UBEYDÜLLAH-I AHRÂR

Evliyânın büyüklerinden. İnsanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin onsekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn’dir. 806 (m. 1403)’da Taşkend’de doğdu. 895 (m. 1490) senesinde Semerkand’da vefât etti. Babası, o zamanın büyük âlimlerinden evliyâ bir zât idi. Annesi ise Hazreti Ömer’in soyundandır.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri doğduğunda, kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifasdan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Daha çocuk iken yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikir ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve evliyâ bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedalaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydüllah-i Ahrâr’ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. O yanına getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydüllah-i Ahrâr’ı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihan pâdişâhları bunun emrine itaat edecekler. Bundan zuhur edecek işler, önceki âlimlerden zuhur etmemiştir.” Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın babası Mahmûd Şâşî’ye; “Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et” diyerek vasıyyet etti.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:

“Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâima Allahü teâlâ ile idi. Bir ân O’nu unutmaz, bir ân O’ndan gâfil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü, kırlık bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü. O sırada bana bir gaflet arız oldu. Bu işle uğraşırken, Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu; “Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allahı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O’nu nasıl unutursun?” diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben o zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anmaktadır zannediyordum. Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allahü teâlâ, herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız ba’zı kullara mahsûs ilâhi bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücadelesiyle elde edilebilir, hattâ ba’zılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş.”

Amcasının oğlu Hâce İshâk da şöyle anlatmıştır: “Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ona ne kadar rica etsek, kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu.”

Yine kendisi şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda rü’yâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî’nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rü’yâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile ta’bir ettiler. Ya’nî tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu ta’bire râzı değildim. Tâ’birim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhar büyüklere de “İsevi meşreb” denirdi Madem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakirin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o ma’nâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gafleti karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar.

Hâlimin başlangıcında, rü’yâda Resûlullahı ( aleyhisselâm ) gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret etti ve buyurdu ki: “Beni bu dağın başına çıkar!” Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım” buyurdu.

Yine ilk zamanlarda, rü’yâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarf ederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, “Mübârek olsun!” buyurdular.

Ubeydüllah-i Ahrar hazretleri yirmiiki yaşında iken dayısı Hâce İbrâhim, onu ilim tahsili için Taşkent’den Semerkand’a gönderdi, iki yıl müddetle Mâverâünnehr’deki büyük âlimlerin meclisinde bulunup ilim öğrendi. Yirmidört yaşında Hirat’a gitti. Beş yıl da oradaki büyük âlimlerden ilim öğrendi. Yirmidokuz yaşında iken memleketine döndü.

Tasavvuf ilminde hocası Ya’kûb-i Çerhî hazretleridir. Onun sohbetlerinde kemâle gelip, tasavvufda yükseldi. Vefâtından sonra da hocasının yerine geçti, insanlara rehberlik edip saadete kavuşturdu.

Yine şöyle anlatmıştır: “Bir ara bende öyle bir hâl oldu ki, büyük-küçük, hür-köle, her kiminle karşılaşsam, ayağına kapanır, tam bir kırıklık ve yalvarış ile ondan bana duâ etmesini isterdim.”

İlk zamanlarımda idi. Vâlidemin bir tarlası vardı. Tarladan kalkan bir miktar buğdayı, çölde yaşayan bir Türk ile bana gönderdi. Ben buğdayı anbara koymakla meşgûl iken, buğdayı getiren o Türk, çuvallarını alıp gitmiş. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. O anda, neden bu garîb ve zavallı kimseden bir duâ almadım diye üzüldüm, içime garîb bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp, koşarak peşine düştüm. Yolun yarısında ona yetiştim. Tevâzu ile yalvararak, bana duâ etmesini istedim; “Beni gönlünüze alın! Hâlime bir inâyet nazarı ile bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhamet eder de yolum açılır” dedim. O Türk, hayret ederek bana; “Zannediyorum ki, Türk şeyhlerinin söyledikleri;

“Her kimi görsen Hızır bil,
Her geceyi kadir bil.”

sözüne göre hareket ediyorsun, ama ben çölde yaşayan bir Türk’üm ki, elimi yüzümü yıkamayı bile lâyıkı ile bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur.” dedi. Sonra “Benim yalvarışıma bakıp, öyle bir teessüre kapıldı ve ellerini kaldırıp benim için öyle bir duâ etti ki, duâsının te’sîri ile o ânda bâtınımda, kalbimde fetihler, açılmalar hasıl olduğunu gördüm.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vahime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnız başına evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî’nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager’in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan’ın kabrine gittim, içimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra artık hiç korkmadım. Taşkend’in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda henüz baliğ olmuştum. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. “Sana ne oldu?” dedim. “Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helak olacağım” dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki “Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnut olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır.” Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler.

Yine şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl’ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku verici idi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkend’de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, ta’kib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım ve murâkabemi ve oturuşumu hiç bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlıyarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Bundan sonra bizim dostlarımızdan oldu.”

“Yine bir gece, Şeyh Zeyneddîn hazretlerinin kabri başında oturuyordum. Mezar, şehir dışında tenhâ bir yerde idi. Taşkend’de bir deli vardı. İri yapılı, uzun boylu birisiydi. O günlerde Taşkend’de birini öldürmüştü. Halk ondan korkar, onun olduğu yerden uzaklaşırlardı. Ben mezar başında iken. birdenbire o deli çıkageldi. “Kalk, buradan çık git” diye haykırdı. Ben ona hiç cevap vermedim. Oturuşumu bozmayıp, murâkabeme devam ettim. O bağırmaya devam etti. Ben yine aldırmadım. Mezarın yanındaki otları ve ağaç dallarını toplayıp bir demet yaptı. Sonra yakında bulunan mescide gidip, orada yanan lâmbadan elindeki ot ve ağaç demetini tutuşturup yanıma yaklaştı. Maksadı, elinde yanan ateşi başıma atmaktı. Bunu yapmak üzere yanıma yaklaşınca, bir rüzgâr esip elindeki ateşi söndürdü. Bağırıp çağırmaya başladı, delîliği iyice arttı. Fakat ben asla aldırmayıp, halimi bozmadım. Bu hâl sabaha kadar devam etti. Sabah olup gün ağarırken ortadan kayboldu. Taşkend’e gitmiş, sabahın erken saatinde Taşkend pazarını altüst etmiş, bir kişiyi de öldürmüş. Bunun üzerine halk da sopalarla üzerine hücum edip, onu öldürmüş.”

“Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri ve talebeleri, çarşı ve pazarda dolaşırken, halkın ve satıcıların gürültülerini işitmez, kulaklarına zikir sesleri gelirmiş. Onun gibi, ilk gençlik yıllarımda Allahü teâlâyı zikir, bana öyle hâkim olmuştu ki rüzgârın sesini ve iniltisini hep zikir gibi işitirdim… Bu sırada onsekiz yaşında idim.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, ilk gençlik yıllarından sonraki hâlini de şöyle anlatmıştır: “Mirzâ Şahrûh zamanında Hirat’ta idim. Hiç param yoktu. Başımda bir tülbentim (sarığım) vardı. O da parça parça idi. Bir parçasını düğümlesem, öbürü parçalanır ve sarkardı. Birgün pazar yerinden geçerken, bir dilenci benden bir şey istedi. Param yoktu ki vereyim. Bir ahçının önüne gittim. Tülbentimi çıkarıp; “Bu tülbent eski fakat temizdir. Kapkacak yıkadıkça kurulamaya ve silmeye yarar. Bunu al, şu fakire bir yemek ver” dedim. Ahçı, fakiri doyurduktan sonra, büyük bir edeble tülbenti önüme koyup geri verdi. Fakat ben kabûl etmedim, oradan ayrıldım.”

