir. İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek istemektir. Hayr ile anılmak, sevâb kazanmak ister.

8- Tahammüldür. Güzel huylar, iyi işler edinmek için çalışmaktan yılmamaktır.

9- Tevâzudur. Dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü, eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde birşey yoktur. Mevkî ve servet sahiplerinin tevâzu göstermeleri iyi olur. Sevâb olur. Bir menfâate kavuşmak veya bir zarardan, korunmak için tevâzu göstermeğe tebasbus, ya’nî yaltaklanma denir. Dilencilerin tevâzuları böyledir. Günahtır.

10- Hamiyyettir. Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta, tenbellik etmeyip bütün gücü ile uğraşmaktır.

11- Rikkattir. İnsanlardan gelen sıkıntılardan üzülmemektir. Bunlardan dolayı işlerinde ve hareketlerinde değişiklik olmamalıdır. İyilik yapmasını durdurmamalıdır.

İffetten oniki iyi huy meydana gelir:

1- Hayadır. Haya, kötü iş yapınca utanmaktır.

2- Rıfktır. Rıfk, İslâmiyete uymaktır. Kelimenin ma’nâsı, acımak, iyilik etmek demektir.

3- Hidâyettir. İyi huylu olmağa çalışmaktır.

4- Müsâlemettir. Fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münakaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayınalığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir.

5- Nefse hâkim olmaktır. Şehvet zamanında nefse uymamak, irâdesine hâkim olmaktır.

6- Sabırdır. Kişi haramdan sakınıp, nefsin, kötü isteklerini yapmamaktır. Böylece, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirir. Sabır ikiye ayrılır. Biri, günah işlememek için sabır etmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabır etmek çok sevâbtır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır, ikincisi: dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp cağırmamaktır. Çok kimse, sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevâbtır. Ya’nî sabrın ikisi de farzdır.

7- Kanâattir. Nafakada, ya’nî yime, içme, giyinme ve barınacak yerde zarûret miktarına râzı olup, daha çok istememektir. Yoksa, mal ve para biriktirmek için, birşey almamak demek değildir. Bu huya taktir derler ki, kötü huydur. Aklın da, İslâmiyetin de beğenmediği birşeydir. Kanâat ise, iyi huydur ve çok sevâbtır, (ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan şeye “Zarûret” denir. Nafaka için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şeye “İhtiyaç” denir, ihtiyâçtan fazla olup, hoşa giden, tatlı olan ve insanın kıymetini, şerefini korumaya yarayan şeylere “Zînet eşyası” denir. Zînet eşyasını, övünmek, başkalarına gösteriş, üstünlük sağlamak için kullanmağa “Tefâhur” denir. Zarûret ve nafaka eşyasını te’min etmek farzdır. Nafakadan fazla olan ihtiyâç eşyasını te’min etmek sünnettir. Zînet caizdir. Tefâhur haramdır.)

8- Vekardır. İhtiyaçlan ve kıymetli şeyleri elde ederken sür’at ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Vekar, ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir.

9- Vera’dır. İslâmiyetin haram ettiği şeylerden sakınmak ve emr ettiği şeyleri, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan sakınmaktır.

10- İntizâmdır. İşleri bir sıraya, düzene koyarak yapmaktır.

11- Hürriyettir. Malı, parayı helâldan kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyet, başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir.

12- Sehâvettir. Parayı, malı, hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslâmiyetin emr ettiği yerlere seve seve vermektir. Sehâvet, cömerd olmak demektir, iyi huyların en yükseklerindendir. Âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle övülmüştür. Sehâdan birçok iyi huylar doğar. Bunların sekizi meşhûrdur:

1- Keremdir. Herkese fâideli işleri, para yardımı yapmasını sevmektir.

2- Îsârdır. Kendi muhtaç olduğu malı, muhtaç olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabr etmektir, iyi huyların çok kıymetlisidir. Âyet-i kerîmeler ile medh olunmuştur.

3- Afvdır. Düşmandan veya suçludan intikam almağa, karşılığını yapmağa gücü yeter iken, yapmamaktır. Kötülüğe iyilikle karşılık etmek, afvdan daha iyi olur. Beyt:

Kötülüklere karşı kolay olur kötülük,
Kötülük yapanlara, iyilik yapmak mertlik!

