TÂHİR-İ LÂHORÎ

Hindistan’da yaşayan evliyânın en büyliklerinden. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin halîfelerinden ve çocuklarının hocalarındandır. Büyük bir âlim idi. 1040 (m. 1630) senesinde Muharrem ayının yirmisinde Perşembe günü ellialtı yaşında vefât etti. Kabr-i şerîfi Lâhor’da Meyânî tarafındadır.

Tâhir-i Lâhorî, küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsil etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir alim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî’nin kalbine tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sahibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defa helaların temizliği işinin kendine verilmesini rica ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir’i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî’ye vazîfe verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm’ın oğulları buyurdular ki: “Şeyh Tâhir’in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!”

Birgün hazret-i İmâm (r.aleyh) buyurdular ki: “Muhammed Yahyâ’yı da Şeyh Tâhir’e teslim etmek isterim. Çünkü, ağabeyleri bu hocanın bereketleriyle ilmi ile âmil oluyorlar.” ilminde çok yüksek mertebeye sâhib olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin karşısında edebe mükemmel riâyet ederdi. Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Muhammed Tâhir üzerindeki heybeti o kadar çok idi ki, yazı ile anlatılamaz.

Birgün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir’e İmâm olmasını buyurdu. Mevlânâ’nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur’ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm’ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâati boğazında düğümlendi.

Bu ta’zimi, hürmeti, edebi sayesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmil mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetname yazıp, taliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor’a gönderdi, icâzetnamesi şudur:

“Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın ismi ile başlıyorum. Allahü teâlâya hamd ve şükürden, Resûlüne salâtü selâmdan, Allah için insanları selâmet yeri olan Cennete da’vet eden Âline ve Eshâb-ı kirâmına en iyi duâlardan sonra, Allahü teâlânın rahmetine muhtaç bu zavallı kul Ahmed bin Abdülehad Fârûkî Nakşibendî (Allahü teâlâ günahlarımızı mağfiret, ayıblarımızı setr eylesin) derim ki: Kardeşimiz âlim, âmil, fâdıl, kâmil, Şeyh Muhammed Tâhir’e, Allahü teâlâ evliyâsı yolunda ilerlemeyi nasîb etti ve tam bir gayretle yüksek Nakşibendî yoluna girdi. Bu yolda huzûra, müşâhedeye, yakınlığa ve cem’iyyete kavuştu. Nihâyetin içinde bulunduğu hidâyet el verdi. Bu hâller içinde iken bir zaman geçtikten sonra, büyük bir belâya tutulacağını anladım. Öyle ki, doğru yoldan ayrılıp, Ehl-i sünnetten çıkacağı ve bâtıl bir yol tutacağı bana bildirildi. Kendisine bildirdim, bu belânın kaldırılması için, Allahü teâlâya yalvarmam için bana sığındı. Allahü teâlâya tam sığındıktan sonra bu belânın yakında ondan kaldırılacağını anladım. Bunun için Allahü teâlâya hamdettim. Kısa bir zaman sonra benim gördüklerim meydana çıktı. Hattâ doğru yoldan ayrılıp, eğri patikalara saptı, haktan bâtıla kaydı. Öyle ki, tekrar hak yola döneceğinden ümidimiz kesildi. Onu bu bozuk yoldan inâyet ve tevfîki ile çıkarması için Allahü teâlâya tam bir acz ile yöneldim. Bu yolun sanki kapalı olduğu ve bir daha buraya dönmiyeceği anlaşıldı. Aradan epey zaman geçti. Rabbime bir daha sığındım ve ikinci gördüğüm tahakkuk etti. Hakka dönüp, sırât-ı müstakime geldi. Sonra cezbe ve sülûk mertebelerinden kalmış olanları tamamladı ve bu yolun ta’limine ve talebenin terbiyesine ehil oldu. İstihâre ve Allahü teâlâya teveccühden sonra bu icâzetnameyi kendisine verdim. Allahü teâlâdan, istikâmette olmasını ve Resûlullaha tam olarak uymasını bunda sebat etmesini duâ ederim. Şeyh Tâhir, Kadirî ve Çeştî yollarından da büyük pay ve nasîb alınca, talebelere Kadirî’de irâde, Çeştî’de teberrük hırkası vermek için, kendisine icâzet verdim. Allahü teâlâdan ismet ve tevfîk isteriz. Velhamdülillahi rabbil âlemin evvelen ve âhıran vessalâtü vesselâmü alâ seyyid-il-mürselîn dâimen sermeden ve alâ âlih-il-ı’zâm ve eshâbih-il-kirâm.” Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lahor’da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamanını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullahın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yahut iki senede bir ba’zan da senede birkaç defa hazret-i İmâm’ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hâllerini, makamlarını ba’zı mektûplarla hazret-i İmâm’a arzederdi.