“Çok kimseye hizmet ettim. Hiçbir şeyim yoktu. Atım ve merkebim yoktu) senede bir kaftan değiştirirdim ki, onun da pamukları dökülürdü. Her üç senede bir kürk ve bir hırka ile yetinirdim.”

“Bir kış mevsimi Mevlânâ Müsâfir ile, sokağa bakan bir evde oturuyordum. Evin tabanı sokaktan alçaktı. Yağmur, su ve çamur eve dolardı. Sabahları câmiye gidip, namazı orada kılardık. Elbise ve çamaşırlarım o kadar zayıftı ki vücûdumun yarısı hiç ısınmazdı.”

“Mirzâ Şahrûh zamanında, sarrafların başı olan bir zengin vardı. “Hâcegân” yoluna büyük bir muhabbeti vardı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin de husûsi iltifâtlarına mazhar olmuştu. Ben, şehirde kimsenin yemeğini yemezdim. Bu zâtın da bütün tekliflerini kabûl etmedim. Nihâyet Ramazân-ı şerîf geldi. O sarraf bana gelip; “Bu Ramazan’da her akşam iftarı bende yapacaksın” dedi. Özür dileyip gelemiyeceğimi söyledim. Bunun üzerine; “Eğer bütün Ramazan her akşam iftarı bende yapmazsan, zevcem üç talak ile boş olsun!” dedi. Çaresiz kalıp, o şahsın sözünü yerine getirmek îcâb etti. O kişiden çok yardım ve alâka gördüm. Benim o sırada karşılık verecek gücüm yoktu. Sonradan zengin oldum. Fakat o kimse vefât etmişti. Ben de oğluna onbin dinar verdim. Ba’zı işlerini gördüm.”

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Dayım Hâce İbrâhim, benim zâhirî ilimleri öğrenmem için çok alâka gösterdi. Bu maksadla Taşkend’den Semerkand’a götürdüler. Bu husûsta çok dikkat gösterdiler. Fakat ne zaman bu iş için gayrete geçseler, ben bir hastalığa tutuluyordum. Hastalığım geçince, tahsile başlıyordum. Bu sefer başka bir hastalık geliyordu. Böylece zâhirî ilimleri tahsile kadir olamıyacağımı anlayıp; “Beni kendi hâlime bırakın. Eğer daha ziyâde zorlarsanız helak olacağım” dedim. Dayım bu sözden son derece etkilenip, beni serbest bıraktı. Ben bir defa daha zâhir ilmini öğrenmeye yöneldimse de, şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Bu hâlim kırkbes gün sürdü. Nihâyet tamamen vazgeçtim.”

Semerkand’ın meşhûr âlimlerinden Hâce Fadlullah Ebü’l-Leysî şöyle demiştir: “Biz Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kemâlini, üstünlüğünü anlıyamayız. Şu kadar biliriz ki, zâhirî ilimleri çok az okumuş. Böyleyken, Beydâvî tefsîrinden bize öyle suâller sordu ki, cevâbında âciz kaldık.”

Ubeydüllah-i Ahrâr, zâhirî ilimlerde âlim olan Mevlânâ Ali Tûsî’ye; “Sizin yanınızda bizim konuşmamız edeben hatâ olur. Siz söyleyin, biz dinliyelim.” Bu söz üzerine Mevlânâ Ali Tûsî, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine şöyle dedi: “Feyz kaynağından söz gelen bir huzûrda, asıl bizim söz söylememiz edebsizliktir!”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, ilk zamanlarında Taşkend’den Semerkand’a ve Buhârâ’ya gitti. Buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan’a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan’a gittikten sonra, bir defa daha Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetine gitti. Bundan başka Hire’de bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin (kuddise sirruh) sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: “Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî’den (kuddise sirruh) büyük zât görmedim. Zamanın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetlerinde öyle bir te’sîr ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde görürdüm ki; bütün kâinat, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî, Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, “Hâcegân” yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya şöyle tenbîh etmişti: “Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin.” Hergüri kapısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin hergün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar lezzetli idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin dağılma zamanı gelince talebelerine bir işâret verir, dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına “Bâbu” diye hitâb ederdi. Bana; “Bâbu senin adın nedir?” diye sordu. Ubeydullah dedim, “İsminin ma’nâsını gerçekleştir” buyurdu.

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: “Seyyid Kâsım’ın sohbetine çok devam ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince mes’elelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defasında Seyyid Kâsım’ın sohbetinde otururken, içeriye Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-i ihtiyâri en ince mes’eleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr, Seyyid Kâsım’ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; “Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gayet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sahiblerinin temenni ettiği saadete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamanın bir hârikası, devrânının bir tanesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhur edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır.” Seyyid Kâsım’ın bu sözlerinden, içime Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kemâl ve olgunluk zamanına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Sa’îd zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr Taşkend’den Semerkand’a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım’in işâret ettiği üstünlükleri onda gördüm, anladım.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Birgün Seyyid Kâsım hazretleri bana; “Bâbu! Bilir misin zamanımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir oluyor? Çünkü bu zamanda batının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamanda helâl lokma pek azdır. Batınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?” Sonra kendisi ile ilgili olarak; “Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım” dedi.

Yine şöyle anlatmıştır: “Bir gece rü’yâmda, kendim büyük bir cadde üzerinde iken, birden Şeyh Zeyneddîn Hâfî’yi gördüm. Bir yol başında duruyordu. Beni tutup; “Gel seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim” dedi. Gönlüm ana caddeyi bırakmak istemedi. Kabûl etmedim. Bu sırada ana cadde üzerinde beyaz at üzerinde Seyyid Kâsım gözüktü. “Bu cadde şehre gider, gel seni alıp şehre götüreyim” dedi. Beni atına aldı. Atının terkisine binince, şehre doğru ilerledi.”

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: “Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer’in tavırları gayet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı.”

Ubeydüllah-i Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devam etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Ya’kûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır: “Hire’ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccâr ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu nisbeti kimden aldığını sordum. Ya’kûb-i Çerhî’den aldığını söyledi. Bana Ya’kûb-i Çerhî’nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine ya’kûb-i Çerhî’nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû’ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân’a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Ya’kûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devam edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğim düşünerek yola devam ettim. Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifâtta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; “Gel bî’ateyle” buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebeble hemen bî’at edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki simasının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defa elini yeniden uzatıp; “Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur” buyurdu. Sonra sesini yükselterek; “Bu el, Behâeddîn Buhârî’nin elidir, tutun!” buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-u adedi. (tek sayı) üzere nefy ve isbât (La ilahe illallah) zikrini ta’lim etti. Sonra: “Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, talibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz” buyurdu.

