ŞEREFÜDDÎN AHMED BİN YAHYÂ MÜNÎRÎ

Hindistan’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. “Mahdûm-ül-Mülk Bihârî” diye tanınır. Lakabı, Şerefüddîn olup, nesebi, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) amcalarından Zübeyr bin Abdülmüttalib’e dayanır. Dedesi, evliyâdan bir kimse olup, Halîl kasabasından, Bihar’daki Münir kasabasına göç etti. Anne tarafından dedesi, Şihâbüddîn-i Sühreverdiyye yolunun, rehberlerinden idi. Bu dedesi, Kaşgarlı olup, sonradan Patna’ya bağlı Jathli köyüne geldi. Bu da Hazreti Hüseyn’in soyundan olduğu için, seyyid idi.

Ahmed Şerefüddîn’in; Halîlüddîn, Celîlüddîn ve Habîbüddîn isimlerinde üç kardeşi vardır. Ahmed Şerefüddîn, 661 (m. 1263)’de Şa’bân ayının son Cum’a günü Münîr’de doğdu. 782 (m. 1380) senesinde vefât etti; Hindistan’da Bihar şehrinde yaşadı. Kabri de oradadır.

Şerefüddîn Ahmed, ilk tahsilini kendi kasabasında yaptı. Büyük âlim Mevlânâ Şerefüddîn Ebû Tavâma’nın talebesi oldu. Onunla Sonârgaon’a gittiler. Orada derslerine o kadar çok çalışırdı ki, bir dakikasını boşa geçirmezdi. Diğer talebeler yemek yemek için bir müddet istirahate çekildikleri hâlde, o hocasından izin alarak yiyeceğini kendi odasında yeyip, zaman isrâfı yapmazdı. Derslerine kendini o kadar çok vermişti ki, memleketinden gelen mektûpları cevaplayacak zaman bulamazdı. Hattâ mektûpları, belki üzüntüye ve derslerinden ilgisini dağıtmaya sebep olur düşüncesiyle okumazdı. Kısa zamanda, zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Hocasının kızıyla evlenerek, Zekiyyüddîn isminde bir oğlu oldu. Babası Yahyâ Münîrî hazretlerinin vefâtı üzerine Münir’e döndü. Çocuklarını annesinin yanına bırakarak, Dehlî’deki büyük velî Nizâmüddîn Evliyâ ile görüşmek üzere yola çıktı. Daha şehre girmeden Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin vefât ettiğini öğrendi: Necîbeddîn Firdevsî orada idi. Necîbeddîn Firdevsî’nin huzûruna erişince; “Ey Şerefüddîn Ahmed! Senelerdir oturup seni beklerim. Sana teslim edilecek bir emânetim var” sözleriyle karşılandı. Firdevsî hazretleri, Şerefüddîn Ahmed’i talebeliğe kabûl buyurdu. Şerefüddîn Ahmed Münîrî, ona hizmet etti ve kendisi için saklanan ni’metlere kavuştu. Büyük velîlerden oldu. İnsanların doğru yola gelmeleri, Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere yaşamaları için yarım asırdan fazla uğraştı.

Ahmed Münîrî’nin sohbetlerine, her sınıftan ve i’tikâddan insanlar katılırdı. Onların sordukları en karmaşık suâllere, tatmin edici cevaplar verirdi. Sohbetlerinde, tasavvufun inceliklerini, insanlara faydalı olmayı, sünnet-i seniyyenin ihyasını bid’atlerden sakınmayı anlatırdı. Yüzbinden ziyâde insan, talebesi olmakla şereflendi. Bunlardan üçyüzden fazlası, büyük âlimler derecesine yükseldi Pekçok hindûnun müslüman olmasına sebep oldu. Zamanındaki sultanlara, devletin ileri gelen kimselerine, halk arasında söz sahibi olanlara ve talebelerine mektûplar yazarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirirdi. Bu mektûplar, sonradan toplanarak kitap hâline getirildi.

