Fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Abdürrahmân İbni Ahmed bin Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Mekârim olup, lakabı Şemsüddîn’dir. 930 (m. 1523) senesinde Mısır’da doğdu. 994 (m. 1585) senesinde burada vefât etti.
Umdet-üt-tahkîk kitabının sahibi Muhammed Bekrî’nin hayâtını, kendisinden şöyle nakleder: “Büyük âlim ve evliyâdan olan babamın terbiyesinde yetiştim. Yedi yaşımın sonlarında Kur’ân-ı kerîmi, sekiz yaşında iken İmâm-ı Mâlik’in “Elfiye” adlı eserini ezberledim. Bunu, Mekke-i mükerremenin en büyük âlimlerinin huzûrunda okudum. Huzûrlarında “Elfiye”yi okuduğum âlimler arasında; Şafiî mezhebi âlimi İsmâil Kayrevânî, Mâlikî mezhebi âlimi Muhammed Hattâb-ı Kebîr, Hanefî mezhebi âlimi İbn-i Bûlâd bulunuyordu. Bunlar bana icâzet (diploma) verdiler. On yaşına girmeden, büyük âlim ve velî bir zât olan Ebû İshak Şîrâzî’nin “Tenbîh” isimli eserini ezberledim. İlim öğrenmem, babamın derslerine devam etmek sûretiyle onun vefâtına kadar devam etti. Bu süre içerisinde muhtelif ilimleri okudum. Meşhûr altı hadîs kitabından olan sünenleri ve çeşitli fıkıh kitaplarını okudum. Onyedi yaşı civarında iken eser yazmağa başladım.
951 (m. 1545) senesinde, dedemin ve babamın isimleri ile bilinen Câmi-i Ebyâd (Beyaz Câmi) diye meşhûr olan câmide; kırâat, hadîs ve fıkıh dersleri verdim. Aynı sene babam bir mecliste şöyle buyurdu: “Oğlum Muhammed’e bu sene öyle bilgi ve ma’rifetler hâsıl oldu ki, talebelerimin en gözde olanı bunları elde etmek için altmış sene uğraşmış olsaydı, onun ulaştığı mertebeye ulaşamazdı.” Yine babam, son haccına gitmeden önce şöyle buyurdu: “Bu sefer dönüşümde, şeyh ve mürebbî olursun.” Nitekim hacdan dönüşünde, bana bu husûsta izin verdi. Hattâ bana; “Senin durumunu Resûlullaha ( aleyhisselâm ) arz ettim. “Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ), oğlum Muhammed için ne vardır?” diye sordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Eğer Kureyş’e, onun gibiler için olan şeyi haber vermiş olsaydım, muhakkak ki, onlar hayret ederlerdi” buyurdu.
Babam, 952 (m. 1546) senesi Rebî’ul-evvel ayının onüçünde, Pazartesi günü öğleden sonra vefât etti. Vefât etmeden önce, onun izni ile, dînî ilimleri okutmak için onun yerine oturdum. Hadîs, tefsîr, fıkıh ilimleri ve tasavvuf yolunu tâliblerine öğrettim. Allahü teâlânın çok lütuf ve ihsânlarına kavuştum. Allahü teâlâ bana öyle ilim ve ma’rifetler lütfetti ki, Câmi’ul-Ezher’de Besmele-i şerîfin “Be” harfinin derin ma’nâlarını anlatmak için ikibinikiyüz ders yaptım.
Ebû Bekr künyesini bana babam vermiştir. Ebü’l-Mekârim künyesine gelince, onu şöyle anlattılar Anneannem olan Hadîce binti Hâfız, sâliha bir kadın idi. Hicaz’a gidip, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede otuz sene ikâmet etti. Mısır’da doğduğum gece, anneannem Mekke-i mükerremede bir rü’yâ görmüş. Rü’yâsında beni ona götürmüşler. O da beni kucağına alıp, Kâ’be-i muazzamanın etrâfında tavaf etmiş. Tavaf esnasında; “Yâ Rabbî! Senden bu torunumun âlim ve sâlih olmasını diliyorum” diye duâ etmiş. O esnada Kâ’be-i muazzamadan doğru gelen ve; “Ona Ebü’l-Mekârim künyesini verin” diyen bir ses işitmiş. Sonra da bana Ebü’l-Mekârim künyesini verdiler. Lakabım Zeynel âbidîn’dir. Ancak Şemsüddîn lakabım daha çok kullanılmaktadır.
