SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ

Evliyânın büyüklerinden. İnsanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini ve öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin yirmibeşincisidir. İkinci bin yılının müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî’nin beşinci oğludur. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin altı oğlu olup, hepsi de kemâle ermiş Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye ile şereflenmişlerdir. Beşinci oğlu Muhammed Seyfeddîn (r.aleyh) de tasavvuf bilgilerinin mütehassısı idi. “Muhyissünne” adı ile meşhûr oldu. 1049 (m. 1639) senesinde Serhend’de doğdu. 1098 (m. 1696) senesinde yine Serhend’de vefât etti. Kabri mübârek babasının medfûn bulunduğu türbenin birkaçyüz metre güneyindeki türbededir.

Boyu uzun, yüzü esmer ve heybetli, gözleri büyükçe, sakalının iki tarafı az seyrek idi. Zâhir ve bâtın ilimlerinde çok yüksek olan Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin doğumundan i’tibâren büyük bir zât olacağı ve insanlara hidâyet rehberi olacağı belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamanında bir melek görünüp; “Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah’ın selâmı üzerine olsun” meâlindeki, Meryem sûresi 15. âyet-i kerîmeyi okuyarak müjde vermişti.

İlim, irfan kaynağı ve kerâmetler sahibi Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, küçük yaşından i’tibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman, Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra da amcası Muhammed Sa’îd’den aklî ve naklî ilimleri tahsil edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamanının bir tanesi ve ma’rifet deryası olan babası Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin teveccühü ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye kavuştu. Birçok hâller ve kerâmetler sahibi oldu. Önce gelenlerin ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlüklerini ve güzel ahlâkını üzerinde topladı. Ma’nevî derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baştâcı oldu. Kendisine, ilâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsânlara kavuştu.

Zâhiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmak ve vaktin Sultânı Evrenkzîb Âlemgîr Hân’ın dînî terbiyesi için vazîfelendirilip Delhi’ye gitti. Ömrünün her saatini, Emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi’ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi.

Sultan resimleri indirtip yok ettirdi ve o zaman şehre girdi. Sultan Âlemgîr Hân, kendi isteğiyle ve samimî olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış birçok bid’at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Hân tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzûrunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid’at sahipleri ve kâfirler perişan olup, hiçbir yerde kabûl görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Hân’ın sevindirici hâlini babasına mektûp yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip duâ etti.

Sultan Âlemgîr Hân, birgün Muhammed Seyfeddîn Fârûkî’yi (r.aleyh) husûsî bahçesine da’vet etti. Bu bahçenin ortasında gayet süslü bir havuz, havuzun içinde, gözleri elmas olan, altından yapılmış balık şekilleri var idi. Sultan oturmak için burayı seçmişti. Seyfeddîn Fârûkî (kuddise sirruh) buraya gelince; “Önce altından yapılmış bu balıkları kırın” buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kabiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; “Benim saltanatım zamanında böyle evliyâ yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler olsun” diyordu.

Delhi’de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, fâcirler, fâsıklar dahî onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzûruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına hergün binlerce kimse gelir feyz alırdı.

Birgün Şehzâde Muhammed a’zam Şah, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâhın kapısı o kadar kalabalıktı ki, kalabalık arasından zor geçip huzûra girebildi. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn’in feyzli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü. İnsanların, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyâkı, arzuyu ve gösterdiği rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim zamanımda sultanların bile huzûruna zorlukla çıkabileceği evliyâ kullar yarattı” diye şükr etti.

Muhammed Seyfeddîn (r.aleyh), insanların haklarına ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını gözetirdi. Birgün aynı Şehzâde kendisini da’vet edince, kardeşlerinden, yaşça kendinden büyük olanını da beraberinde götürmüştü. Şehzâde, bu veli kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri şehzâdenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzâdeye verdi. Şehzâde de onun eline su döktü.