Ahmed Münirî, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerine o kadar sarılırdı ki, âlimler onun hakkında; “Şerefüddîn’in ahlâkı, Resûl aleyhisselâmın bir kopyasıdır” derlerdi. Herkese karşı güleryüzlü idi. Başkalarının haklarına çok saygı gösterir, kalbi kırık garîblerin yardımına koşardı. Ahlâk bakımından Peygamber efendimize çok benzerdi. Nitekim Mektubâtının 50. mektûbunda: “Bu da göstermektedir ki, kibir, gurûr ve bilgisizlik sebebiyle, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yolunu ta’kib etmeyen câhil insanlar, onun mübârek nûrlarının pırıltılarını bulamazlar. Bunların, bir rehber yol gösterici olmadan ma’nevî makamların yüksek derecelerine gidecek doğru (hakîkî) yolu bulmaları imkânsızdır. Bunun içindir ki; “Kör, elinde değnek olmadan asla yolunu bulamaz” demişlerdir. Ey genç, yolun uzundur ve tehlikelerle doludur, o yüzden bir yol gösterene sarıl!” buyurmaktadır.

Şerefüddîn Ahmed Münîrî, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymakta çok titiz olması sebebiyle, dindeki her bid’atten sakınırdı. Bu mevzûda o kadar dikkatli idi ki, bir defasında talebelerine; “Peygamberimizin herhangi bir hareketini bid’atlerle karışmış görürseniz, o sünneti terketmeniz daha iyidir” buyurdu.

Ahmed Münîrî, sünnet-i şerîfe uymanın bereketiyle, Allahü teâlânın kendisini affedeceğini ümîd ederdi.

Vefât ettiği gün, yüzyirmibir yaşında idi. Vefâtından bir gün önce çok hasta olmasına rağmen, son defa abdest almak istedi. İkindi vakti yaklaşıyordu. Hırkasını çıkardı, su istedi, yenlerini kıvırdı, dişini temizledi. Besmele okuyarak abdest almaya başladı. Her uzvunu yıkamaya başlarken, başka duâlar okudu. Kollarını yıkarken Şeyh Halîl, yüzünü yıkamayı unuttuğunu hatırlattı. Tekrar taze abdest almaya başladı. Kâdı Zâhid, sağ ayağını yıkamaya yardım etmek istediyse de, ona mâni oldu. Abdesti tamamladıktan sonra, bir tarak ve seccade istedi. Sakalını taradıktan sonra, iki rek’at namaz kıldı. Biraz dinlendi ve sonra ikindi namazını  kıldı. 5 Şevval 782 (m. 1380)’de, evdeki çocuklarıyla ve talebeleriyle helâllaştı. Onlarla vedâlaştı. Ertesi gün yatsı vaktinde, salevât-ı şerîfe getirerek duâ etmeye başladı. Duâ esnasında mübârek rûhunu teslim etti. Cenâze namazı, Şeyh Eşref Cihangir Semnânî tarafından kıldırıldı.

Şerefüddîn Ahmed Münîrî’nin eserlerinin listesi çok kabarık olmakla beraber, ne yazık ki, bunlardan pek azı bu güne kadar gelebilmiştir. Saklanabilen kitapları şunlardır. “Râhat-ül-kulûb”, “Ecveb”, “Fevâid-i Rüknî”, “İrşâd-üt-tâlibîn”, İrşâd-üs-sâlikîn” “Risâlet-ül-mekkiyye”, “Ma’den-ül-Me’ânî”, “İhvan Pür Ni’met”, “Tuhfet-i gaybî”,

Şerefüddîn Ahmed hazretlerinin “İrşâd-üs-sâlikîn”, “Ma’den-ül-me’ânî” ve “Mektûbât” kitapları çok kıymetlidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Gulâm-ı Ali Abdullah-i Dehlevî, doksandokuzuncu mektûbunda, Ahmed bin Yahyâ Münîrî’nin “Mektûbât’ını okumayı tavsiye etmekte, nefsin temizlenmesinde çok te’sîri olduğunu bildirmektedir.