Babam, Tâc-ül-ârifîn Muhammed Ebü’l-Hasen’dir. Babam soyumuzun, baba tarafından Hazreti Ebû Bekr’e, anne tarafından ise Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) ulaştığını söylemiştir.”
Büyük âlim olan Muhammed Bekrî’nin derslerinde ve sohbetlerinde bulunanlar, onun anlattığı şeylere hayran kalırlardı. Anlattıklarının, beşer aklı ile bilinebilecek şeyler olmadığından, bu bilgilerin, ona Allahü teâlânın bir ihsânı olduğunda şüphe etmezlerdi. Muhammed Bekrî, ilimde o kadar yükselmişti ki, ömrünü zâhirî ilimleri tahsil ile geçirmiş ve ilâhî ma’rifetlerden de nasîbini almıştı. Âlimler onun hakkında; “Vallahi, ondan işittiğimiz bu sözleri nereden aldı, nereden öğrendi. bilmiyoruz. Eğer peygamberlik kapısı Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile kapanmamış olsa idi, sözlerini, onun peygamber olduğuna delîl getirirdik” derlerdi.
Muhammed Bekrî, tefsîr ilminde de derin bir âlim idi. Tefsîr dersleri verirken, derin ve ince ma’nâlardan bahsederdi. Âlimlerin, tefsîrini yaptığı âyet-i kerîmelerle alâkalı olarak bildirdiklerini de naklederdi. Bunlar arasında evlâ olan ma’nâyı da söylerdi. Sonra tasavvuf büyüklerinin her âyet-i kerîmeye dâir bildirdiklerini naklederdi. Bütün bunları; fesahat, belagat ve yüksek bir ifâde üslûbu ile açıklardı. Hadîs ve fıkıh derslerini de aynı şekilde anlatırdı. Hangi ilme dâir derse başlarsa, dinleyen onu, o ilmin bütün temel bilgilerine ve inceliklerine vâkıf olarak görürdü. Câmi’ul-Ezher’de ve başka yerlerde ders verdi. İnsanlar, onun elini öpmek ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Onun bulunduğu yer çok kalabalık olurdu.
Babası Şeyhülislâm Ebü’l-Hasen Bekrî, vefâtına yakın onunla yalnız bir odada kaldı. Muhammed Bekrî bu arada, Allahü teâlânın babasına lütuf ve ihsânda bulunduğu feyz ve ma’rifetlerden çok istifâde etti. Ebü’l-Hasen Bekrî, sonra herbiri şeyhülislâm ve zamanının ileri gelen âlimlerinden olan ve ömürlerinin büyük bir kısmını ondan ilim öğrenmekle geçiren talebelerini yanına çağırarak, oğlu Muhammed Bekrî’den istifâde etmelerini, ondan ilim öğrenmelerini, onun emri altına girmelerini vasıyyet etti.
Umdet-üt-tahkîk kitabının sahibi, Muhammed Bekrî hakkında şöyle demektedir: “Muhammed Bekrî, onsekiz yaşında iken, Beyaz Câmi’de, Mısır’ın meşhûr âlimlerinin huzûrunda verdiği tasavvuf dersinde, babasının yerine geçmeğe lâyık olduğunu gösterdi. Tasavvufa dâir derin mes’eleleri hazırlıksız olarak anlattı.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Tabakât-ül-kübrâ isimli eserinde, onun hakkında şöyle yazmaktadır: “Muhammed Bekrî, dînî ilimlerde ulemâ-i râsihînden, kâmil oğlu kâmil bir zâttır. Onun şöhreti, onu anlatmaya ihtiyâç bırakmamaktadır. Allahü teâlânın, kalbine ilim, ma’rifet ve sırları akıttığı, asrında hiçbir kimseye nasîb olmayan mertebeye ulaşan bu mübârek zâtı nasıl anlatabiliriz? Âlimler, yeryüzünde Mısır’dan daha çok âlim bulunan bir yer olmadığı hakkında ittifâk etmişlerdir, işte böyle bir diyarda onun gibisi yoktur. Onun faziletini ancak hasedciler ve kalb gözü açık olmıyanlar inkâr edebilir. Onunla iki defa hacca gittim. Onun kadar ahlâkı güzel, insaniyeti ve insanlara muâmelesi iyi birisine rastlamadım. Sözleri çok tatlı idi. Zâhirî ve batınî ilimlerde fetvâ verirdi. O asırda bütün memleketlerde bulunan âlimler, onun üstünlüğü husûsunda ittifâk ettiler. Muhammed Bekrî, babası gibi vera’, takvâ ve zühd sahibi olarak yetişti.
