Âb-ı Hayat – 3950


Birisinin nefes borusuna bir pirinç tanesi takılmış, çok ızdırap çekiyormuş. Doktorlar çare bulamamışlar, sen bir hocaya git demişler. İstanbul’da mübarek bir zâta gitmiş, o mübarek zât da, Bağdat’ta bir hocam var, senin derdinin çaresi onda. Bağdata git, demiş. Deve üstünde Bağdat’a gitmiş, oradaki mübarek de Serhend’de bir hocam var, sen ona git, tedavin orada, demiş. Kaç gün daha gidecek. Yapma, demiş. O da sen bilirsin, ister git istersen böyle çek, demiş. Semerkanda varmış, mübarek zâtı bulmuş, o da taleberine vâz ediyormuş. Kalabalıkta yer bulamamış, kapının kenarına oturmuş. Bir yel esmiş, hapşırmış, ağzındaki pirinç tanesi düşmüş, onu da yavru bir kedi kapmış. Adam bakmış, düzeldim demiş. Sohbet bitmiş, mübarek zât, tedavi nasıldı, demiş. Hocam bu nasıl oldu deyince, senin boğazında buraya kadar getirdiğin o pirinç tanesinde, bu kediciğin ismi yazılıydı. Ben ne yapayım, demiş. Rızkın olmayınca, aşağı geçmez, boğazda kalır.



Âb-ı Hayat – 3950

Kategori içindeki yazılar: Kelâm-ı kibâr