4- Mürüvvettir. Muhtaç olanlara, lâzım olan şeyleri vermektir. Başkalarına iyilik etmesini sevmektir.

5- Vefâdır. Tanıdıklara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmaktır.

6- Müvâsâttır. Tanıdıkları, arkadaşları ni’metlerine ortak kılmak, iyi geçinmektir.

7- Semahattır. Vermesi lâzım ve vâcib olmıyan şeyleri, seve seve vermektir.

8- Müsâmeha etmektir. Terk etmesi lâzım olmıyan şeyleri, başkasına fâideli olmak için terk etmektir. Başkasının kabahatini görmemezlik demektir.

Adâletten oniki huy doğmaktadır:

1- Sadâkattir. Arkadaşını sevmektir. Onun iyiliğini, rahatını istemektir. Onu zarardan korumaktır. Onu sevindirmeğe çalışmaktır.

2- Ülfettir. Bir topluluğun, din ve dünyâ düşüncelerinde, inançlarında birbirlerine uygun olmalarıdır.

3- Vefâdır, iyi geçinmek, yardımlaşmaktır. Sözünde durmak, hakkını gözetmektir de dediler.

4- Şefkattir. Başkalarına derd, felâket gelmesinden üzülmektir. Herkesin sıkıntıdan kurtulmasına çalışmaktır.

5- Sıla-i rahmdir. Akrabayı, yakınlarını gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmektir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Putları, tapınılan heykelleri kırmak için ve akrabaya iyilik etmek için gönderildim” buyurdu.

6- Mükâfattır. İyiliğe karşı iyilik etmektir.

7- Hüsn-i şirkettir. Alış-verişte, hakkı gözetip adâlet eylemektir.

8- Hüsn-i kazadır. Herkesin, herşeyde hakkını gözetip, başa kakmamak ve pişman olacak iş yapmamaktır.

9- Teveddüddür. Teveddüd, muhabbet demektir. Arkadaşlarını sevip, hediye vermek, kendini sevdirmektir.

10- Teslimdir. İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını ve İslâm ahlâkını, kendine tatlı gelmese dahî, kabûl edip râzı olmaktır.

11- İbâdettir. Yoktan var eden ve her ân görünür görünmez kazalardan, belâlardan koruyan ve her ân çeşitli ni’metler, iyilikler vererek yetiştiren Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Ona hizmette kusur etmemeğe çalışmaktır. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmuş olan Resûllere, Nebilere, Velîlere, Âlimlere benzemeğe özenmektir.

12- Tevekküldür, insan gücünün dışında olan ve diğiştirilmeyecek olan üzücü hâdiseleri, olayları, ezelde takdîr edilmiş, yazılmış bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek, seve seve karşılamaktır.

Takvâ: İslâmiyetin yasakladığı şeylerden, ya’nî haramlardan sakınmak demektir. Takvâ, emirleri yapmaktan daha kıymetlidir.

Yukarıda sayılan iyi huylardan birkaçı bir araya gelerek, yeni güzel bir huy hâsıl olur.

Üçüncü bâb: Burada kötü ahlâk bildirilecektir, iyi huyların anası, temeli dört iyi huy idi. Kötü huyların başı da dörttür.

1- Rezalet, hikmetin zıddıdır.

2- Cübn, korkmak, yüreksiz olmak demektir. Şecaatin zıddıdır.

3- Fücur, nefse uymak, günah işlemek demektir, iffetin zıddıdır.

4- Cevr, zulümdür. Adâletin zıddıdır.