Dünyâyı sevenler ve dünyalık isteyenlerle arkadaşlık etmekten ve beraber oturmaktan şiddetle kaçınırdı. Yüksek sohbet meclisinde bulunanlar onun bir an evvel gelmesini şevkle beklerlerdi. Meclisinde olanlardan birisi, “Allah” ismi celâlini söylese, Muhammed Seyfeddîn (r.aleyh) dehşete düşerek, kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Gayr-i ihtiyâri olarak kendilerinden pekçok hâller ve kerâmetler zuhur ederdi.

Buyururdu ki: “Açlık ve mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu vukûf-u kalbiye (kalb bilgisi) devam ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd ve şiddetli mücâhedenin (Nefsin istemediği şeyleri yapmak) neticesi, kerâmet ve tasavvuftan ibârettir. Biz bunları işden bile saymayız. Bizim maksadımız ancak zikre devam, Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmak ve daha çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır.”

Nakledilir ki: Birgün Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin meclisinde bulunan kimselerden birisinin hatırından; “Şeyh çok büyükleniyor” diye geçti. Bu durum, Muhammed Seyfeddîn’e (kuddise sirruh) Allahü teâlânın yardımıyla zâhir olunca, ona; “Benim bu hâlim, Allahü teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir” buyurdu.

Bir başka defa da, birisi onun büyüklüğünü inkâr etmişti. Kabûl etmemişti. O gece rü’yâsında bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve; “Allahü teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?” dediler. Bu korkuyla uyanıp, yaptığına tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi.

Cüzzâm hastalığına yakalanmış olan birisi, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine gelip şifâ bulması için duâ etmesini istedi. O da okuyup duâ etti ve hasta iyileşti.

Muhammed Seyfeddîn hazretleri bindörtyüz velî yetiştirdi. Birçok evliyâ ve mürşid-i kâmil yetiştirip, insanların hidayete kavuşmalarına vesile oldu. Seyyid Muhammed Bedevânî, yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzûrunda kemâle geldi. Beş tanesi henüz küçük idi. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed a’zam, Şeyh Muhammed Hüseyn ve Şeyh Muhammed Şuayb’dır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdürrahmân’dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Sâire, Şehrî, Refiunnisâ ve Zehrâ’dır.

“Mektûbât-ı Seyfiyye” adlı bir eseri olup, içinde yüzdoksan mektûp vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed a’zam toplayıp kitap hâline getirmiş, 1331 (m. 1913) senesinde Hindistan’ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır. Bu “Mektûbât’ından ba’zı mektûplar:

“Sonsuz ni’metlerin sahibi Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ hepimizi dâima kendisiyle bulundursun ve mâsivâ ile meşgûl olmaktan bizleri korusun. Beyt:

Allah sevgisinden başka ne varsa,
Hepsi cana zehirdir, şeker dahî olsa.

Allahü teâlâ sonsuz ihsanıyla kendi rızasına uygun yaşamamızı nasîb eylesin. Çok eski bir düşman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, ister düşmanı olsun hiç kimseyi kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. En sonunda herkesi aldatarak vefasızca ebediyyen terk eder. Akıllı o kimsedir ki, şu birkaç günlük ömründe Allahü teâlâya kulluk ederek, O’nun va’d ettiği sonsuz saadet yolunu tutar. Beyt:

Se’âdet topu ortaya kondu,
Topu kapan yok, erlere n’oldu?

Bütün hareketlerde, yemede, uyumada, konuşmada, ahkâm-ı İslâmiyeye tam uymalı, bilhassa bu zamanda, giyinmede dikkatli olmalıdır. Erkeklere ipek elbise giymek haramdır. Adet hâlini almış olan bu tehlikeye düşmemek için çok uyanık olmalıdır. Zikre o kadar devam ediniz ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey asla kalbinize gelmesin. Bu hâle, bu yolun büyükleri “kalbin fâni olması” demişlerdir.