Dünyâya rağbet etmedi. Onun için dünyâ, ona boyun eğerek geldi. Onun o kadar yüksek ve güzel hâlleri vardır ki, anlatarak bitirmek zordur.
Onun Hazreti Ebû Bekr’in soyundan olduğunun delîllerinden birisi şöyledir: “Mekke-i mükerremede şöyle bir rü’yâ gördüm. Rü’yâmda Muhammed Bekrî’nin hasedcilerinden birisi, onun gıybetini yapmıştı. Ben o şahsın, hocam Muhammed Bekrî’yi gıybet etmesine mâni oldum. Fakat o şahıs, gıybet etmeye devam etti. Sonra Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ı ( radıyallahü anh ) rü’yâda gördüm. Bana şöyle buyurdu: “O şahsın oğlum Muhammed’i gıybet etmesine mâni olduğun için, onun tarafından Allahü teâlâ seni hayır ile mükâfatlandırsın.” Bu rü’yâdan sonra, Muhammed Bekrî’nin Hazreti Ebû Bekr’in soyundan olduğunun doğruluğunu anladım.
Hocam Muhammed Bekrî, asrında, tasavvufun inceliklerini fasih ve beliğ bir şekilde anlatması bakımından, Abdülkâdir-i Geylânî’ye benzemektedir. O, Allahü teâlânın lütfuna ve ihsânına kavuşmuştu. Hocam Ali Vefâ; “İnsanlar arasında Hazreti Ebû Bekr’in soyundan, Ebü’l-Hasen Bekrî isminde birisi gelecektir. Bütün hâllerimizde, bize vâris olur. Bizim mertebemize ulaşır. Ondan sonra Muhammed Bekrî gelir” buyurarak onun üstünlüğünü belirtmiştir.”
Ebü’l-Hasen Bekrî vefât edince, talebelerinin büyüklerinden olan bir zât, onun yerine Câmi’ul-Ezher’de ders vermek istemişti. O sırada Muhammed Bekrî’nin yaşı küçük olduğu için, daha babasının yerinde ders verebilecek durumda olmadığını sanıyordu. Çünkü o, yirmibir yaşında idi. Aynı zamanda, daha önce ilim meclislerinde ders de vermemişti. Bütün bunlara rağmen, ders vermesi için ona bir meclis kuruldu. Bu mecliste, Mısır’daki dört mezheb âlimlerinin ekserisi hazır bulundu. Muhammed Bekrî ders vermeye başladı. Önce sâdece tefsîr ilmine dâir ders vereceği zannedildi. Fakat o, bütün ilimlerden, derin ma’rifetlerden ve hiç duymadıkları bilgilerden bahsedince, orada bulunanlar hayretlerini ifâde ettiler. Onun ilimdeki üstünlüğünü ve Mısır’da babasının yerine ders vermeğe herkesten daha layık olduğunu kabûl ettiler. Sözlerinde ve hâllerinde babasına benziyordu.