Birgün hazret-i İmâm, mel’ûn İblîsi görüp; “Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin” buyurdukta; “Şeyh Tâhir’e, aç olduğu zaman hükmedemem” dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmış idi. Açık keşf ve kerâmetler sahibi idi.

Tâhir-i Lâhori’nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan mektûplarından biri şöyledir:

Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek makamınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola çıkınca, her adımda kendi kendime;

“Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye gidiyorsun?” diyordum. Ama ardımdan bir ses; “Yoluna devam et” diyordu. Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın hâlde otururken, aniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu. Emr olduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet taliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kabiliyetli bir genç geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazîfe ânında, büyüklere olan muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzûr ve uyanıklık hâli kapladı. Diğer talibler de, huzûr ve cem’iyyete kavuşuyorlar.

Ba’zı çekemeyenler, yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin ( radıyallahü anh ) makamı hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden ba’zı şeyler ilâve ederek, hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektûbu, derin âlim Mevlânâ Abdüsselâm’a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin, dilleri bağlandı.”

Hadarât-ül-Kuds sahibi der ki: “Şeyh Tâhir-i Lâhori, kendi memleketinin kutbu idi.” Nitekim hazret-i İmâm’ın oğlu Hâce Muhammed Sa’îd hazretleri bildirdiler ki: “Bir gece yatsı namazından önce, Şeyh Muhammed Tâhir, hazret-i İmâm’ın meclisinde bulunuyordu. Hazret-i İmâm, şeyhe hitaben buyurdular ki; “Sizi o memleketin kutbu ettiler” bununla Lâhor’u kasdettiler”.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Tâhir-i Lâhorî’ye zaman zaman mektûplar yazıp haberleşirlerdi. Bu yazdığı mektûplardan ba’zıları aşağıdadır:

“Allahü teâlâya hamd ederiz. O’nun Peygamberine, Âline ve Eshâbına salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektûplarınız, ard arda geldi. Talebenin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların, hâllerini, o büyüklerin hâllerinden, ayırmak güçtür. Ancak, keskin, görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl sahibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, onun zararı, talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerlemesi büsbütün durur. Belki de, irşâd sahiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gelmemiştir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin verdiğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, sondakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhatları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe başlamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, taliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm.” (1. cild, 225. mektûp)

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği ve sevdiği iyi insanlara selâm olsun! Hâfız Behâeddîn ile göndermiş olduğunuz kıymetli mektûp geldi. Bizleri çok sevindirdi. Ne büyük ni’mettir ki, yanınızda olanlar ve sevdikleriniz, bütün güçleri ile, Resûlullah’ın sünnetlerinden bir sünneti diriltmeğe çalışmaktadırlar ve bütün varlıkları ile, kötü ve beğenilmiyen bid’atlerden bir bid’atı yok etmeğe uğraşmaktadırlar. Sünnet ile bid’at, birbirlerinin zıddıdır, tersidir. Birinin bulunduğu yerde, ikincisi bulunamaz, gider. Birini diriltmek, ötekini yok etmektir. Sünneti diriltmek, bid’ati yok eder. Bid’atı diriltmek de, sünneti yok eder. İster hasene, ya’nî güzel desinler, ister seyyie, çirkin desinler, her bid’at, sünneti yok eder. Belki, bir bakımdan güzel denilmiş olabilir. Hiçbir bid’atin kendisi güzel olamaz. Çünkü, Allahü teâlâ, sünnetlerin hepsini beğenir. Sünnetlerin zıddı ise, şeytanın beğendiği şeylerdir. Bugün, bid’atler her yere yayılmış olduğundan, bu sözümüz çok kimseye ağır gelir. Fakat, âhırette, hangimizin doğru olduğunu anlıyacaklardır. İşittiğimize göre, hazret-i Mehdî, hüküm sürdüğü zaman, dîni yayarken ve sünneti diriltirken, bid’at işlemeğe alışmış olan Medine’deki âlim, bid’atı güzel sandığı ve ibâdet olarak yaptığı için, hazret-i Mehdî’nin emirlerine şaşarak; “Bu adam, bizim dînimizi yok etti ve milletimizi öldürdü” diyecektir. Hazret-i Mehdî, bu âlimi öldürecektir. Onun güzel sandığı bid’atin, kötü olduğunu bildirecektir. Bu, Allahü teâlânın ni’metidir. Dilediğine verir. O’nun ihsânı çoktur. Size ve yanınızda olanlara selâm ederim. Çok unutkan oldum. Mektûbunuzu kime verdiğimi hatırlıyamıyorum. Suâllerinize cevap veremediğim için affınızı dilerim. Meyan Şeyh Ahmed-i Garmelî, sevdiklerimizdendir. Size yakındır. Kendisine teveccüh buyurunuz! (1. cild, 255. mektûp)

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Zübdet-ül-makâmât sh. 340

2) Hadarât-ül-Kuds sh. 319

3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 324


TÂHİR-İ LÂHORÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