Ubeydüllah-i Ahrâr, Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet aldı. İnsanları irşâd etmek (yetiştirmek) üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, rabıta şartını anlattı ve: “Bu yolu ta’lim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et. Emaneti isteklilere ve isti’dâthlara ulaştır” buyurdu.

Ya’kûb-i Çerhî, talebesi Ubeydül-i lah-i Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri yirmidokuz yaşında iken, ilim tahsilini tamamlayıp, tasavvufda yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmidokuz yaşınaan sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki, idâresi için vekîl ta’yin etti. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üçbin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekizyüzbin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; “Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyurmuştur.

Menkıbeleri ve kerâmetleri: Ubeydüllah-i Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve batınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden birşey almayıp, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; “Bu kaftanı giymek caizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defa bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin” demiştir.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir defasında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir araziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reîsi olan kimse, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da pâkdır. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz” dedi. Oba reîsi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz” dedi. “Kabûl etmeyiz” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı, önce kendisi yedi Sonra yanında bulunanların hepsine ikram ettiler.

Mevlânâ Abdullah Şergûlî şöyle anlatmıştır: “Ben küçük idim. Babam, Mevlânâ Nizâmüddîn’in muhlis talebelerinden idi. Mevlânâ Nizâmüddîn, ekseriyetle bizim eve teşrîf ederdi. Babam ona hizmet için meşgûl olurken, o ekseriyetle murâkabe yapar, başını önüne eğip otururdu. Bir defasında bu hâl üzere iken, aniden başını kaldırıp seslendi Babam hemen huzûruna koşup, bağırmasının sebebini sordu. Buyurdu ki: “Doğu tarafından bir zât zuhur etti. İsmi Hâce Ubeydullah’dır. O rûy-i zemini tuttu. O ne büyük şeyh, ne büyük zât olur.” Mevlânâ Nizâmüddîn’den onun ismini işitince, hatırımda tutmuştum. Teşrîf etmesini bekliyordum. Sultan Ebû Sa’îd devleti zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Taşkend’den Semerkand’a teşrîf etti. İlk defa karşılayıp, görmekle ve sohbetinde bulunmakla ben şereflendim. Bir müddet Semerkand’da kaldıktan sonra, Buhârâ’ya gitti.” Ubeydüllah-i Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. “Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim” buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesi’nde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Bu hizmetim devamlı olduğu için, hastalıkları bana da geçti. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim.”

“Gençliğimde Herî’de idim. Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin hizmetinde bulunuyordum. Kendisinin bir tas yemeğini bana verdi. “Ey Türkistanlı Şeyhzâde! Bu, bize kubbe olmuştur (Bununla diğer insanlar gibi gözüküyoruz). Yakında dünyâ da sana kubbe olur (Zengin olursun ve onunla hâllerin gizlenir).” Bu sözü buyurduklarında, benim dünyalık hiçbir şeyim yoktu. Son derece fakir idim.

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bu fakir, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim, öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından birşey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim, insanlar arasında veya yalnızken, bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.”

Otuzbeş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Sa’îd de şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Ba’zan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâima edeb ve güzel’ muâmele ile hareket ederdi.”

Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand’a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: “Yatsı namazını kıldiktan sonra, bana buyurdu ki: “Emîr Mecd bizim misâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz ba’zı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et.” Dedim ki; “Eğer izin verirseniz, sizinle beraber olayım.” “Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur” buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi. Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı. Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Mir Mecd, Hâce hazretlerinin iltifât-ı şerîfleri bereketiyle az hareket etti. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mir Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetle bir yağmur başladı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim” buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri anladılar ki, kendisinin Çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girib de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istememişti. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti”

Bir defasında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikde tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak, vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi vardı. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten haya ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, hava serinleyince talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan anladılar ki, hocaları oradan uzaklaşıp, onların gölgelenmelerini istemişti.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Gençliğimin ilk yıllarında, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî ile Herî’de idik. Panayır yerlerine gider, güreşenleri seyrederdik. Güreşenler üzerinde himmet ve teveccühümüzü denerdik. Himmet ettiklerimiz gâlib gelirdi. Sonra yenilene himmet ederdik. Bu defa o gâlib gelirdi. Birgün yine gitmiştik. Aramızdan kimse geçmesin diye el ele vermiştik. Güreş yerinin bir kenarına durduk. Güreşçilerden biri iri cüsseli idi. Onunla güreşecek olan ise zayıf biriydi. Mevlânâ Sa’deddîn’e; “Şu zayıfın gâlib gelmesi için himmet edelim. Sen himmet göster, ben de yardımcı olayım” dedim, iri vücûdlu pehlivan, zayıf pehlivanı yerdefi yere vuruyordu. Zayıf olana himmet etmeye başladık. O ânda, zayıf pehlivanda beklenmedik bir hâl oldu. Ellerini uzatıp karşısındaki koca pehlivanı havaya kaldırdı. Sonra başının üzerinde döndürüp sülüstü yere çaldı. Seyreden halkdan, müthiş bir nâra ve ağlık koptu. Herkes, bu beklenmedik neticeden şaşırmış bağırıyordu. Kimse, te’sîrin nereden geldiğini bilmiyordu. Baktım, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî’nin gözleri yumulu. Koluna dokunup; “Artık himmeti bırak, herşey olup bitti” dedim. Sonra oradan uzaklaştık.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Hirat’dan Taşkend’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece yatacağımız zaman bana; “Sen benim yattığım odada yat” dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Gece yarısı ismimi söyleyip; “Uyuyor musun! Uyanık mısın?” dedi. Ben de; “Uyumuyorum efendim” dedim. “Hemen kalk, kıymetli eşyalarını topla ve derhâl dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de sür’atle dışarı aktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyalarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni ta’kib edip peşimden geliniz?” dedi. Sür’atle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu ta’kib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; “Sebeb nedir ki, geceyansı uykumuzu bölüp buraya geldik?” diyorlardı. Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmıştı. Bizimle gelmeyenler de sele kapıldılar. Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harâb eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir evliyâ olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler.”

Talebelerinden Şeyh İyân da şöyle anlatmıştır: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, birer birer sudan geçtiler. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtmaya başladı. Ben çok korktum. Karşı sahile bir ok atımı kadar mesafe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar her ân biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan adetâ eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire “Allah!” diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan artık hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana “Kalk” buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de Saîdan kıyıya indi Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, su üzerindeki sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi”

Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk, İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gayet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrâfta ise barmılacgk hiçbir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeğe başladım: “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu, içimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifiri karanlık içinde kaldık.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin oğlu şöyle anlattı: “Taşkend’de iken, akrabamızdan bize komşu olan birisi vardı, hasta yatıyordu. Halam onu ziyârete gitmek istedi. Babam; “Ziyâret gerekmez” diyerek, ona engel oldu. Bu sırada Firket tarafından gitti. Halam, babamın gidişini fırsat bilip, biz ziyâret yapayım diyerek evden çıktı. Sokağa çıkar çıkmaz, karşısında babamı at üzerinde gördü. Babam; “Hastayı ziyârete mi gidiyorsun? Sana da hastalığın geçmesinden korkmuyor musun? Hemen geri dön!” buyurdu. Halam hemen geri döndü. Fakat dönmesiyle birlikte, ateşi yükselip yatağa düştü. Bir müddet sonra babam Firket’den dönünce, halama; “Sana gitme dediğim hâlde hasta ziyâretine gidip hasta olmak nene gerek?” buyurdu. Halam, irfan sahibi bir kadın idi. Tövbe etti. Babamın iltifâtlarıyla yüksek derecelere kavuştu.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri. Taşkend’den Semerkand’a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand’a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gayet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafı gördü. Dükkânına gidip, onunla biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan çıkıp yola çıktı. Taşkend’e gelince, balları Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp, bağırarak; “Ey saadetten mahrûm kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?” dedi. Hizmetkâr; “Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!” dedi. Bunun üzerin kutuları açıp baktılar ki, şarap dolu. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: “Bir defasında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyası yüklü olarak dönerken, eşkiya yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkiyayı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esîr edilmiş olarak düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkiyaya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhafaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım istiyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkiya üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Bir de baktım ki, eşkiya kervanı bırakmış kaçıyordu. Hâlbuki eşkiya bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervanda bulunanlar, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ben ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan değildim. Bu işin Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: “Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler.”

Ubeydüllah-i Ahrâr zamanında, Taşkend’de şeyhlik iddiasında bulunup, irşâd makamına kurulmuş kimseler pekçoktu. Bunlar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, talibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman, orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Birgün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini te’sîr altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine dikip, te’sîr altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havale etmek istiyordu: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de, onun te’sîrini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydüllah-i Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çini çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişan hâle düştü.

Ubeydüllah-i Ahrâr zamanında, bir kadı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu Fakat Ubeydüllah-i Ahrâr ona hiç iltifât etmiyordu. O da, gayet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin neş’eli bir ânında, yakın bir talebesi, o kadıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrûm kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr ona şöyle cevap verdi: “Ben, her kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan birşey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” Talebelerinden ba’zıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kadı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reîs makamına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defasında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydüllah-i Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diyerek seslenip, onu ikâz etmişti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçdi. Biraz sonra Ubeydüllah-i Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istemişti. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için göndermişti. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup’ şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırılıp içindeki döküldü. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra Ubeydüllah-i Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir defasında, Hirat’ta talebelerinden birinin evine misâfir olmuştu. Geldiği sırada, ev sahibi, akşam yemeğini evinde bulunan misâfirler ile birlikte yemiş ve yeni sofradan kalkmışlar, yemekten sonra da bir akşam gezintisine çıkmak üzere hazırlanmışlardı. Büyüklere çok sevgisi ve muhabbeti olan ev sahibi, çok sevdiği ve büyük bir muhabbetle bağlı olduğu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin, evine teşrîf etmesine çok sevinip, ellerine kapanarak karşıladı. Ev sahibinin Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine gösterdiği hürmet üzerine, evde bulunan misâfirler gelen zâtın kim olduğunu öğrenince, onlar da çok hürmet göstermişlerdi. Ev sahibinin, genç ve güzel yüzlü bir oğlu vardı. O akşam Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin teşrîf etmesi üzerine, gezmeye çıkamıyacaklarını düşünerek, süratim asarak yerinden bile kıpırdamadı. Edeb ve hürmet göstermedi. Ev sahibi, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine, misâfirlerin yeni yemekten kalktığını ve yemeğin bitmiş olduğunu, fakat evinde herşeyin mevcûd olduğunu arzederek, ne arzu ederseniz hazırlayalım, pişirelim dedi. Bu sırada ev sahibinin genç oğlu, gezintinin iptal edilmiş olmasından dolayı edebsiz bir tavır aldı ve; “Bu gurbetteki zâta, hazır bırşeyler getirin, yemek şimdi bitti. Bundan sonra kimsede yemek pişirecek mecal yok” dedi.

Ubeydüllah-i Ahrâr, gencin bu edebsiz hâlini görünce, yavaş bir sesle; Ey genç, güzelliğine mağrur olma!

Eğer bu akşam ben senin yüzünü kara etmezsem, vebali üzerime olsun!” dedi. Sonra da yüksek sesle; “Uzak yoldan geldim, açım, sıcak bir çorba istiyorum” dedi. Hemen mutfağa koşup, hazırlığa başladılar. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir müddet sükût edip, o gencin gönlünü kendine çekti. Genç aniden yerinden fırlayıp, ızdırab ile yanına gelip, önünde diz çöktü. “Size ben hizmet edeyim” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr izin verdi. Genç hemen hizmete koyuldu. Yemek pişirmek üzere ocak başındakileri kaldırıp, kendisi ateş yaktı. Ateş yakarken, ateşin sıcaklığından yüzü kızarıp terledi. Elleri de is oldu. Yüzündeki teri silmek için elini birkaç defa yüzüne sürdü. Elindeki is karası yüzüne bulaşıp, böylece yüzü karardı. Babası ve diğer misâfirler, “Yüzün kara olmuş” dedilerse de, genç; “Nûr, o karadadır” deyip, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri için yemeği pişirip, önüne koyup ikram etmedikçe, yüzündeki karayı Bilmeyeceğini söyledi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine yemeği ikram ettikten sonra, gidip elini yüzünü yıkadı ve abdest aldı. Sonra da gelip, huzûruna oturdu, onunla birlikte yemek yedi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri Hirat’dan gidinceye kadar da yanından ayrılmadı.

Bir defasında, Ubeydüllah-i Ahrâr’in huzûruna Horasan’dan âşık bir kimse gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık i’tikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, derhâl huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel’in kalbinden; “Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acaba onu neden hoşnut etmedi?” düşüncesi geçti. Ubeydüllah-i Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp, buyurdu ki: “Bu kimseyi köpek ya vı asu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz.” Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisi imiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” ya’nî sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, ma’nen sûretin değişmesi kaidinim amıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtınının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyan olan işlerde ısrar etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbîh ve nasihat de yapılsa gafletten uyanmaz.”

Mevlânâ Gilân Ziyâretgahî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Şeyh Şahin’in evinden çıktığı sırada, büyük birâderlerim Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü’l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine da’vet etti. Teşrîf etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr bana; “Sen niçin da’vet etmezsin?” buyurdu. “Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim” dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. “Bundan fazla birşey yapma” buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sahilleri ve fakirleri, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin teşrîfini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı, iki büyük sofa, gelenlerle doldu.