Talebesi Abdürrahîm Şa’râvî şöyle anlattı: “Bir defasında Mekke-i mükerremede hocam Muhammed Bekrî ile mücavir olarak bulunuyordum. Hiç yanından ayrılmadım. Birgün Harem-i şerîfte, Bâb-ı İbrâhim denilen yerde oturuyorduk. Bu sırada, evinden hizmetçisi gelip, ba’zı ev ihtiyâçlarını almak için ondan para istedi. O sırada parası olmadığı için hizmetçiye; “İnşâallah ben birazdan gönderirim” dedi. Bunun üzerine hizmetçi gitti. Fakat biraz sonra tekrar gelip, ısrarlı bir şekilde para istedi. Muhammed Bekrî, önceki gibi cevap verdi. Fakat hizmetçi ısrarla para istiyordu. Hizmetçinin bu ısrârı karşısında Muhammed Bekrî, Kâ’be-i muazzamayı tavaf etmek için kalktı. Ben de onunla birlikte gittim. Muhammed Bekrî, tavaf ederken şu sözleri söylüyordu: “Yâ Rabbî! Bitkiler kurudu. Onları lütfedeceğin yağmur ile sula. Bize yardım eyle. Çünkü biz, senin lütuf ve ihsânını umuyoruz.” Bir müddet sonra Hindistanlı bir zât Muhammed Bekrî’nin yanına gelerek, elini öptü. Cebinden, içerisinde bir miktar dinar bulunan bir kese çıkarıp verdi ve; “Efendim! Bu kese size hediyedir. Bunu Hindistan Sultânı gönderdi” dedi. Bunun üzerine Muhammed Bekrî, bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı. Sonra o keseyi hizmetçisine verdi. Hizmetçi sevinçle ihtiyâçları karşılamak için çarşıya gitti.”
Gazzî şöyle anlattı: “Birgün birisi hocam Muhammed Bekrî’den bahsederek; “Bilmiyorum, Muhammed Bekrî, bu kadar bol yiyecek ve giyeceği nasıl buluyor?” dedi. Bu sırada Muhammed Bekrî, bulunduğumuz yere gelerek; “Oğlum! Dünyâ bizim kalbimizde değil elimizdedir” dedi.
İbrâhim Ubeydî “Umdet-üt-tahkîk” isimli eserinde şöyle nakleder: “Muhammed Bekrî, bir sene hacca gitti. Bu sırada Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîflerini de ziyâret etti. Mescid-i Nebevî’ye gelip, Ravda-i mutahhera ile minber arasına oturdu. O sırada Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şifahi olarak; “Allahü teâlâ seni ve soyunu mübârek kılsın” buyurdu.
Şöyle anlatılır: “Hüseyn Paşa, Buhârâ vâlisi Ömer bin Îsâ’ya bir işinden dolayı kızdı. Adamlarını gönderip onu yanına getirmelerini emretti. Ömer bin Îsâ’yı getirdikleri vakit öldürecekti. Vâli yolda, Hüseyn Paşa’nın adamlarından, kendisini önce Muhammed Bekrî’ye götürmelerini rica etti. Hüseyn Paşa’nın adamları bu isteği kabûl ettiler. Muhammed Bekrî’nin evine vardıkları zaman, onun husûsî odasında yalnız başına olduğunu söylediler. Muhammed Bekrî bu sırada kimse ile görüşmezdi. Bunun üzerine Vâli, Muhammed Bekrî’nin talebelerinden Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin yanına götürülmesini istedi. Hüseyn Paşa’nın adamları bu isteği de kabûl ettiler. Oraya varınca, Vâli, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’den, Hüseyn Paşa’nın yanında kendisine şefaatçi olmasını istedi. O da Vâli’ye; “Hüseyn Paşa ile hiç görüşmemiz yoktur. Fakat ben Muhammed Bekrî’ye gidip, senin için Paşa’nın huzûrunda şefaatçi olmasını isterim” dedi. Sonra hemen Muhammed Bekrî’nin huzûruna gitti. Durumu Muhammed Bekrî’ye arzetti. O sâdece; “Vâli’ye dayısını tavsiye ederim” buyurdu. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onun bu sözünün ma’nâsını anlıyamadı. Vâli Ömer bin Îsâ’nın annesi, oğlunun bu hâlde götürüldüğünü öğrenince, Hüseyn Paşa’nın hanımlarının yanına gitti. Oğlunun durumunu onlara anlattı. Vâli’nin annesinin bu husûs için geldiği haberi Hüseyn Paşa’ya ulaşınca, hazırlanıp makamına gitti. Vâli’nin annesi onunla görüştürüldü. Vâli’nin annesi oğlunun durumu hakkında Hüseyn Paşa ile konuşmaya başladı. Hüseyn Paşa, Vâli’nin annesine nereli olduğunu sordu. O da, memleketini ve ailesinin kimlerden olduğunu açıkladı. Hüseyn Paşa, kadına; “Senin hiç kardeşin var mı?” diye sordu. Kadıncağız;