İnce düşünülürse, her iyi huyun zıddı, karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünkü iyilik demek, tam orta yol demektir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Ortadan uzaklığı kadar, iyiliği azalır, iki nokta arasında, yalnız bir doğru çizgi vardır. Bundan başka geçen sonsuz sayıda çizgilerin hepsi eğridir. Doğrudan uzaklaştıkça eğrilikleri artar. Bu misâlden anlaşılıyor ki, hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Hattâ sonsuzdur. Doğru yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak çok zordur. Hûd sûresinde; “Emr olunduğun doğru yolda bulun!” âyet-i kerîmesi indiği zaman, Allahü teâlâya yakın olanların reîsi, sevilenlerin, seçilmişlerin başı, iyi huyların hazinesi, gelmiş ve gelecek bütün insanların her bakımdan en iyisi, üstünü olan Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) efendimiz; “Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü” buyurdu. Âyet-i kerîmede emr olunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler, Veliler, Sıddîklar şaşkına dönmüşlerdir. Bu korkudandır ki, Efdâl-i kâinatın ( aleyhisselâm ) mübârek sakalına ak düşmüştür. Doğru yolda bulunabilmek çok güç olduğu için; “Sırat köprüsü, kıldan ince, kılınçtan keskindir” buyuruldu. Fâtiha-i şerîfe sûresinde, “Doğru yola kavuşturmasını Allahü teâlâdan dileyiniz!” buyuruldu. Mü’mine bu dünyâda, doğru yola yapışmak lâzımdır. Kıyâmet günü, sırat köprüsünden geçebilmek için, dünyâda, ilimde ve amelde doğru yolda bulunmak gerektir.

Evliyânın büyükleri buyuruyor ki, Muhbir-i Sâdık, (ya’nî hep doğru söyleyici) ( aleyhisselâm ) kıyâmetteki ni’metlerden ve azâblardan her ne haber verdi ise, onların hepsi insanın bu dünyâda kazandığı huyların, ahlâkın ve amellerin sûretleridir. Oradaki görünüşleridir. Ahlâkta ve amelde doğru yolda bulunmanın, oradaki sûreti, görünüşü de, sırat köprüsüdür denildi. Dünyâda doğru yolda bulunanlar, İslâmiyetten ayrılmayanlar, orada sırat köprüsünü, rüzgâr esmesi, şimşek çakması gibi çabuk geçecek, ma’rifetler ve olgunluklar Cennetlerine ve iyi amellerin bahçelerine kavuşacaklardır. Burada, din yoluna uymakta gevşek davrananlar, orada sırat köprüsünü düşe kalka geçeceklerdir. İslâmiyetin gösterdiği doğru i’tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar, sırattan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir.

Kur’ân-ı kerîmde, Zuhruf sûresinin otuzaltıncı âyetinde, “Nefsine uyarak, Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir şeytan musallat ederiz” buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeye bakarak, ba’zı âlimler dedi ki, hayr ve kemâl işleri yaptıran melekeyi, bir melek hâsıl eder. Ortadan saptıran, kötülük yaptıran melekeyi de bir şeytan hâsıl eder. İkisinden biri, kıyâmette o insana arkadaş olur. O hâlde herkes, kendi huyuna ve ameline bakarak, âhıretteki arkadaşının nasıl olacağını anlıyabilir.

Orta yol deyince iki şey anlaşılır. Birisi, herkesin anladığı gibi, birşeyin tam ortasıdır. Dâirenin merkezi, kutru böyledir, ikincisi, izâfî, takdîri orta olmaktır. Ya’nî, belli birşeyin ortasıdır. O şeyin ortası olduğu için, herşeyin ortası olmak lâzım gelmez. Ahlâk bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için iyi huy, herkese göre değişik olur. Hattâ, zamanla ve yerle de değişir. Birinde güzel olan bir huy, başkasında iyi olmıyabilir. Bir zamanda iyi denilen bir huy, başka zamanda iyi olmayabilir. O hâlde iyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmaktır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmaktır, “İşlerin en iyisi, onların ortasıdır” hadîs-i şerîfi de bunu bildirmektedir. Bundan dolayı, her iyi huya karşı, iki kötü huy bulunur. Dört ana iyi huya karşılık da, sekiz ana kötü huy olur:

1- Cerbeze olup, hikmetin aşırı olmasına denir. Huyu ve işleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmaktır. Hile yapmak, aldatmak, haram işleri geliştirmek gibi. Rûhun fen kuvvetini (Ya’nî aklı) aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü olmaz. Din bilgilerini, fen bilgilerini ve matematiği ilerletmek için, ne kadar çok inceler, araştırırsa, o kadar çok iyi olur.

2- Belâdet, eblehliktir. Aklı kullanmamaktır. Ahmaklık da denir. Kalın kafalılıktır, öğrenmesi ve işlemesi kusurlu olur. İyiyi kötüden ayıramaz. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, ilmi çok övmüştür. Sayılmakla bitmez.

