Adamın birisi, çok sinirlendiği zaman bir altın verirmiş. Parasız kalan, adama geliyor bir şeyler söylüyor, tamam, al diyor. Tamam o da iyi. Böyle böyle iyi de. En sonunda hanımına gitmişler. Anne demişler, ya senin efendi hiç kızmaz mı? Sus demiş, onun, öfkesinden yanına varılmaz. Peki nasıl anlıyorsun onun kızdığını demişler. Demiş, ya baklava getirir, ya para dağıtır, ya bir şeyi mutlaka bize verir. Ne zaman? Kızdığı zaman. Evdekiler de yaşıyor. Neticesinde, delikanlılar adamcağızı yakalamış. Hocam demişler, afedersiniz bir şey sormak istiyoruz. Siz böyle çok sinirlendiğiniz zaman bir şeyler veriyorsunuz, bunun ne hikmeti var acaba? Yahu söyletmeyin bana şimdi, demiş. Demiş ki, bak evladım, ben öfkelendiğim zaman üç kişiyi karşıma alıyorum. Bir, din kardeşimi. İki, nefsimi. Bir de kendimi. Şimdi öfkelendiğim zaman ne yapmam lâzım, buna bir şey söylemem lâzım. Peki öfkem nereden geliyor, nefsimden geliyor. Nefsim diyor ki, hadi başla, ne söyleyeceksen söyle. Diyorum ki nefsime, Allahtan kork, sen Allahın düşmanısın, bu benim din kardeşim. Kendimi de zabt edemiyorum. Seni kahretmek için bir de altın veriyorum. İyi mi? Ben senin dediğini yapmam, hatta seni daha çok kahrederim. Hediye veririm. Ama din kardeşimi sana tercih etmem.
Âb-ı Hayat – 4258