Bir gün Mübarek Hocamızla ‘kuddise sirruh’ beraber, Allah rahmet eylesin, Abdülhakim abinin kayınpederi Elmas Keten dedenin evine, bayram ziyaretine gittik. Şekerlik içinde şeker getirdi. Ben de tabii şeker dağıtayım diye yerimden fırladım. Şekerliği aldım, dağıtacağım, halının ucuna ayağım takılmış, şekerlik bir tarafa, ben bir tarafa, yere kapaklandım. Mübarekler orada, misafirler var, ben yerde dümdüz.. Öyle olunca derhal toparlanmak, kalkmak istedim. Mübarek Hocamız buyurdular ki; Hayır, o şekilde kalın. Mecburen öyle kaldık. Buyurdular ki; Efendim, daha birkaç gün evvel tefsirde okudum. Bir müslüman, bir mü’min, vefat ettiği zaman, kabirde nûr yüzlü, güzel bir melek kendisine gelip, hoş geldin diyecek. Fakat o meleğin boynunda inci taneleri olacak. O inci tanelerinin bir tanesi dünyaya gelse, güneş gözükmez olur, kararır. Aynı güneş çıktığı zaman, yıldızların görünmediği gibi. Yoksa, yok olmuyor; ama güneşin nûru, yıldızları örtüyor. Bu bir inci tanesi o şekilde güneşi karartacak kadar nûrludur. Biz müslümanız elhamdülillah, ama inciyi de severiz. O müslüman da, Allah Allah, bu nasıl şey, bir tane alayım diye elini uzatacak, inciyi yakalayacak ama, inci taneleri pamuk ipliği ile bağlı. Elini değdirir değdirmez, ip kopacak. İp kopunca ne olacak? Bütün inciler kabir içine dağılacak ve mü’min müthiş şekilde utanacak. Utancından, tek tek incileri toplamaya başlayacak. Kardeşim, sonuncu inci tanesini aldığı zaman, kabir hayatı biter. Allahü teala sırf kabirde sıkılmasın, dünyada çok saydı, yine meşgul olsun diye, o incilerle onu meşgul edecek. İnciler bitti, kabir hayatı da bitti. Ne tatlı! Şimdi toplayın efendim, buyurdular. Allahü teala hepimize din ve dünya seadeti versin.
Âb-ı Hayat – 4052