3- Tehevvürdür. Çabuk kızmak demektir. Şecaat iyi huyunun aşırı olmasıdır. Akıllı tanınan kimselerin beğenmiyeceği işler yapmağa kalkışmaktır. Rûhunu veya bedenini boş yere yorar.

4- Cübndür, korkaklık demektir. Şecaatin lüzumundan az olmasıdır.

Korkmak caiz olmıyan yerde korkaklık gösterir.

5- Fücurdur, iffetin aşırı olmasıdır. Dünyâ lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyetin ve aklın beğenmediği taşkınlıkları yapar.

6- İffetin az olması Humûd, ya’nî miskinliktir. İslâmiyetin ve aklın izin verdiği arzularını bırakmaktır. Bedeni, kuvveti gider. Hasta olur. Nesli tükenir.

7- Zulümdür. Adâletin sınırını aşmaktır. Başkasının hakkına saldırmaktır. Başkasının malına, canına, namusuna zarar verir.

8- Haysiyetsizliktir. Kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakaretleri kabûl eder. Adâletin noksan olmasıdır. Adâlette bütün iyilikler toplandığı gibi, zulümde de, kötülükler toplanmıştır. Bunun içindir ki, ba’zı âlimler, gönül incitmiyen şeyler günah olmaz dedi. Meselâ, Abdullah-i Ensârî (kuddise sirruh) buyurdu ki:

Hak yolcuları hiç gönül kırmaz, Bundan başka şeyler günâh olmaz!

Ba’zı sapıklar, bu büyük zâtın sözünü iyi anlıyamadı, başkasına kötülük yapma da, kendine ne yaparsan yap sandı. Böylece, ibâdetleri bırakıp, her günâhı işleyip, kimseye zararımız yok diye de övündüler. Beyt:

İster kâfir ol, ister Kâ’beyi yak,
istersen şerâb iç, yalnız kırma kalb!

diyerek İslâmiyetten ayrıldılar. Hâlbuki, dînin haram ettiği herşey zulümdür, ister başkasına, isterse kendi kendine yapılması haram olan herşey zulümdür. Zâlimler, ekseriya malı, mülkü, mevkii çok olanlardır. Mazlûmların çoğu da, fakirlerdir. Orta hâlli olanların çoğu, adâleti gözetenlerdir.

İyi huyların hepsi ortalama miktarlardır. Herbirinin aşırı veya az olması, birer kötü huy olur. Bu çeşitli kötü huylar için, belki her lisânda, isim bile bulunmaz. Fakat, düşünülürse, ne demek oldukları kolay anlaşılır.

İnsanda bulunması güzel olan iyi huylardan ba’zısı vardır ki, ne kadar çok olursa, iyiliği de o kadar artar sanılır. Hâlbuki öyle değildir. Her iyi huyun bir sınırı vardır. O sınırı aşınca, iyilik gider, kötülük olur. İyi huyun az olmasının kötülük olacağı ise, kolay anlaşılır. Şecaat ve sehâvet bunlara misâldir. Bu iki iyi huyun aşırı, fazla olanları tehevvür ve isrâftır. Câhiller, hele, İslâm ahlâkını bilmiyenler, isrâf edeni, çok cömert sanır ve överler. Tehevvür edenlere de, çok cesur kahraman derler. Hâlbuki, korkak ve hasis olana hiçkimse, kahraman ve cömert demez.

İnsanda bulunması güzel olan iyi huylardan ba’zısı da vardır ki, az olunca iyi sayılır. Aşırı, çok olunca, kötülüğü belli olur. Tevâzu böyledir, insanda kibrin bulunmaması demektir. Bunun noksan olması tezellüldür. Tezellülü, tevâzudan ayırmak güçtür. Hattâ çok kimse, dilencinin zilletini, âlimin tevâzuu ile karıştırır. Çünkü, kibirsizlik onda da çoktur. Onu da çok iyi sanır.

Dördüncü bâb: iyi huylara benzeyen kötü huyları ve bunların iyi huylardan nasıl ayrılacağını bildireceğiz. Çok kimse, hâlis altını, pirinc denilen sarı ma’denden ayıramaz. Mavi boncuğu, mücevher sanır. Bunun gibi, kötü huyu iyi sanır. Bunun için ahlâk ilmini iyi öğrenmek, işlerdeki saklı olan ayıpları, kusurları görebilmek, iyiyi kötüden ayırmakta usta olmak lâzımdır.