İki sofa arasındaki mabeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; “Bu kadar kimse geldi” diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; “İki batman undan başka birşey pişirme” buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Ben bu hâlde iken, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; “Söyliyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme” buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, evde bulunan kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mabeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıda toplanmış olanlara çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sahiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı.” Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hirat’da, Mevlânâ Muhammed bin Mevlânâ Seyfeddîn adında, âlim bir komşumuz var idi. Bu zât, Mevlânâ Nizâmeddîn Şehîd’in akrabası idi. Zaman zaman ondan ilim öğrenir, istifâde ederdim. Bir Ramazan ayında, bu zât hastalanmıştı. Hastalığı o dereceye gelmişti ki, başka birinin yardımı olmadan, bir yanından diğer yanına dönemiyordu. Oğulları ve talebeleri; “Artık ölmek üzeredir” diyerek, kefen ve tabut tedârik etmeye başlamışlardı. Bir Cum’a günü, hastalığı son haddîne ulaşmış, iyice ağırlaşmıştı. O gün evlâdından ba’zısı da Cum’a namazına gitmişti. Evde bulunanlardan diğerleri de, cenâzeye hazırlık için bir işle meşgûl oluyorlardı. Herkesin bir işle meşgûl olduğu sırada, hastanın başında, bir hizmetçiden başka kimse kalmamıştı, öğle vakti yaklaştığı sırada aniden kapı çalındı. Hizmetçi gidip, kapı arasından bakınca; kırmızı yüzlü, kumral sakallı ve uzun boylu bir süvari gördü. Atından inip; “Uzak yoldan hastayı ziyârete geldim, müsâade edermisiniz?” diyerek, içeri girmek için izin istedi. Hizmetçi kapıyı açıp, onu içeri aldı. Gelen ziyâretçi hastanın başucuna varınca, hasta, gözlerini açıp baktı. Gelen zâtın üstü başı toz olduğundan, uzaktan gelen bir yolcu olduğunu anlayıp, işâretle; “Kimsin, nereden geliyorsun?” diye sordu. Gelen süvari; “Ben Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebesiyim, hocam beni sizi ziyâret etmek ve sıhhate kavuşacağınızı müjdelemek üzere gönderdi. Sabah namazını Semerkand’da hocam ile kıldım. Akşam namazında orada olacağım ve iftarı hocamla yapacağım” dedi. Hasta yatan Mevlânâ Muhammed, bu sözleri işitir işitmez kendinde bir kuvvet hissedip, kimsenin yardımı olmadan doğrulup, yatağı üzerinde oturdu. Gelen genç, odadaki dolap kenarında duran şerbeti alıp, hastaya bir bardak içirdi. Sonra veda ederek ayrıldı. Atına binip, sür’atle gözden kayboldu. Bu genç süvarinin gelip gittiği sırada, hastanın hanımı, hemen bitişiklerindeki komşunun evinde idi. Kendi evinde konuşulanları duyunca, genç atlı gider gitmez merakla evine koştu. Evine girince, ağır hasta yatan kocasının yatak üzerinde doğrulmuş oturmakta olduğunu ve önünde boş şerbet bardağını görünce hayret etti ve bunun nasıl olduğunu sordu. Kocası da, vukû’ bulan hâdiseyi anlattı. Hasta olan o âlim, o gün ayağa kalkıp, ikindi namazını ayakta kıldı. Birkaç gün sonra da, tam bir sıhhate kavuştu. Tekrar ders vermeye ve ilim öğretmeye başladı.”

Yine Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr’ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlana Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Kulan ile beraber idim. Senelerce sohbetinde ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Ba’zan sohbet sırasında bana hitâb ederek; “Niçin Horasan’a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor” buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet beraber geldiğim Hâce Kulan, Horasan’a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da; “Sen de bununla birlikte sür’atle Horasan’a anne ve babanın hizmetine dön. Benim rahatımı bozuyorlar” buyurdu. Ben de onunla beraber Horasan’a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim, ikisi birden ağlaşmaya başladılar ve; “Biz her namazdan sonra, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk” dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini istedim. Onlar da izin verdiler. İkinci defa hocamın sohbetiyle şereflendim. Artık bundan sonra bir daha, Horasan’a git buyurmadı.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini sevenlerden bir zât şöyle anlatmıştır:

Benim bir hizmetçi kölem vardı. Ondan başka hiçbir kimsem ve hiçbir şeyim yoktu. Onu Semerkand’da kaybettim. Defalarca arayıp, gezmedik dağ ve sahra bırakmadım. Fakat ondan hiçbir eser ve haber bulamadım. Aciz ve şaşkın bir hâlde kaldım. Çünkü o, benim gücüm, kuvvetim, yardımcım idi. Ona şiddetle ihtiyâcım vardı. Birgün yine arazide dolaşarak onu arıyordum. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, talebelerinden büyük bir cemâatle oradan geçiyorlardı. Yanına yaklaşıp, atının başından tutup, derin bir ızdırap ile hâlimi arzettım. Boyun büküp yalvararak ve benim işimi siz hâlledersiniz diyerek ağladım. “Ben zirâatle uğraşan kimseyim, böyle şeyleri bilmem, aramak gerekir ki bulunsun” buyurarak tevâzu gösterdi. Sonra bir müddet susup, yakınımızda bulunan bir köyü göstererek; “Bu köyde aradın mı?” dedi. “Evet o köye defalarca gidip aradım” dedim. “Sen o köye bir daha git, inşâallah onu orada bulursun” buyurdu bonra atını sürüp yola devam etti. Ben de hemen o köyün yolunu tuttum. Köye yaklaşınca, bir de baktım ki, kölem kuru bir yere oturmuş, önünde içi su dolu bir testi, şaşkın, üzgün bir hâlde duruyordu. Onu görünce, gayr-i ihtiyâri; Neredesin be çocuk!” diye bağırdım. Dedi ki: “Ben evinizden çıktığım bir sırada, bir adam beni aldatıp yanına alarak Harezm’e götürdü Sonra beni köle olarak satti. Bugüne kadar onun beni sattığı adamın yanında hizmet etmekteydim. Bugün beni satın almış olan kimseye misâfir geldi. Bana, su doldur gel dediler. Ben de bu testiyi ırmaktan doldurup çıkardığım sırada, birdenbire kendimi bu kuru yerde buldum. Rü’yâ mı görüyorum, uyanık mıyım diye hayretler içerisinde burada düşünüp duruyordum” dedi. Bunun üzerine anladım ki, bunları hep Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin Kerâmeti sebebiyle gördüm ve kölemi buldum. Hemen orada bulduğum kölemi azâd ettim, serbest bıraktım Doğruca Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin yanına gittim. Talebesi olup, sohbetlerine devam ettim. Benim ona talebe olmam bu hâdise sebebiyledir.”

Reşehât müellifi şöyle nakletmiştir Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hacca gitmesine mâni olunmuştu. Bu sebeple hacca gidememişti. Irak Şeyhülislâmı Mîr Abdullah, defalarca şöyle anlatmıştır: “Ben, Mekke’de Şeyh Abdülmu’tî’nin sohbetine kavuşmuştum. Bu zât, Kutb-ül-ârifîn Şeyh Abdülkebîr Yemenî’den sonra Harem-i şerîf ehlinin Arab ve Acemîn kendisine tâbi olduğu, feyzinden istifâde ettikleri bir evliyâ idi. Birgün Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin menkıbelerinden ve şeklinden, şemâlinden, Şeyh Abdülmu’tî’ hazretlerine biraz anlatmıştım. Bunun üzerine bana dedi ki: “Ta’rîf ve anlatmaya lüzum yoktur. Ben burada Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle çok sohbet ettim. Çok huzûrunda bulundum” dedi. Sonra Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hâllerini ve menkıbelerini öyle anlattı ki, sanki senelerce berâber kalmış gibi.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir te’sîre sâhib idi. Sultanlara sözü geçer müslümanların rahatı için onlara nasihat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazîfe olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık davasında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine te’sîr altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla beraber biz, Allahü teâlânın bu husûsdaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makamımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.” Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Birgün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini Mâtürid köyünde ziyârete gelmişti. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturmuştu. Ubeydüllah-i Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine birgün rü’yâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emirleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamanın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsırıddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah hazretlerini karşıladı. Ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervasız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu -sözden gadaba gelip buyurdu ki: “Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. Sizin Mirzâ’nız eğer pervasız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi.

“Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşkend’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’da Mirzâ Ebû Sa’îd zuhur edip, Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı. Bu sırada “Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Sa’îd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâmı ve nişanı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; “Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Sa’îd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?” dedi. Buyurdu ki: “Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun teb’ası olsa gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan’dan Mirzâ Ebû Sa’îd’in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Sa’îd, rü’yâsında Ahmed Yesevî hazretlerini, görmüş. Rü’yâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Sa’îd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rü’yâsında, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sımasını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında; “Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile birlikte Taşkend’e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Sultân’ı Firket yakınlarında karşıladı. Sultân Ebû Sa’îd Mirzâ, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini uzaktan görünce; “İşte rü’yâda gördüğüm azîz!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin cazibesi ile, Ubeydüllah-i Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. “Fâtiha bir kere okunur” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rü’yâya işâret etti.

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi. Maksadını anlatıp, himmet istedi. “Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve teb’aya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve teb’aya merhamet ve şefkat gedeceğine söz verdi. Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.

Reşehât müellifi, bu hâdisenin devamını şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr, Ebû Sa’îd Mirzâ’ya; “Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücum etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücum ediniz!” buyurdu. Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusu, Mirzâ Abdullah’ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücum karşı tarafdan geldi. Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücum etmek üzere hazırlandıktan sırada, Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin; “Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücum etmeyiniz” buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalb-ileri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücuma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi. Sonra da başı kesilerek öldürüldü.”

Hasen Bahâdır adında bir Türkmen oymağının reîsi şöyle anlatmıştır: “Sultan Ebû Sa’îd’in Semerkand’ı fethetmek üzere harekete geçtiğinde ben de vardım. Bir su kenarında iki ordu karşılaştı. Ben, Sultan Ebû Sa’îd’in yakınında idim. Askerîmiz, aşağı yukarı yedibin kişi civârında idi. Mirzâ Abdullah’ın ordusunun, hem askeri hem de silâhları çoktu. Bu arada, bizim askerlerimizden karşı tarafa katılanlar da olmuştu. Sultan Ebû Sa’îd, bu durum karşısında büyük bir ızdırâba düştü. Hayret ve dehşet içinde bana; “Hey Hasen! Söyle ne müşâhede ediyorsun?” dedi. Dedim ki: “Sultânım, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini görüyorum, önümüzde gitmektedir.” Ben böyle söyleyince, Sultan Ebû Sa’îd; “Vallahi ben de Hâce Ubeydullah hazretlerini gördüm” dedi. Ben de Sultân’a; “Gönlünü hoş tut, düşmana karşı muzaffer olacağız” dedim. Sultan hücum emri verince, askerîmiz hepbirden hücum etti. Yarım saat içinde düşman perişan oldu. O gün Semerkand fethedildi. Mirzâ Abdullah da öldürüldü.” Bu zaferden sonra Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinden Semerkand’a teşrîf etmesini istirhâm etti. Sultân’ın istirhâmını kabûl edip, Taşkend’den Semerkand’a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah’ın akrabasından Mirzâ Bâbür’ün, büyük bir ordu ile Semerkand’a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Sa’îd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; “Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?” dedi. O da, Sultân’ı teskin ve teselli edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Sa’îd’in yakınları, onu Türkistan’a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri durumu öğrenince celallenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Sa’îd’e; “Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyâç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür’ü durdurmak bizim vazîfemizdir” buyurdu. Bu sözleri işitenlerden ba’zıları; “Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor” diye söylendiler. Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand’da kalmaya karar verdi. Beyleri; “Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?” dedilerse de, Ebû Sa’îd’i ikna edemediler. Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen ta’mir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür’ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücuma geçilip, perişan edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Sa’îd’in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhafaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücuma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek te’mini için gönderdiği askerlerin ba’zılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür’ün ordusunu perişan ediyordu. O sırada bir de hayvan vebası hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür’ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Ebû Sa’îd Mirzâ ile anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetinden Mevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydüllah-i Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi; “Bizim Mirzâ’mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez” dedi. Bunun üzerine Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle dedi: “Eğer Mirzâ Bâbür’ün dedesi Mirzâ Şahrûh’un kalbimizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamanında Hirat’ta idim. Onun zamanında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!” Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür’ün yanına, anlaşmaya da’vet etti. Sultan Ebû Sa’îd, anlaşma için Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım’ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.

Bir defasında da Sultan Mahmûd, kardeşi Sultan Ahmed Mirzâ’nın bulunduğu topraklarda gözü olduğu için savaş açtı. Bu sebeple Semerkand şehrini kuşatmak için harekete geçti. Bu haber Semerkand’da duyulunca, Ubeydüllah-i Ahrâr bir mektûp yazıp, bu işten vazgeçmeğini bildirdi Bu mektûp şöyledir: “… Büyükler, Semerkand şehri için korunmuş belde demişlerdir. Kitaplarında da böyle yazmışlardır. Semerkand’a kasdetmeniz uygun olmaz. Bu fakîr, sizi çok sevdiğimden dolayı, vazîfemi yerine getirmek için bu işten vaz geçmenizi tavsiye ederim. Bu güne kadar nasihatlerimi kabûl etmediniz. Halkın arzularına uyup, bizim ikâzlarımıza aldırmadınız! Ne garîb bir vaziyeti Halk, kendi istekleri için çalışır. Ben ise senin için çalışıyorum. Semerkand’da fakir, muhtaç ve î sâlih insan pekçoktur. Onları daha fazla darıltmak ve incitmek doğru değildir. Yanık gönüllerin neye sebeb olduğu ma’lûmdur. Sâlihlerin ve mü’minlerin gönüllerini yaralamaktan çok korkmak lâzımdır. Sırf Allah için yaptığım bu isteği kabûl ediniz! Sen ve kardeşin, karşılıklı olarak birbirinize yardımcı olun ki, Allahın rızâsını ve inâyetini kazanasınız. Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onları korumuştur. Hadîs-i kudsîde; “Onlarla muharebe etmek, benimle cenkleşmektir” buyurmuştur. Nice Hadîs-i şerîflerde de aynı hikmet bildirilmiştir.”

Mirzâ Ebû Sa’îd’in komutanlarından olup, Mirzâ Mahmûd’a katılan bir emîre de şöyle bir mektûp gönderdi: “înâd ve muhalefetten dönünüz. Bilmez misiniz ki; yüzbin kişi, Hâce Abdülhâlık silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır. Onlara saldıranlar mağlub olur. Bu taife tasarruf sahibleridir ve Allahü teâlânın izniyle ne dilerlerse o olur.”