Hindistan’da yetişmiş olan İslâm âlimlerinin büyüklerinden Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî “rahmetullahi aleyh”, Fârisî (Mektûbât) kitabının onsekizinci mektûbunda buyuruyor ki: “İnsanların çoğu, şübhe ve hayâl ile hareket ederek yanılıyorlar. Böyle bozuk düşünenlerden bir kısmı; “Allahü teâlânın bizim ibâdetlerimize ihtiyâcı yoktur, ibâdetlerimizin O’na hiç fâidesi yoktur, insanların ibâdet veya isyan etmeleri, O’nun büyüklüğü karşısında müsavîdir, ibâdet yapanlar, boşuna sıkıntı zahmet çekiyorlar” diyor. Böyle düşünmek yanlıştır. İslâmiyeti bilmediği için, böyle söylemektedir, ibâdetlerin Allahü teâlâya fâidesi olduğunu ve bunun için emr olunduklarını zannetmektedir. Böyle zannetmek, çok yanlıştır. Olamıyacak şeyi oluyor sanmaktır. Her insanın yaptığı ibâdetin fâidesi, yalnız kendisinedir. Böyle olduğunu, Allahü teâlâ, Fâtır sûresinin onsekizinci âyetinde açıkça haber vermekdedir. Böyle yanlış düşünen kimse, perhiz yapmıyan hastaya benzemektedir. Bu hastaya doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz diyerek perhizi bozuyor. Doktora zararı olmaz demesi, doğrudur. Fakat kendine zarar vermektedir. Tabîb, kendine fâidesi olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifâ bulur. Uymazsa ölür gider. Tabîbin bundan hiç zararı olmaz.

Bozuk düşünenlerden bir kısmı da, hiç ibâdet yapmaz. Haramlardan sakınmaz, ya’nî İslâmiyete uymaz. “Allah kerîmdir, rahimdir. Kullarına çok acır. Affı sonsuzdur. Kimseye azâb etmez” der. Evet, ilk sözleri doğrudur. Fakat, son sözü yanlıştır. Burada şeytan kendisini aldatmaktadır, isyana sürüklemektedir. Aklı olan kimse, şeytana aldanmaz. Allahü teâlâ, kerîm, rahim olduğu gibi, azâbı da şiddetlidir. Can yakıcıdır. Bu dünyâda, çoklarını fakirlik ve sıkıntılar içinde yaşattığını görüyoruz. Nice kullarını, hiç çekinmeden azaplar içinde yaşatıyor. Çok kerîm olduğu hâlde ve razzak olduğu hâlde, zirâat, çiftçilik sıkıntıları çekilmezse, bir lokma ekmek vermiyor. Herkesi yaşatan O olduğu hâlde, yemeyen, içmeyen insanı yaşatmıyor, İlâç kullanmıyan hastaya şifâ vermiyor. Yaşamak, hasta olmamak ve mal sahibi olabilmek gibi, dünyâ ni’metlerinin hepsi için sebepler yaratmış, sebebine yapışmıyanlara hiç acımayıp, dünyâ ni’metlerinden mahrûm bırakmıştır. Ahıret ni’metlerine kavuşmak da böyledir. Kâfirliği ve cahilliği, rûhu öldüren zehr yapmışdır. Tenbellik de, rûhu hasta yapar. Bunlara ilâç yapılmazsa, rûh hastalanır, ölür. Küfrün ve cahilliğin biricik ilâcı, ilimdir, ma’rifettir. Tenbelliğin ilâcı da, namaz kılmaktır ve emredilen ibâdetleri yapmaktır. Bir kimse, dünyâda zehir yer ve Allah rahimdir. Zehirin zararından beni korur derse, hastalanır, ölür. İshal olan, hind yağı içerse, (şeker hastası, tatlı ve hamur işi yerse), hastalıkları artar. Şehvete uymak, ya’nî nefsin arzularını yapmak, kalbi hasta eder. Şehvete uymanın, günah olduğuna, zararlı olduğuna inanırsa, şehvete uyması, kalbini öldürmez. Zararlı olduğuna inanmazsa, kalbini öldürür. Çünkü, inanmıyan kâfir olur. Küfr ise, kalbin, rûhun zehridir.