Büyüklere karşı tam muhabbetinizi ve hürmetinizi bildiren şerefli mektûbunuz geldi. Bizleri son derece sevindirdi. Karşılıklı görüşünceye kadar hâlinizi bildiren mektûplarınızı devamlı gönderiniz. Gıyabınızda duâ ve teveccühlere sebep olacaktır. Vesselâm.” (Kırkbirinci mektûp)

“Bekâra sûresi 156. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Belâya ve musibete sabredenlere müjdele ki, onlar belâ ve musibet gelince dediler ki: “Biz hayâtımızda Allahü teâlânın kuluyuz ve öldükten sonra da yine O’na döneceğiz” buyuruldu. Üzüntümü nasıl anlatacağımı ve ne yazacağımı bilemiyorum. Herkesin sevdiği ve Allahü teâlânın sonsuz affına muhtaç, Seyyid Emîr Hân’ın insanı ürperten ölüm haberini işitince ne kadar elemlere gark olduğumuz, ne türlü gam ve sıkıntılara düştüğümüz, söz ve yazıya sığmaz. Birgün bu haber gelince, bütün ev halkı dayanılmaz acılara ve hüzne kapıldılar. Hastalık gibi ba’zı mâniler olmasaydı, bu fakîr bizzat gelerek başsağlığı dileyecektim. Bu acı yalnız sizin değil, hepimizin, bütün dostlarımızın müşterek acısıdır. Lâkin elden ne gelir ki, hiç kimse ölümden kurtulamıyacaktır. Enbiyâ (aleyhimüsselâm) ve evliyâ (kaddesallahü esrârehum) bu ölüm köprüsünden geçince başka insanlar ne yapabilir ki? Zümer sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Elbette sen öleceksin ve Mekke müşrikleri de ölecektir” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze kat’î delîldir. Sizin için de bizim için de ölüm hemen önümüzdedir, gelecektir. Nâziât sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kıyâmet günü birinci sûr ile bütün gökler harekete geçecek, bütün mahlûkât yok olacak, herkes ölecektir, ikinci sûr ile bütün mahlûkât yeniden hayat bulacaktır” buyuruldu. Hazret-i müceddîd-i elf-i sânî (r.aleyh), İmâm-ı Nevevî’nin (r.aleyh) Hilyet-ül-ebrâr kitabından naklen buyurmuşlardı ki: “Abdullah İbni Zübeyr ( radıyallahü anh ) zamanında insanlar üç gün tâ’ûn hastalığına yakalandılar. Bu salgın hastalıkta, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) hizmet eden Enes’in ( radıyallahü anh ) seksenüç oğlu ve Abdurrahmân İbni Ebî Bekr’in ( radıyallahü anh ) ise kırk oğlu vefât etmiştir.” insanların en hayırlısı Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) Eshâb-ı kirâmına (r.anhüm) öyle muâmele yapılınca, bizim gibi âsîler hangi hesaba dâhil edileceğiz? Yine yüksek dedemiz ve ma’nevî rehberimiz Müceddîd-i elf-i sânî (r.aleyh) hazretleri, Muhammed Sâdık (r.aleyh) amcamın tâ’ûndan vefâtı esnasında Mahdûm-zâde Kilân’a yazdıkları mektûpta buyurmuşlar ki: “En azîz oğlumdan ayrılık en büyük musibet ve belâlardandır. Bilemiyorum ki başka bir kimseye bunun gibi bir musibet isâbet etmiş midir. Amma Allahü teâlâ hazretlerinin bu musibet esnasında, bu zayıf kalbe ihsân ettiği sabırlar ve şükürler, O’nun en büyük ni’metlerindendir. Allahü teâlâ hazretlerinden bu belânın mükâfatını âhırette vermesini dilemeliyiz. Bir hadîs-i kudsîde buyurulmuştur ki: “Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musibete sabr edersen, ben de âhırette senin için Cennete girmenden başka bir mükâfata râzı olmayacağım” vesselâm.” (Kırkyedinci mektûp)