Sultan Mahmûd Mirzâ, bu ikâzlara rağmen Semerkand’ı muhasaradan vazgeçmedi. Büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdü. Ordusundan dört bini Türkmen muhafız idi. Semerkand Sultânı Ahmed Mirzâ, üzerine gelen bu kuvvete karşı duramayacak vaziyette idi. Kaçmak için Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinden müsâade istedi. Ubeydüllah-i Ahrâr bu sırada medresede bulunuyordu. Sultân’a; “Siz kaçarsanız, bütün Semerkand halkı başsız kalır ve esîr düşer. Yerinde dur ve gönlünü hoş tut. Biz bu işe kefiliz” dedi. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’yı medreseye alıp, kendisi çıkış kapısının yanına oturdu. Kocaman bir de hurç getirtip, içine günlerce yetecek erzak doldurttu. Ondan sonra yüzleri Sultân’a gelecek sûrette eşiğe oturup, kendisini iknâya çalıştı ve buyurdu ki: “Semerkand düşecek olursa, siz bu hurcu yanınıza alıp, ailenizle beraber, düşmanın gireceği kapının ters tarafındaki kapıdan çıkar, gidersiniz!” Sonra yakınları, Mevlânâ Seyyid Hüseyn, Mevlânâ Kâsım ve Mir Abdüleyvel ve Mevlânâ Ca’fer’i çağırttılar ve şöyle emir verdiler “Tez gidin, surların burcuna çıkın ve Sultan Mahmûd Mirzâ’nın askeri bozguna uğramadan benim yanıma gelmeyin! Faraza o asker mağlub olmazsa, siz de gelmeyin!” Mevlânâ Kâsım şöyle anlatmıştır: “Burcun üzerine çıktık ve murâkabeye vardık. Bir ân geldi ki, kendimizi göremez ve bulamaz olduk. Gördük ki, biz yokuz, ortada yalnız Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri var. Sanki âlem, Hâce hazretlerinin vücûdu ile dolmuştu.”

Muharebede bulunmuş bir sipâhi de şöyle anlatmıştır: “Biz, bir alay süvari, Sultan Mahmûd Mirzâ askeriyle muharebe etmekteydik. Üstünlük düşman tarafındaydı. Ben arada bir, surların burcunda murâkabeye varmış olan azîzlere göz atıyordum. Başlarını göğüslerine dayamış sessiz ve hareketsiz oturuyorlardı. Muharebe uzun sürdü. Az kaldı ki, karşı taraf bizi dağıtıp perişan edecekti. Şehir halkı ümitlerini kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Bu sırada birdenbire, Kıpçak Çölü tarafından korkunç bir kasırga esmeğe başladı. Sultan Mahmûd ve ordusu ne yapacağını şaşırdı. Kimse gözünü açamaz oldu. İnsanlar ve hayvanlar devrilmeğe başladı. Çadır, karargâh, sancak ve eşya havada uçuşuyor, ba’zı adamlar bile kuru yapraklar gibi havaya savruluyordu. Bu sırada Sultan Mahmûd Mirzâ ve birkaç yakını bir hendeğe atlayıp, ancak korunabilmişti. Fakat bir dağ kenarında bulunan bu hendeğin üzerine de dağdan kopan büyük bir kaya parçası düşmüş ve içindekilerden çoğunu öldürmüştü. Kaya parçasının düşüşünden öyle korkunç bir ses çıkmış ki, Türkmen süvarilerinin atları ürküp boşanmış ve sahiplerini çiğneyerek kaçmaya başlamışlardı. Herkesin birbirini çiğneyip ezeceği bir ana-baba günü olmuştu.”

Bu vaziyetten dehşete düşen Sultan Mirzâ Mahmûd, atına atlayıp kasırga istikâmetinde dört nala kaçmaktan başka çâre bulamadı. Ordusu da arkasından kaçtı. Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ, ordusunun başına geçti ve Semerkand halkı ile onların peşlerine düşüp, beş fersah kadar ta’kib etti. Ellerine geçeni kılıçtan geçirdiler. Çok mal ve silâh topladılar, İlâhî lütûfla kazanılan bu zafer karşısında, burç üzerinde murâkabeye varmış olanlar da Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin huzûruna döndüler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sultan Ahmed Mirzâ’yı sarayına gönderdi. Kendisi de huzûr ve saadet içinde evine gitti.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde ! şöyle bildirmiştir “Birgün Şeyh Mirzâ Ömer, Kıbçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd’dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand Sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydüllah-i Ahrâr’a da yanlarında gelmesini rica etti. Ubeydüllâh-i Ahrâr da orduyla beraber gitti. Halk, Sultân’ın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydüllah-i Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed’in ordusunda kaldı. Ordu, “Akkurgân” denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ’ya; “Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecalim kalmadı” dedi. Sultan Ahmed Mirzâ: “Benim bir kararım yok. Herşeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız” dedi. Bunun üzerine Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ’nın ve Sultan Mahmûd’un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh’a gittiler. Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd’a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi, iki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştınlacaktı. Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ’nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydüllah-i Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh’a gitti. Mirzâ Mahmûd’un, bu işden memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’nın hâlinde, garîb bir tutukluk ve ihtiyât vardı. Nitekim Ubeydüllah-i Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ! hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd’u; ikâz edip, herhangi bir hileye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; “Deveni bağla, sonra tevekkül et” buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacaktı. Çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip, “Ben tek kişiyim ve ihtiyârlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık takatim kalmadı. Eğer bana i’timâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Cadın nereye kurarlarsa kursunlar” dedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; “Mâni olmayın! Cadın nerede isterlerse orada kursunlar. Benim i’timâdım Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinedir” dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sut tan Mahmûd Mirzâ’yı ve Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydüllah-i Ahrâr’ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün mes’elelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahîdnâme yazıldı ve üç sultan da imzaladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vasıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ’dan Sultan Mahmûd Mirzâ’ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu. Sultanlar birbirlerine veda edip ayrıldılar.

Ubeydüllah-i Ahrâr bu üç pâdişâhı birbirleri ile barıştırıp sulhu sağladığı sırada, talebelerinden biri orada, tasavvufda bir hâl olan gaybet (kendinden geçme) hâline girip, şöyle keşfetmişti: “Bir meydanda üç azgın deve birbirlerini ısırmak ve parçalamak üzere iken, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bunları yularlarından tutup yakalıyor ve birbirlerini ısırmalarına mâni oluyordu.”

Bu anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve te’sîrinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufda yükselmiş büyük bir evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd Mirzâ’ya; “Siz Taşkend’e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım” buyurdu ve talebeleri ile Taşkend’e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlâna Muhammed Kâdı’ya şöyle buyurdu: “Bu işlere ne dersin? Bu vak’a, kitaba yazılacak şeylerdendir!”

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, ta’kib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip ta’kib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Ubeydüllah-i Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın şeklini ve şemâlini ta’rîf etti ve “O zâtın beyaz bir atı var mı idi?” diye sordu. Ben de ta’rîf ettiği bu zâtın, babam Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup, ba’zan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şöyle anlattı: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydüllah-i Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini ta’rîf ederek, şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver” buyurdu. Emîrlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”

Vefâtı: Talebesi ve “Reşehât” kitabının müellifi olan Ali bin Hüseyn şöyle anlatmıştır: “893 (m. 1488) senesi Rebî’ul-âhır ayının yirmidördünde, Pazartesi günü ikinci defa Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetine kavuşmakla şereflenmiştim. Sohbet sırasında; “Üç yıl dört ay sonra yaşım tam doksan olur” buyurdu. 895 (m. 1490) senesinde, Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalandığı senenin Rebî’ul-evvel ayının sonunda, Cumartesi günü vefât etti. Hastalığı seksendokuz gün sürdü. Vefâtından oniki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksendokuz yaşım tamâm olup, doksana girerim. Ba’zı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyurulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.