Bozuk düşünenlerden bir kısmı ise, açlık çekerek riyâzet yapıyorlar. Böylece İslâmiyetin beğenmediği şehvet, gadap ve eğlence isteklerini kökünden yok etmek istiyorlar, İslâmiyet, bunların yok edilmesini emr ediyor sanıyorlar. Uzun zaman açlık sıkıntısı çekerek, bu kötü isteklerinin yok olmadıklarını görüyor, İslâmiyet, yapılamayacak şeyi emr etmiştir, zannediyorlar. “İslâmiyetin bu emri yapılamaz, insan, yaradılışında bulunan huylardan kurtulamaz. Bunlardan kurtulmak için çalışmak siyah kimseyi beyaz yapmağa uğraşmak gibidir. Olamıyacak şeyi yapmağa çalışmak, ömrü boşuna harc etmek olur” diyorlar. Bunlar, yanlış düşünüyor ve yanlış iş yapıyorlar. Hele, İslâmiyet böyle emr etmiştir demeleri, tam bir cahillik ve ahmaklıktır. Çünkü İslâmiyet, gadabın, şehvetin, insanlık sıfatlarının yok edilmesini emr etmiyor. Böyle söylemek, İslâmiyete iftira etmek olur. İslâmiyet, böyle emr etmiş olsaydı, dinin sahibi olan Muhammed aleyhisselâmda bu sıfatlar bulunmazdı. Hâlbuki; “Ben insanım. Herkes gibi, ben de kızarım.” buyururdu. Ara sıra kızdığı görülürdü. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Gadablarını yenen” kimseleri medh etmektedir. Gadab etmiyenleri medh etmemektedir. Bozuk düşünen kimsenin, insan, şehvetini yok etmelidir demesi pek yanlıştır. Bir kimsenin şehveti giderse, ilâç yaparak şehvete kavuşması lâzımdır. Gadab da böyledir. İnsan, zevcesini ve çocuklarını gadab sıfatı ile korur, İslâm düşmanlarına karşı, bu sıfat yardımı ile cihâd eder. Çoluk-çocuk sahibi olup, öldükten sonra şân ve şerefle anılmak, şehvet sayesinde olmaktadır. Bunlar, İslâmiyetin beğendiği, övdüğü şeylerdir.

İslâmiyet, şehvetin ve gadabın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dine uygun kullanılmalarını emr etmektedir. Süvarinin atını ve avcının köpeğini yok etmeleri değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden fâidelenmeleri lâzım olduğu gibidir. Ya’nî, şehvet ve gadab, avcının köpeği ve süvarinin atı gibidirler. Bu ikisi olmadıkça, âhıret ni’metleri avlanamaz. Fakat, bunlardan fâidelenebilmek için, terbiye ederek, dine uygun kullanılmaları lâzımdır. Terbiye edilmezler, azgın olup, dinin sınırlarını aşarlarsa, insanı felâkete sürüklerler. Riyâzet yapmak, bu iki sıfatı yok etmek için değil, terbiye edip dine uymalarını sağlamak içindir. Bunu sağlamak da herkes için mümkündür.