“Sûre-i Hacc’ın 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlânın dînine kim yardım ederse, Allahü teâlâ da o kimseye yardım eder” buyurulmaktadır. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “İstihare yapan ümidsizliğe düşmez, istişâre eden de pişman olmaz.” Mektûbunuzda yazmış olduğunuz yukarıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf tarafımızdan okunarak anlaşıldı. Bu fakir, duâların kabûl olduğu ve fakirlerin sohbet ettiği zamanlarda, afaki ve enfûsî (içteki ve dıştaki) bütün düşmanlarınıza gâlib gelmeniz ve büyük zaferlere kavuşmanız için Allahü teâlâya yalvarıyor ve ondan yardım diliyorum. Çünkü Hind yarımadasında ve Asya kıt’asında İslâmın kuvvetlenmesi ve yayılması, duâ ordusunun yardımıyla, kazanacağınız kesin zaferlere ve neticede devletinizin güçlenmesine bağlıdır.

Yardım iki kısımdır: Birinci kısmı, görünen sebeplere bağlı kılmışlardır. Bu ise yardımın sûreti, zâhirî ve bedeni gibidir. Zaferin maddî sebebini ve zâhirini teşkil eden sebep, muharebe meydanlarında harb eden gazâ ordularıdır. İkinci kısım ise, yardımın ma’nevî kısmını ve rûhunu teşkil eden, gözle görülmeyen duâ ordularıdır. Ma’nevî ordular, maddî ordulardan daha kıymetlidir ve yardımın özü ve rûhudur. Yardımları, sebepleri, fethi ve zaferi isteyip yaratan Allahü teâlâdır. Enfâl sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yardım, yalnız Allahü teâlâdan gelmektedir” buyurulmaktadır.”

Duâ ordusu, hakîkî yardımı gönderen Allahü teâlâ ile yine O’nun yarattığı zâhirî sebep olan gazâ ordusu arasında vâsıta ve delîldir. Ayrıca duâlar, kazayı ve belâyı def eder. Hep doğru söyleyici Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Kazayı hiç bir şey geri ceviremez. Yalnız duâ geri çevirebilir.” Duâdaki bu te’sîr bu kudret, silâhlarda asla yoktur. Duâ ordusu görünüşte zayıf, âciz olsa da, gazâ ordusundan daha kuvvetlidir. Aynı şekilde duâ ordusu rûh gibidir, gazâ ordusu da maddî beden gibidir. Gazâ ordusunun duâ ordusuna sığınmasından başka çaresi yoktur. Çünkü, rûhsuz beden, kuvvet alamaz, zaferler elde edemez. Nitekim Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Muhacirinin fakirlerini vesile ederek, Allahü teâlâya duâ ederlerdi. Her ne kadar bu fakîr, duâ ordusundan sayılmaya lâyık değilsem de, yalnız ismim fakir olduğu için duâlarımın kabûl olma ihtimâlini düşünerek, dâima ümidliyim ve devamlı sizin zaferiniz için duâ ediyorum. Hazırlandığınız Dekken seferinde, Allahü teâlâ sizlere galibiyet ve zaferler nasîb eylesin. Bekâra sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yâ Rabbî! Sen duâlarımızı işitirsin, arzularımızı bilirsin, duâlarımızı kabûl eyle” buyurulmaktadır. Vesselâm” (Kırkıncı mektûp)

Allahü teâlâya hamd olsun, İki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâma salât-ü selâm olsun. Allahü teâlâya vâsıl olanların İmâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüzbin hadîs-i şerîfi ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî “Kırk Hadîs-i şerîf adlı kitabında, İbn-i Ömer’den ( radıyallahü anh ) rivâyet ediyor “Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz buyurdular ki: “Kim ki bir mü’min kardeşinin ihtiyâcını te’min ederse, mahşer günü ameller tartılırken terazinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefaat edeceğim.” İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) şöyle rivâyet etmiştir: “Hayır ve şer Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayır anahtarları ellerine verilmiş olanlara müjdeler olsun. Şer anahtarları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun.” Enes bin Mâlik’den ( radıyallahü anh ) rivâyet olunmuştur: “Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O’nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever.” Afv el-Müzenî babasından o da dedesinden (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) şöyle rivâyet eder: “Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Allahü teâlâ, insanların ihtiyâçlarını gördürmek için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü olunca onlar için nûrdan kürsüler hazır olur. İnsanlar hesaba çekilirken onlar Allahü teâlâ ile sohbet ederler.” Ali İbni Ebî Talib ( radıyallahü anh ) rivâyet etti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Kim ki, bir mü’min kardeşine yardım etmek ve ihtiyâcını te’min etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlânın yolunda harb eden mücâhidler sevâbı verilir”.

Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Kim ki bir müslüman kardeşinin ihtiyâcını te’min ederse, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu olur. Bir kimse mü’min kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü teâlâ o mü’mine mahşerde, sıratı geçerken iki tane nûrdan ışık verir. Bu iki nûrun ziyasının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir.” Vesselâm evvelen ve ahiren.” (Altmışaltıncı mektûp)

“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Kıymetli kardeşim, Allahü teâlâ size sonsuz saadet yolunda devamlı yükselmeler nasîb eylesin. Bu büyükleri sevme saâdetiyle, hiçbir üstünlük ölçülemez. Bu büyüklere muhabbet, sizin en üstün vasfınız olmuştur. Bu sebeble sonsuz derecelere yükselmeniz ümîd edilmektedir. Allah adamlarını sevmenin insana kazandıracağı üstünlükler ve dereceler, yazı ile ifâde edilemez, kitaplara sığdınlamaz. Bu sebeple kalemimi burada bırakıyorum. Vesselâm.” (Yüzonüçüncü mektûp)

Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin değişik zâtlara yazmış olduğu mektûplardan ba’zı kısımlar:

“Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İslâm ve sultan ikiz kardeş gibidir. O ikisinden birisi ancak diğeri ile iyi olur. Temeli olmayan bir şey yıkılır. Muhafızı olmayan bir şey ise zayi olur.”

Bekâra sûresi 201. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kimi de; “Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyi hâl ver, âhırette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (Cehennem) azâbından koru” der.” buyuruldu. İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya duâ edenler iki kısımdır: Birinci kısım, sâdece dünyalık elde etmek için duâ ederler. İkinci kısmı hem dünyâ, hem de âhıret için duâ ederler. Üçüncü bir kısım daha vardır ki, onlar sâdece âhıret için duâ ederler. Sâdece âhıret için duâ etmenin doğru olup olmadığı husûsunda âlimler ihtilâf ettiler. Âlimlerin ekserisi, sırf böyle duâ etmenin doğru olmayacağını söylediler. Çünkü insan muhtaç ve zayıf bir varlıktır. Ne dünyânın elem ve acılarına, ne de âhıretin sıkıntı ve meşakkatlarına güçleri yetmez. En uygun olanı dünyâ ve âhıretteki kötülüklerden Allahü teâlâya sığınmak, her iki âlemde de iyi hâl üzere bulunmayı O’ndan istemektir.”

Yine Fahreddîn-i Râzi ( radıyallahü anh ) tefsîrinde, Enes bin Mâlik’in şöyle anlattığını haber veriyor “Bir defasında Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gayet zayıf ve halsiz düşmüş idi. Resûlullah efendimiz o kimseye; “Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?” diye sordu. O da; “Ben; “Allahım! Ahırette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Ahırette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda iken ver” diye duâ ederdim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: “Rabbimiz! Bize dünyâda da âhırette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!” Sonra Resûlullah efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu.

Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O’na ibâdet etmekten ve O’nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhıret saadetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmek için, ibâdet ve tâatten ve zikrden geri kalmaması şart olduğuna göre ve hiçbir kimsenin Allahü teâlânın rahmetine muhtaç olmamasının mümkün olmadığına göre, iyi düşününce dert ve sıkıntıların, aslında birer ni’met oldukları, insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Umdet-ül-makâmât sh. 392

2) Hadâik-ül-verdiyye sh. 199

3) İrgâm-ül-merîd sh. 75

4) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 112

5) Reşehât zeyli sh. 46-49

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1065

7) Âdâb sh. 63

8) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 299

9) Mektûbât-ı Seyfiyye

10) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 204

11) Makâmât-ı ahyâr sh. 57

 


SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