Talebelerinden Mevlâna Ebû Sa’îd Ubehî şöyle anlatmıştır: “895 (m. 1490) senesi Muharrem ayının yirmisinde Çarşamba günü, Hâce Ubeydullah hazretleri “Kefşir” mahallesinden kalkıp, “Kemânkerân” köyüne gitmek üzere yola çıktı. Yolda “Geçiyân” mahallesinde konaklayıp, geceyi orada geçirdi. Perşembe sabahı Kemânkerân’a doğru yola çıktı. Hastalığı şiddetlenerek, yola devam edemedi. Cum’a sabahı Kemânkerân’a gitmek üzere yola devam etti. Yolda zaman zaman durup dinlendi. Cumartesi gecesi yatsı namazı Kemânkerân köyüne vardı. Yedigün orada kalıp, yedinci Cum’a günü, sabahtan i’tibâren akşama kadar hastalığı her saat arttı. Böylece üç ay hasta yattı. Bu hastalığı sırasında, namazlarını ilk vaktinde kılma husûsunda çok dikkat gösterdi. Hastalığının ve za’fiyetinin ağırlaşıp şiddetlendiği zamanlarda bile böyle idi.

895 (m. 1490) senesi Rebî’ul-evvel ayının sonunda, bir Cum’a günü hastalığı ağırlaştı ve can çekişme hâli Cum’a günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. O sırada câmide olan halk; “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine birşey oldu” diyerek, Cum’a namazından sonra herkes Semerkand’dan Kemânkerân köyüne doğru yola çıktı. Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktilar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr patladıktan sonra, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cum’a sabahı bütün devlet erkânı ile Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini son defa gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand’a getirtti, öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defn edildi.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.

Talebeleri: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî’dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Übeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini “Mesmû’ât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” adlı bir kitap yazarak toplamıştır.

Oğlu Muhammed; Zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştı.

Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükselmiştir. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekîl bırakmıştır.

Mevlânâ Seyyid Hasen; meşhûr talebelerinden olup, babası onu çok küçük yaşında iken Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydüllah-i Ahrâr ona; “Senin ismin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki, “Adım Bal’dır” cevâbını verdi. Ubeydüllah-i Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kabiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal’dır dedi.” Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydüllah-i Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.

Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu husûsta örnek teşkil eden bir talebesi idi.

Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufda yüksek derecelere kavuşmuştur.

Mevlânâ Ca’fer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.

Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkand’da parmakla gösterilen âlimlerden idi.

Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî’nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.

Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.

Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim idi.

Mevlânâ Ebû Sa’îd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhi’dir. Simâv-hdır. İlim edindikten sonra, Semerkand’a ve Buhârâ’ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydüllah-i Ahrâr’a intisabı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul’a geldi.

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bir talebesi de Abdullah-i Semerkandî’dir. Önce, Ya’kûb-i Çerhî’ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş’dan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesi’nde müderris idi.

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bir talebesi de Haydar Baba’dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmii’nde i’tikâf etti. Kanunî Sultan Süleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında, Cezri Kâsım Paşa Câmii’ne inen yol üzerinde “Haydar Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydar Baba, 957 (m. 1550)’de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir.

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Zamanımızda ehl-i irâdet, mürid (talebe) olma kabiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektûp yazarak şöyle cevap Vermiştir “Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer Şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!”

“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyükleri yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi (vâlisi) idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdadî’nin akrabası olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamana kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de hela temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu ondört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, birgün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, tasavvufda her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi ma’nâlara gelen “Yâd-ı daşt” makamı üzere olmasını emretti.” “İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Ba’zıları demişlerdir ki: “O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesaba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamanı tâat, ne kadar zamanı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamanı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamanı için de istiğfar etmelidir.” Ba’zıları da şöyle demişlerdir: “Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmesidir” demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir.”

Bigâneler, gâfil ve anlayışsızlar ile birlikde bulunmanın zararı husûsunda şöyle buyurmuştur: “Birgün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; “Meclisimize bir bigâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz” buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birini bulamadıklarını söyleyince; “Bastonların bulunduğu yere bakınız” dedi. Talebeleri oraya bakınca, oraya bir bigânenin asasını bırakmış olduğunu anladılar, o asayı oradan çıkarıp attılar.”

Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; “Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor” dedikten sonra, o talebeye dönüp; “Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?” dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.

“İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de te’sîr eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu husûsta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâ’be’de kılınan iki rek’at, başka yerlerde kılınan namazın bin rek’atına bedeldir.”

“Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “Allahü teâlâdan başka hiçbir muradın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu muradın hâsıl olunca, işin tamamdır, isterse senden kerâmetler, hâller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.”

“Dervişlik; herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”

“Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Birgün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî mes’eleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü.” Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’dan bundan daha iyi bir söz işitmedim.”

“Şeyh Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr, Tasavvufu şöyle ta’rîf etmiştir “Şimdiye kadar evliyâdan yediyüz zât tasavvufun ta’rîfi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”

“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakîkatlerini anladığı kadardır.”

Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kerre, belki daha fazla tasarruf edildiği hâlde ve nisbet sahibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhafaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu ni’met elden giderse pişman olursunuz. Son pişmanlığın faydası olmaz.”

“Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.”

“İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir.” “İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

“İlim iki çeşittir: Biri veraset ilmi, bin de ledün ilmidir. Veraset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir, ilâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”

“Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet etdikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makamda edeb lâzımdır. Edeb de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermanını beklemek lâzımdır.”

“Çok açlık ve çok uykusuzluk, dimağı yorar. Hakîkatleri ve ince bilgileri anlamağı önler. Bunun için, riyâzet çekenlerin keşifleri hatalı olur.”

“Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik.

Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”

“Bizim yolumuzda, el helâl kârda gönül ise hakîkî yârdadır.”

“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları ta’zimi gösterememekten korkuyorum.”

“Söz, yüce bir şeydir. Zamanında ve yerinde olmalıdır.”

“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür.”

“Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Ya’nî, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”

Buyurdu ki: “Bütün hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yer-ileştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzelmem.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1078

2) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, 193 Mektûb

3) Reşehât sh. 229

4) Nefehât-ül-üns sh. 441

5) Umdet-ül-makâmât sh. 77

6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 245

7) Şakâyık-ı Nu’maniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 269

8) Tâc-üt-tevârih cild-1, sh. 437

9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 650

10) Rehber Ansiklopedisi cild-17, sh. 182

11) Fevâid-ül-behiyye sh. 145

12) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 139

13) Mir’ât-i kâinat cild-3, sh. 61

14) Silsilet-ül-ârifîn, Süleymâniye Kütüphânesi Hacı Mahmûd bölümü No: 2830 Varak, 28-b, 157-b, 178-a

15) Mesmû’ât, Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi bölümü, No: 1715 Varak: 5-a, 24-a, 29-a.

16) Reşehât (Arabî) sh. 168


UBEYDÜLLAH-I AHRÂR

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