1- Hikmete benzeyen kötü huyu bildirelim: Akıl ölçülerinden, fen bilgilerinden veya tasavvuf ma’rifetlerinden birkaçını ağızlardan kaparak (veya gazeteden, mecmû’a ve radyodan duyarak), bunları ötede beride söyleyen, münâkaşalara kansan kimseleri, akıllı, bilgili, fen adamı, mütehassıs ve mürşid sananlar az değildir. Hâlbuki bu kimse, söylediği problemlerden birinin çözümünü, ma’rifetlerden hiçbirinin ma’nâsını bilmez. Bunun âlimlere, mürşidlere ve fen adamlarına benzemesi, papağanın insan gibi konuşmasından fazla değildir. Çünkü, hikmet denilen huy, insanın kafasında, rûhunda olur. Eserleri, nûrları his organları ile duyulmaz. Birçok ilerici vardır ki, hikmetten ve kıymetten haberi yoktur. Bilgisiz ve kötü huyludurlar, ilim ve ahlâk ile bir ilişiklikleri de yoktur. Ağızlarından iyi huylu bir söz çıkmaz. Fakat arkalarında şık elbise taşırlar. Mevkî sahiplerinin karşılarında eğilmesini iyi bilirler.

2- İffete benzeyen kötü huy da vardır: Kötü iş yapmazlar. Şehvetlerinin arkasında koşmazlar. Ağır başlı, faziletli, ilim ve ahlâk sahibi görünürler.

Dillerde medh olunur, her yerde saygı gösterilir. Malı çok olanlar arasında ve mevkî sahipleri yanında sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyelerin ardı kesilmez. Adak, zekât paraları önlerine yığılır. Farz ve sünnetleri yapmakta gevşektirler. Başkalarının yanında, nafile ibâdetleri yapmaktan, bedenleri za’îf olmuştur. Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmiştir, insanlar arasında emîn, Allah nazarında hâindirler. Sahte tarikatçılar ve dünyâya düşkün din adamları böyledir.

Ba’zı köylüler, şehirdeki yemekleri yemez. Ba’zıları da, parasına kıyâmayıp kıymetli gıda almaz. Bunları gören, kendilerini derviş sanır. Kanâat ve iffet sahibi görünürler. Bunlar, kanâatsiz ve iffetsizdir. Yaptıkları hep gösteriştir, yalandır.

3- Sehâya benziyen kötü huy da şöyle olur: Malı alınteri ile kazanmamış, mirasa konmuş veya çeşitli haram yollarla elde etmiştir. Malın kıymetini bilmez. Haramlara, lüzumsuz yerlere dağıtır. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömert sanır. Hâlbuki, bunda sehâ denilen iyi huy yoktur. Mal kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mal dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmağa benzer. Fakirlik, çok kimsenin iyi adam olmasına engel olur. Çok kimse, fakirlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted olmuştur.

İyi anladım, uzun tecrübe ile:
Adam ilimle ölçülür, ilim de mal ile!

Malı helâlden, temiz olarak kazanmak güçtür. Helâl yoldan, kanâatten fazla mal kazanan az olur. Helâl mal damla damla, haram mal ise, sel gibi akarak gelir. Mal dağıtmakta sehâvet iyidir, isrâf ise, kötüdür, haramdır. Sehâ demek, sehâ huyunu kazanmak, cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demektir. Dünyâdan birşey ele geçirmek için ve nefsin kötü arzusuna kavuşmak için vermeğe sehâ denilmez.

