Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Hüseyn Sarraf’dır. Tennûrî diye meşhûr olmuştur. Sivaslı olduğu bilinen İbrâhim Tennûrî hazretlerinin, doğum târihi bilinmemektedir. 887 (m. 1482) senesinde Kayseri’de vefât etti. Kabri Kayseri’dedir.
Konya’da Molla Sarı Ya’kûb’dan ilim tahsil etti. Sonra onunla birlikte Kayseri’ye gitti. Hundî Hâtun Medresesi’nde, Molla Sarı Ya’kûb’un vefâtından sonra müderris oldu. Kendisi Şafiî mezhebinde idi. Bu medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı. Kendi hâlinde bir kenara çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Zaman geçtikçe, Allah sevgisi ile içi yanar oldu. Kur’ân-ı kerîm güzel bir sesle okunurken dinlese; ağlamaya başlar, içinden bir âh eder ve bayılırdı, İlâhî cezbenin te’sîri ile, tasavvufa yönelme isteği fazlalaştı. Erdebil sûfîlerine ulaşmayı çok arzu etti. Bu sırada Akşemseddîn hazretlerinin ismini ve medhini duyup, ona talebe olup, hizmetinde bulunmaya karar verdi. Akşemseddîn hazretleri Beypazarı’nda bulunuyordu. Beypazarı’na gitti. Şeyh’in Göynük’e gittiğini öğrenince, o da Göynük’e gitti ve hizmetine tâlib oldu.
Akşemseddîn hazretleri, orada insanlara va’z ve nasihat ediyor ve onların derdlerine derman oluyordu, İbrâhim Tennûri, bundan sonrasını şöyle anlattı: “Onun sohbet meclisinde, bir köşede oturup dinledim. Mecliste bulunanların herbiri, bedenî bir hastalığıyla ilgili suâl sorup, suâline uygun bir cevap alıp gidiyordu. Herkes gitti. Akşemseddîn hazretleriyle başbaşa kalınca; “Rûhî hastalıklardan hiç soran yok, herkes bedenî hastalıklardan soruyor” buyurdu. Kalkıp onun önüne diz çöktüm. Akşemseddîn hazretleri bana; “Sana kim derler, nerelisin ve adın nedir?” diye sorunca, ben de Kayseri’de müderris olduğumu bildirdim ve; “İçime bir ateş düştü, gizli derdime bir derman ümidiyle geldim” dedim. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; “Bize ne hediye getirdin?” buyurunca, utandım ve terledim. “Çok fakir olduğum için birşey getiremedim” dedim. Bunun üzerine; “Benim hediye dediğim dünyâ malı değildir. Allahü teâlâdan sana ulaşan hâller nelerdir?” buyurunca; “Kara bir yüzle size geldim” dedim.
Bu hâlden sonra, bana halvette kalmamı emretti. Olgunluk ve üstünlük sofrasındaki ni’metlerle gönlümü doyurdu. O gece ibâdet edip uyudum. Rü’yâmda dörtyüz hâl gördüm. Sabah olunca, bu dörtyüz hâli birer birer hatırladım. Hâlbuki daha önceki zamanlarda, namaza durduğum zaman hangi sûreyi okuyacağımı unuturdum. “Bu hâl (gelişme ve huzûr), Şeyh Akşemseddîn hazretlerinin bereketindendir” diye inandım. Diğer talebeleriyle birlikte geceleri ibâdet ederek geçiriyorduk. Diğer talebeler halvette; yemekten, içmekten ve uyumaktan kendilerini alıkoyuyorlardı. Bana ise her gece çeşitli yemekler, ekmek ve bir miktar su gönderiyordu. Ma’nevî sofradan doyurduğu gibi, zâhir hâlde bile doyuruyor idi. Uzun müddetten sonra bu derece riyâzet çekenler (aç, susuz ve uykusuz) duranlar arasında, kendimde insanın hayvanlık yanının ağır bastığını anlayıp, bu derece yeme ve içme, bu makama yakışmaz diye düşündüm. O gece yemek yemedim ve ibâdetle meşgûl oldum, önceki gecelerde bulunan hâller bu gece görülmedi. Bu durum Akşemseddîn hazretlerine ma’lûm olunca, bana; “Kendi başına iş yapmak dervişin işi değildir. Bu çeşit hareketler, dervişe uygun değildir. Şeytanın vesvesesiyle hareket ettin. Hocan ve terbiye edicin olan kişi, senin ahvâlini senden daha iyi bilir iken, onun muradına muhalif olmak uygun, değildir” buyurdu. Halvete girdiğim 87. gece, Berât gecesinde, içimden biberli bir pilav yemek geçti. Akşam olunca Akşemseddîn hazretleri beni da’vet etti ve istediğim pilavdan bir tabak ikram edip; “Beni yanında yok farzet ve benden utanma, istediğin gibi ye” dedi. Ben de emre uyarak, bir tabak pilavı yedikten sonra, Şeyh hazretlerinin emriyle halvetten çıktım.”
İbrâhim Tennûrî hazretleri, kendine yeni gelen talebeyi, Allahü teâlânın rızâsına kavuşuncaya kadar gündüzleri çalıştırır, geceyi ise ibâdet etmek sûretiyle ihyâ ettirirdi. Birçok mücâhededen ve riyâzetten sonra, tasavvufî hâller zuhur etmeye başlayınca halvet emrederdi.
Rivâyet olunur ki: Akşemseddîn hazretleri hayatta iken, İbrâhim Tennûrî Kayseri’de talebe yetiştirmekle meşgûl olduğu zamanda, “Kabz” (tasavvufdaki sıkıntılı olma) hâli vâki oldu. Onu gidermek için çalıştı. Fakat gideremeyince, Şeyh Akşemseddîn’le görüşmek üzere yola çıktı. Yolda gider iken, bir gece rü’yâsında Akşemseddîn hazretleri ona emredip; “Sıcak bir tandır üzerine oturup terlemen gerekir” dedi. Ertesi gün İbrâhim Tennûrî, sıcak bir tandır üzerine oturup, tepeden tırnağa terledikten sonra, kabz hâli, “Bast” (tasavvufdaki rahatlama ve sevinçli olma) hâline döndü ve sıkıntıdan kurtuldu. Akşemseddîn hazretleriyle karşılaşınca, rü’yâsını anlattı. Şeyh Akşemseddîn bunu hoş karşılayıp, kabz hâli olunca böyle yapmasını tavsiye etti. Bundan sonra İbrâhim Tennûrî, yetiştirdiği talebeler kabz hâline girdiklerinde, sıcak tandır üzerine oturtur, çok su içirmekle onu iyice terletirdi. Bu usûlle bast haline döndürüp irşâd ederdi. Bu yüzden Tennûrî diye meşhûr oldu.
Rivâyet olunur ki: İbrâhim Tennûrî çoğu zaman tasavvufda istiğrak (kendinden geçme) hâline girer ve kendi evlâdını bilmez; “Bu kimdir?” diye sorardı.
İbrâhim Tennûrî hazretlerinin tasavvuf hâl ve derecelerini bildiren “Gülzâr” adlı eseri çok kıymetlidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi), sh. 247
2) Nefehât-ül-üns sh. 688
3) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 576
İBRÂHİM BİN HÜSEYN SARRÂF TENNÛRÎ