Bozuk düşünenlerin dördüncü kısmına gelince, bunlar kendilerini aldatmaktadırlar. “Herşey ezelde takdîr edilmiştir. Çocuk dünyâya gelmeden önce, “Sa’îd” veya “Şakî” olduğu bellidir. Bu, sonradan değişmez. Bunun için, ibâdet yapmanın fâidesi yoktur” derler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kaza ve kaderin değişmiyeceğini, herşeyin ezelde takdîr edilmiş olduğunu anlatınca, Eshâb-ı Kirâm da; “Ezeldeki takdîre güvenelim, ibâdet yapmıyalım” demişlerdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), bunlara karşı; “İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur” buyurdu. Ya’nî ezelde sa’îd denilene, sa’îdlerin işleri yaptırılır. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde sa’îd denilenlerin ibâdet yapmaları ve şakî denilenlerin isyan etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdîr edilmiş olanların gıda ve ilâç almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdîr edilmiş olanların da, gıda ve ilâç almamalarına benzemektedir. Açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdîr edilmiş olana, gıda ve ilâç almak nasîb olmaz. Zengin olması ezelde takdîr edilmiş olana, kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana, batıya giden yollar kapanır, işittiğimize göre, Azrail aleyhisselâm, Hazreti Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkatle baktı. Adam, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrail aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emr etmesini, rüzgârın kendisini garb memleketlerinden birine götürüp, Azrail aleyhisselâmdan kurtulmasını istedi. Azrail aleyhisselâm tekrar gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrail aleyhisselâm; “Bir saat sonra, garbdaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emr olunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkatle baktım. Emre uyup garba gidince, onu orada görüp canını aldım” dedi. Görülüyor ki, ezeldeki takdîrin hâsıl olması için, Adam, Azrail aleyhisselâmdan korktu. Süleymân aleyhisselâm da ona yardım etti. Ezeldeki takdîr, sebepler zinciri ile yerine getirildi. Bunun gibi, ezelde sa’îd denilmiş olan kimsenin îmân etmesi, riyâzet çekerek kötü huylarının düzelmesi nasîb olur. En’âm sûresinin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, hidâyete kavuşturmak istediği kulunun kalbine İslâmiyeti yerleştirir” buyurmaktadır. Ezelde şakî olan, ya’nî Cehenneme gitmesi takdîr edilmiş olan kimseye; “İbâdet etmeğe lüzum yoktur. Herkesin sa’îd veya şakî olduğu ezelde takdîr edilmiştir” düşüncesi verilir. Böyle düşünerek, ibâdet etmez. Böyle düşünerek ibâdet yapmaması, o kimsenin ezelde şakî olduğunu gösterir. Bunun gibi, câhil kalması ezelde takdîr edilmiş kimseye; “Herşey ezelde takdîr edilmiştir. Câhil kalması takdîr edilmiş olanın, okuyup öğrenmesinin fâidesi olmaz” düşüncesini verirler. Böylece çalışmaz, öğrenmez. Câhil kalır. Bir kimsenin zirâat yaparak bol mahsûl alması takdîr edilmiş ise, tarlasını sürmek, tohum ekmek nasîb olar.

Ezelde sa’îd denilmiş olanların îmân etmeleri ve ibâdet yapmaları, şaki denilmiş olanların da, kâfir olmaları ve isyan etmeleri böyledir. Ahmak olan kimse bunu anlıyamaz. “Îmânın ve ibâdet yapmanın, ezelde sa’îd olmak ile ve küfrün, isyanın da şaki olmak ile ne ilgisi vardır” der. Kısa aklı ile bu ilgiyi-anlamak ister. Herşeyi, kendi aklı ile çözmeğe kalkışır. Hâlbuki, insanın aklı sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akıl ile anlamağa kalkışmak, akılsızlık, ahmaklık olur.

Öyle düşünenlerin ahmak oldukları anlaşılır. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana güç gelmedi. Fakat ahmak olana, doğru sözü anlatamadım.” Allahü teâlâ, sonsuz olan ilmi ve hikmeti ile, ba’zı kullarını melek derecesine yükseltir. Hattâ, meleklerden daha ileri olur.

Ba’zılarını da, köpek, hınzır derecesine düşürür.”

Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî hazretlerinin “Mektûbât” kitabında yüz mektûp vardır. 741 (m. 1339) senesinde yazılmış ve 1329 (m. 1911) senesinde Hindistan’da basılmıştır. İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi’nde el yazması vardır. Yetmişaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: “Se’âdet” Cennetlik olmak demektir. “Şekavet”, Cehennemlik olmak demektir. Se’âdet ve şekavet, Allahü teâlânın iki hazinesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma’sıyyet ya’nî günahlardır.