4- Şecaate benzeyen kötü huy da şöyledir: Şecaat göstermesi, şecaat huyunu kazanıp, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmak için değildir. Dünyâ malını, mevkiini ele geçirmek için tehlikeye atılır. Yahut şöhret kazanmak ister. Mal toplamak için, müslümanların yolunu keser, hayvanlarını kapar, evlere girer. Bunları yapabilmek için tehlikelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hattâ mallarını, canlarını vermeği göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeği şecaat sayarlar. Hâlbuki, bu alçaklarda şecaatin kokusu bile yoktur. Şecaat sahibi kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Sevâb kazanmak ister. Şecaat güzel huyuna kavuşarak Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir kahramanın hücumuna benzer ise de, şecaatle ilgileri yoktur. Kuvvetleri ve yaratılışları îcâbı, saldırarak zarar yaparlar, iyi düşünce ile ve hayr yapmak, sevâb kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan zaîflere hücum ederler. Silâhlı ve kuvvetli bir kimsenin, silâhsız, çıplak, aç bir kimseye saldırması da böyledir. Bu ise, şecaat olmaz ve şecaat demek; aklı, fikri ve bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünyâ kazancını düşünmeyip, rûhunda şecaat iyi huyu bulundurmağı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmayı istemek demektir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş iglemektense, ölmeyi tercih eder. Şerefle ölmeyi, şerefsiz yaşamaktan üstün tutar. Hayr ile anılmayı, yüz karası ile yaşamağa değişir. Şecaatte, yaralanmak ve ölmek tehlikeleri olduğu için, önceden tatlı olmayabilir. Fakat sonunda, dünyâ ve âhıret kazançlarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı kalır. Hele İslâmiyeti korumak, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) parlak dînini yaymak için can vermek lezzeti, dünyâ ve âhıret lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen; “Allah yolunda canlarını verenleri ölü sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin ni’metlerine kavuşmuşlardır” buyurmuştur. Şecaati medh eden hadîs-i şerîfler sayılamıyacak kadar çoktur. Cihâddan kaçmak, insanı ölümden kurtarmaz, ömrü uzatmaz. Düşman karşısında kalmak da, insanı öldürmez, yok etmez. Ecel, ileri ve geri gitmez, insanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebeb olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşturur. Hazret-i Muâviye ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Sıffin muharebesinde kaçmağa niyet etmiştim. “Sabr eyliyen, belâdan kurtulur” şiiri hatırıma geldi. Şiire uyarak sabr ettim, dayandım. Allaha şükür, kaçmaktan kurtuldum. Bu sabrım sayesinde hilâfete kavuştum.”

Şecaatin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, O’na tevekkül etmek, O’na güvenmektir. Allahın arslanı, şecaat nehirlerinin kaynağı, vilâyet bahçesinin gülü olan hazret-i Ali, Sıffin muharebesinde, hücum sırasında, başı açık, kolları sıvalı koşar ve şu beytleri okurdu:

Ölümden kaçmak, iki gün doğru olmaz,
Ecel geldiği gün ve gelmediği gün.

Ecel geldiyse kaçmak fâide vermez.
Gelmedi ise, tedbir olmaz hiç uygun!

Malını, mevkiini kaybettiği için veya düşman eline esîr düştüğü için intihar eden, ya’nî kendini öldüren ahmaklarda şecaat değil, korkaklık vardır. Şecaat sahibi olan, sıkıntılara, acılara göğüs gerer, dayanır, sabreder. Bu ahmaklar ise, ölmekle sıkıntıdan kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar çok câhildir, ölünce daha çok sıkıntılara, acılara düşeceklerini bilmiyorlar, İslâm dininde intihar etmek, başkasını öldürmekten daha büyük günahtır. Şiddetli azâb çekecektir. Aklı gittikten sonra intihar eden böyle değildir, ölmek değil, sıhhat ve afiyet istemelidir.

5- Adâlete benzeyen kötü huy da vardır. Bu, iffete benzeyen kötü huya yakındır. Adâlet iyi huyundan mahrûm, kötü bir kimse, bulunduğu yerlere adâleti öven levhalar asar. Adâlet üzerinde konuşur. Bu konuda fıkralar yazar. Daha kötüsü,- adâleti gerektiren vazîfeleri, kürsîleri tutar. Gösteriş olarak âdillerle düşer kalkar, içleri zulüm, kin, intikam ile doludur. Adâlet ise, huyları ve hareketleri dîne ve akla uygun olmak demektir. Görünüşü, içi gibi olmaktır. Herkesin yanında, yalnız iken olduğu gibi bulunmaktır, iki yüzlülük, adâlet değil, münâfıklıktır. Beyt:

İbâdet, temiz niyetle olmak gerek,
Birşeye yaramaz, içi boş çekirdek.