“Evet, filan isimli bir kardeşim var” dedi. Bunun üzerine Hüseyn Paşa, o kadının kendi kardeşi olduğunu anladı ve; “Ben senin kardeşinim” dedi. Böylece Muhammed Bekrî’nin; “Ona dayısını tavsiye ederim” sözünün ma’nâsı anlaşıldı. Hüseyn Paşa yeğeni olan Îsâ bin Ömer’i derhâl huzûruna çağırdı. Durumu ona anlattı ve eski vazîfesine onu tekrar ta’yin etti. Vâli huzûrdan ayrıldı. Doğruca Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin yanına gitti. Durumu ona anlattı. O da, bu durumun Muhammed Bekrî’nin bereketiyle olduğunu; gidip ona teşekkür etmesini söyledi. Vâli derhâl Muhammed Bekrî’nin huzûruna giderek elini öptü ve hayır duâsını aldı.”
Şöyle anlatılır: Muhammed Bekrî, birgün talebelerinden birisine; “Git, bize biraz yiyecek satın al, gel” dedi. Talebenin üzerinde hiç para yoktu. Para yanında olan talebe o sırada orada değildi. Bu talebe; “Efendim, paranın bulunduğu arkadaşımız şu anda burada yok” deyince, Muhammed Bekrî; “Bizim masrafımızı, rızkımızı, herşeyin sahibi ve mâliki olan Allahü teâlâ verir” deyip, elini orada bulunan bir ağacın dalına uzattı. Birkaç yaprak koparttı ve talebesine verdi. Talebe yaprakları eline alınca, onların birer dinar olduğunu gördü. Muhammed Bekrî tekrar ona; “Şimdi git, birşeyler al da gel” dedi. Orada bulunanlar da, ağaç yapraklarının Allahü teâlânın izni ile dinara döndüğünü gördüler.
Torunu anlatır: Bir gece seher vaktinde kalkmıştım. Bu sırada; “Ey Muhammed! Karafe’de bulunan deden Muhammed Bekrî’nin kabrini ziyâret et” diyen bir ses işittim. Ses gittikçe kuvvetleniyordu. Evin avlusuna çıktım. Fecr doğuyordu. Hava biraz aydınlanmıştı. Sabah namazını kıldım. Sonra bineğime bindim. O ses daha da kuvvetlenmişti. Doğruca Karafe kabristanına gittim. Hazreti Ebû Bekr’in soyundan gelen büyüklerin bulunduğu tarafa gittim. Dedem Muhammed Bekrî’nin kabrinin başına vardım. Kabrin yanına oturdum. Kabre yaklaşıp, gizli bir sesle, ona ba’zı ihtiyâçlarımı arzettim. Sonra oradan ayrıldım. İmâm-ı Şafiî’yi ziyâret ettim. Sonra bineğime binip geri döndüm. Bu sırada uzun boylu ve kırmızı cübbeli birisi peşimden; “Ey Muhammed!” diye bağırıyordu. Geriye dönünce bana; “Ey Muhammed! Deden Muhammed Bekrî sana selâm ediyor. Şikâyetlerini ve isteklerini işitti. Sen şikâyetlerini ve isteklerini söylerken, yanında Resûlullah da vardı. Deden Muhammed Bekrî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah! Bu oğlum Zeynel’âbidîn’dir. O benim yanımda çok kıymetlidir. Onun ihtiyâçlarını te’min ederseniz çok memnun olurum” dedi. Resûlullah da ( aleyhisselâm ), deden Muhammed Bekrî’nin bu ricasını kabûl buyurdu” dedi. Sonra, senin deden Muhammed Bekıî’den isteklerin şunlar şunlardı diye, tek tek saydı. Bundan o kimsenin, keşfinin ve kerâmetinin doğru olduğunu anladım. Çünkü ben, dedemin mezarında isteklerimi gizli olarak yapmıştım. O zâta; “Atıma bininiz. Ben yürüyerek giderim” dedim. O zât kabûl etmedi. Atıma bindim, fakat atım yürümedi. Arkama dönüp baktığımda, o zâtı göremedim. Sonra talebelerimi, o zatı aramaları için gönderdim. Fakat o zâtı bulamadılar.