Allahü teâlâ, her insanın sa’îd veya şakî olduğunu ezelde takdîr etmiştir. (Buna alın yazısı denir.) Ezelde sa’îd denilen kimsenin eline dünyâda saadetin anahtarı verilir. Bu insan, Allahü teâlâya itaat eder. Ezelde şakî olanın eline de, dünyâda şekâvetin anahtarı verilir. Bu kimse, hep günah işler. Dünyâda herkes, eline verilmiş olan anahtara bakıp, sa’îd veya şakî olduğunu anlıyabilir. Âhıreti düşünen din âlimleri, herkesin sa’îd veya şakî olduğunu böylece anlar. Dünyâya dalmış olan din adamı ise, bunu bilmez. Her izzet ve her ni’met, Allahü teâlâya itaat ve ibâdet etmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günah yolundan gelir. Rahat ve huzûr da, itaat yolundan gelmektedir. (Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse değiştiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saadet zan etmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır.) Kudüs’de Mescid-i Aksâ’da senelerce tesbih ve ibâdet ile Ömrünü geçiren kimse, bir secdeyi terk etdiği için öyle yuvarlandı ki, bir daha kalkamadı. Eshâb-ı Kehfin köpeği ise, pis olduğu hâlde, sıddîkların arkasında birkaç adım yürüdüğü için, öyle yükseldi ki, hiç düşmedi. Bu hâl, insanı hayrete düşürmektedir. Asırlar boyunca, ilim adamları bu bilmeceyi çözememiştir. İnsanın aklı, bunun hikmetini anlıyamadı. Âdem aleyhisselâma buğdaydan yeme dedi ve yemesini diledi. Şeytanın Âdem aleyhisselâma secde etmesini emr eyledi ve secde etmemesini diledi. Beni arayınız buyurdu. Fakat kavuşmağı dilemedi. İlâhî yolun yolcuları, “Hiç anlıyamadık” demekten başka birşey söyliyemediler. Bizlere ne demek düşer. O’nun, insanların îmân etmelerine, ibâdet yapmalarına ihtiyâcı yoktur. Kâfir olmalarının ve günah işlemelerinin O’na hiç zararı olmaz. Mahlûklarına O’nun hiç ihtiyâcı yoktur, ilmi, zulmetin temizlenmesine, cehli de günah işlemesine sebep yaptı. İlimden îmân ve tâat doğmakta, cehlden de küfr ve günah hâsıl olmaktadır. Tâat, çok küçük olsa da, kaçırılmamalı. Günah pek küçük görünse de yaklaşmamalıdır. İslâm âlimleri dedi ki; üç şey, üç şeye sebeptir: Tâat, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa sebeptir. Günah işlemek, Allahü teâlânın gadabına sebeptir, îmân etmek, şeref ve değer sahibi olmağa sebeptir. Bunun için, küçük günah işlemekten de çok sakınmalıdır. Allahü teâlânın gadabı, bu günahta olabilir. Her mü’mini kendinden iyi bilmelidir. Allahü teâlânın çok sevdiği kulu olabilir. Herkes, içirt ezelde yapılmış olan takdîr hiç değiştirilemez. Hep günah işleyip, hiç tâat yapmamış olanı, dilerse affeder. Melekler; “Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun?” dediklerinde, “Onlar fesâd çıkarmazlar” demedi. “Sizin bilmediklerinizi ben bilirim” buyurdu. “Lâyık olmıyanlara lâyık yaparım. Uzak kalanları yaklaştırırım, Zelîl olanları azîz ederim” buyurdu. “Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerine bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeği de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezelî olan lütfuma kavuşturur, ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım” buyurdu.

Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîri’nin meşhûr Mektûbât’ından başka, talebesi, halîfesi (vekîli) ve sır sahibi (arkadaşı) olan Muzaffer Belhî’ye yazılmış başka bir Mektûbât’ı daha vardır. Muzaffer, yirmibeş sene kendisine tasavvuf yolunda yürüme esnasında hâsıl olan muâmeleleri, hâlleri rü’yâları üstadına yazdığı mektûplarla arzetmiş, üstadı da cevaplarını yazıp göndermiştir. Ba’zı mektûpların ilâvesinde yazıyor ki; “Benim mektûbâtımın (mektûblarımın) hepsi, o kardeşimizin müşküllerinin ve muâmelelerinin hâline dâirdir. Kimseye göstermesin ki, rubûbiyyet (Allahü teâlâya âit ilmin) sırrının ifşasına gider.” Muzaffer Belhî’ye, bunun için her ne zaman talebeler; “Mektûbâtı bize ihsân etseniz de nasihatlerinden istifâde etsek ve faydalansak” diye rica etselerdi, üstadının nasihatini muhafaza ve ilâhî sırları saklama sebebiyle kimseye göstermez, sıkı muhafaza ederdi. Bu hâdiseyi anlatan diyor ki: “Bunlar, ikiyüz mektûptan çok idi.” Vefâtı zamanında Muzaffer Belhî merhum; “Mektûpları kefenimin içine koyunuz” diye vasıyyet etti. Hepsi kefenine kondu. Böylece bu iki büyük arasındaki sırlar örtülü kaldı. Ancak küçük birkaç tanesi torbanın içinde kaldı. Şeyh-ül-İslâmın el yazısı ile idiler. Bir mektûbunda buyurdu ki: “Allahü teâlâya dâima hamd ederim. Beyt:

Bu kavme ki, Hak bir belâ vermiştir,
Altında kerem hazînesi gizlemiştir.

Çok azîz kardeşim İmâm Muzaffer. Selâm ve duâlarımı bildiririm. Kendi işinde mert olmalı, işlerin güçlüğü, belâların çokluğu ve talebenin yolunda bulunan çeşit çeşit imtihanlardan, vazîfeye bir eksiklik ve gevşeklik gelmemelidir. Ey kardeşim! Peygamberlerin efendisi buyurdu: “Allahü teâlânın muâmelesi bir tarzda değildir. Hak sûbhânehü ve Allahü teâlânın kuluna hangi yoldan ikbâl ve fütûh (saadet ve ferahlık) vereceği bilinemez. Ni’met yoluyla mı, mihnet (zahmet, sıkıntı) yoluyla mı gelirler, ihsân yolundan mı, belâ yolundan mı ulaşırlar bilinemez. Mûsâ aleyhisselâmı, doğduktan sonra ateş tandırına bıraktılar. Sonra sandığa koydular. Sonra nehre attılar. Sonra düşman eline bıraktılar. Sonra elinde bir Kıbtîyi öldürdüler. Sonra gurbete saldılar. Sonra on sene çobanlık yaptırdılar. Gece karanlık oldu. Kara bulutlar geldi Şimşek çakmağa başladı. Kurtlar geldi, koyunları alıp götürdü. Çok üşüdü. Ateşi yoktu. Çakmak taşlarını ne kadar çaktıysa ateş elde edemedi. Her bakımdan âciz ve çaresiz kalınca, anîden gayblar açıldı ve o; “Benim gözüme bir ateş ilişti” dedi. (Taha-10) Ateş almak için oraya vardığında, bir başka gül açıldı ve; “Haberin olsun, ben senin rabbinim; hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen, mukaddes Tuvâ vâdisindesin. Ey Mûsâ, ben seni peygamberliğe seçtim, Şimdi sana vahy olunacak şeyleri dinle” duyuruldu. (Tâhâ: 12-13).”

Rubûbiyyet sırları bilinemez. Eğer bütün hâller kul üzerine hep bir yolda cereyan etseydi, o zaman kulun ilmi Hakkın rubûbiyyetini kuşatırdı. Allahü teâlâ ve sıfatları ihata olunamaz, kuşatılamaz.

Yaktığında ve yaptığında halkın, Muhakkak bir sırrı vardır Hudânın.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 123

2) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 57-62

3) Menâkıb-ül-esfiyâ sh. 141

4) Nüzhet-ül-havâtır cild-2, sh. 9

5) Sîret-üş-Şeref sh. 46


ŞEREFÜDDÎN AHMED BİN YAHYÂ MÜNÎRÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