Beşinci bâb: Şimdi, adâletin ne olduğunu bildirelim: Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Adil kimse, insanların en iyisidir. Adâlet; birlik, eşitlik demektir, iki şeyin ya kendileri veya özellikleri eşit olur. Benzeyen yerlerinde birleşmişler demektir. Demek ki adâlet, birlikten, vahdetten doğmaktadır. Vahdet, birlik ise, en şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünkü, bütün varlıklar bir varlıktan meydana gelmiştir. Âlemde rastlanan her birlik, hakîkî biricik varlığa benzemektedir. Her varlık, o bir olan varlıktan olduğu gibi, her birlik, o birdendir, ölçme, karşılaştırma işlerinde, eşitlik gibi şereflisi, kıymetlisi yoktur. Mûsikide bu konu daha geniş incelenmektedir, işte bunun için, iyiliklerin en şereflisi, adâlettir. Adâlet, ortada olmaktır. Ortadan ayrılanda adâlet vardır demek, yanlış olur.

Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır:

1- Bir malı, bir ni’meti bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır.

2- Muamelâtta, alış-verişte adâlet lâzımdır.

3- Ukûbâtta, ceza vermekte adâlet lâzımdır. Bir kimse, birisine korku verse, saldırsa, o kimseye de, öyle yapılması lâzımdır. (Fakat, bu karşılığı ancak hükümet yapar. Kendisine saldıran kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye haber vermelidir. Müslüman, hem İslâmiyete uyar, günah işlemez. Hem de kânuna uyar, suç işlemez.) Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demektir.

Adâlet nedir? Bunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. İslâmiyete “Nâmûs-i ilâhî” de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emr olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen ölçüdür. Bu birinci ölçüden sonra, bir de ikinci ölçü verilmiştir. Bu da, sözü geçen hâkimdir. Hâkim, lâzımdır. Çünkü, insan, medenî olarak yaratılmıştır. Ya’nî, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvanlar, medenî yaratılmadı. Ya’nî şehirde birlikte yaşamak zorunda değildirler, insan nâzik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Yiyeceğinin, giyeceğinin, barınacağı yerin hazırlanması lâzımdır. Ya’nî, san’atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek, incelemek, deney, tecrübe yapmak, çalışmak lâzımdır. Demek ki, fen, san’at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır.

İnsanlar bir araya gelince, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulüm edenler olur. Çünkü, her nefs, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almaya uğraşır. Bu şeyleri isteyen birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, kuvvetli bir hâkim lâzım olur. Alış-verişte, herkes kendi yaptığının daha kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâletle ölçmek lâzım olur. (Eşyanın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altın ile gümüştür. Ya’nî paradır. Altın ile gümüşe (Nakdeyn) denir. Her milletin kullandığı kâğıt liralar, şimdi hep altın karşılığıdır.) Eşyanın değerlerini altın ve gümüşle, adâleti gözeterek ölçecek âdil bir hâkim lâzımdır. Sözü geçer olan bu hâkim de, hükümettir. Âdil bir hükümet, zulmü, işkenceyi önler. Allahü teâlânın emrettiği adâleti sağlar. Eşyanın değerlerini, adâletle tesbit eder.

Demek ki, insanlar arasında adâleti sağlamak için üç şey lâzımdır. Nâmûs-i Rabbanî, hâkim-i insanî ve dinâr-i mizanî. Bunların en kuvvetlisi, en büyüğü, nâmûs-i Rabbanî olan İslâmiyettir. Dinler, Allahü teâlânın adâleti sağlamak için gönderdiği kânunlardır. Hâkimlerin adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kânunları gönderdi. Allahü teâlâ, Hadîd sûresinde; “Onlara kitab ve terazi gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler” buyuruyor. Burada, kitab, din demektir. Çünkü din, Kur’ân-ı kerîmdeki emir ve yasakların ismidir. Terazi de, altına işârettir. Çünkü altın, ağırlıkla ölçülür. Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasaklarını beğenmiyen dinsizdir ve münâfıktır. Hâkimi, hükümeti dinlemeyen âsîdir.

Altıncı bâb: “Ahlâk-ı alâî” kitabının altıncı babında güzel ahlâkın çeşitleri bildirilmektedir. Burada bunlardan yalnız adâlet bildirilecektir. Adâlet üçe ayrılır:

Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, ni’metleri, ihsânları her mahlûka yayılmıştır. Ni’metlerinin en büyüğü, kullarına doğru yolu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Sonsuz, sayısız ni’metler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sahibe, yaratana ibâdet etmek, O’nun ihsân ettiği ni’metlere şükür etmek elbette lâzımdır. Adâlet için sahibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını ödemesi vâcibdir.