Büyük âlim Abdülkâdir Mahallî; “Bir yerde bir ihtiyâcınız olduğu zaman, Muhammed Bekrî’nin kabrine gidin. Ey hocam Muhammed Bekrî! Falanca ihtiyâcımın yerine gelmesi için, seni Allahü teâlânın katında vesile ediyorum, deyin. Allahü teâlânın izni ile o ihtiyâcınız hâsıl olur. Bu tecrübe edilmiştir.” buyurdu.
Muhammed Bekrî buyurdu ki: “Tasavvuf yolunda olan kimseye en önce lâzım olan, tövbe ile günah kirlerinden temizlenmesidir. Tövbe; günahtan vazgeçmek, o günâhı yaptığına pişman olmak, o işi terketmeye azmetmek, haksız olarak almış olduğu malı sahibine geri vermek, kaçırmış olduğu namazlarını kaza etmek, hocasının hizmetinde bulunmak, onun emrine uymakla olur. Kendisini günahlardan temizlemesi için, hocasını nefsine âmir ve hâkim kılmalıdır. Günahlardan kurtulmak için, Allahü teâlâya duâ etmelidir.”
Muhammed Bekrî’nin bir şiirinin tercümesi şöyledir: “Darıldığın bir şeyden dolayı canın sıkıldığı zaman feryâd etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu niçin böyle oldu diye Hakka i’tirâz etme. Çünkü Hakka i’tirâz eden pişman olur. Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olan kimse, pek yüksek ve şerefli derecelere kavuşur. Matlûbu ve maksûdu peşinen verilir. Sıkıntıları ondan gider. Evliyânın sözlerini yerine getirip, onlara sâdık kaldıklarından ve kendilerini Allahü teâlâya teslim etmeleri, işlerini Allahü teâlâya havale etmelerinden dolayı başkalarından Üstün olur. Bir sıkıntın olduğu zaman ümidini kesme. Duâlara icabet eden Allahü teâlânın fazlından ve lütfundan ümitli ol. Nice sıkıntı ve darlığın peşinden Allahü teâlânın yardımı yetişmiştir.
Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, benlikten uzaklaş. Ey kalbim! Eğer kalbim isen, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden râzı ol. Gizlide ve açıkta Allahü teâlâyı murâkabe et. Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, Allahü teâlâdan başkasına meyletme. Rabbimin hükmüne sabret. Sonunda hayır bulursun. Allahü teâlâya karşı sâdık ve samimî ol. Kuşlar gibi, bilmediğin yerden rızka kavuşursun.”
Muhammed Bekrî, çeşitli ilimlere dâir eserler yazdı. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Şerhi Muhtasar-ı Ebî Şücâ’: Şafiî mezhebi fıkhına dâir bir eserdir. 2- Dîvân-ı şiir: Yazma bir eserdir. Bir nüshası Paris’te Millî Kütüphâne’dedir. Harflere göre tertîb edilmiştir. Onsekiz forma civarındadır. Kütüphânenin Sâdât-ı Bekriyye kısmındadır. 3- Tercümân-ül-esrâr ve dîvân-ül-ebrâr, 4- El-Feth-ül-mübîn bi cevâbı bâd-is-sâilîn, 5- Risâletün fil-ism-il-a’zam, 6- Risâletün fis-salâti alen-Nebiyyi ( aleyhisselâm ), 7- Risâletün fî âdâb-iş-şeyh vel-mürîd. 8- Risâletün fî ziyâret-in Nebiyyi ( aleyhisselâm ).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 281
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 431
3) El-A’lâm cild-7, sh. 70
4) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 187
5) En-nûr-us safir sh. 369
6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 270, 336, 672 cild-2, sh. 1028, 1797
7) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 250, 280 cild-2, sh. 87
MUHAMMED BEKRÎ