Adâletin ikinci kısmı, insanların hakkını gözetmektir. Hükümete, âmirlere, kânunlara itaat, âlimlere hürmet, emânetlere vefa, alış-veriş haklarını eda, va’dlerini îfâ lâzımdır.

Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını ödemektir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasıyyetlerini yerine getirmek, vakıflarını korumak, ölmüşlerin bıraktığı hayrat ve hasenatı devam ettirmekle olur.

İyilik edene, mal ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve sena, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmıyanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünkü iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzumlu uzuvları, kuvvetleri, sapa sağlam ihsân eden, herbirini bir ahenk ile, bir düzenle işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahş eden, çoluk-çocuk, ev, geçim eşyası, yiyecek, içecek, giyeceklerimizi yaratan yüce sahibe, bu ni’metleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her ân yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan koruyan ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sahibi olan Allaha şükür etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahat, ne çok zulüm ve ne alçak bir durum olur? Hele, O’na ve ni’metlerin O’ndan geldiğine inanmamak veya bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyâcı verilse, her ay yetecek para, gıda hediye olunsa, bu kimse, o ihsân sahibini her yerde herkese nasıl över. Gece-gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun kalbini kazanmağa uğraşmaz mı? Onu dertlerden sıkıntılardan korumaya çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlikelere atmaz mı?

Bunları yapmasa, o ihsân sahibine hiç kıymet vermese, herkes onu kötülemez mi? Hattâ, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezalandırılmaz mı? iyilik eden bir insanın hakkı böyle gözetiliyor da, her ni’metin, her iyiliğin hakîki sahibi olan, hepsini yaratan, gönderen Allaha şükretmek. O’nun beğendiği, istediği şeyleri yapmak niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok O’na şükretmek, ençok O’na itaat etmek, kulluk etmek lâzımdır. Çünkü, O’nun ni’metleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hattâ, başkalarından gelen iyilikleri de, yine O göndermektedir.

Allahü teâlânın ni’metlerini kim sayabilir?
Ni’metlerinin milyonda birine kim şükredebilir?

İnsan, Allahü teâlâya karşı lâzım olan şükür borcunu nasıl yapmalıdır? Ba’zılarına göre, birinci vazîfe, Allahü teâlânın varlığını düşünmektir. Mesnevî:

Hamd olsun, ni’metleri bol Allaha.
Önce, varlık ni’meti verdi bana!
İhsânlarını saymağa güç yetmez,
Güç de, her üstünlük de lâyık ona!

Ba’zılarına göre, ni’metlerin O’ndan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve sena etmelidir.

Ba’zılarına göre, birinci vazîfe, O’nun emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmaktır.

Bir kısmı da, insan önce kendini temizlemeli. Böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalıdır dedi.

Ba’zıları, insanları irşâd etmeli, doğru, iyi olmalarına çalışmalıdır dedi.

Ba’zıları da, insanın belli bir vazîfesi olmaz. Her çeşit insanın kendine göre başka başka vazîfeleri olur dedi. Sonra gelenlere göre, insanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Namaz, oruç gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru i’tikâd etmek (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi imân etmek, inanmak) Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allaha yaklaşmaktır. Bu da emâneti korumak, nasihat etmek, insanlara İslâmiyeti öğretmekle olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır. Doğru i’tikâd, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emr edilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri vâsıtası ile değiştirir. İbâdetleri, insanlar değiştiremez. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri, ibâdetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzımdır.

Bu fakire göre, sözün doğrusu, yukarıda bildirildiği üzere, doğru i’tikâd, doğru söz ve amel-i sâlih, birinci vazîfedir.

İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri buyurdular ki: insana vâcib olan birinci vazîfe; îmân, amel ve ihlâs sahibi olmaktır. Dünyâ ve âhıret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, ya’nî söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâktır, ihlâs, amelini ya’nî bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 34

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 164

3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 34

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 984

5) İslâm Ahlâkı sh. 6-51

 


ALİ BİN EMRULLAH

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