MUHİBBULLAH-I MANKPÛRÎ

Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhibbullah, nisbeti Mankpûrî’dir. Mir Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûri ismiyle tanınır. Doğum ve vefât târihleri kat’î olarak tesbit edilememiş ise de, onbirinci asrın sonlarına doğru vefât ettiği bilinmektedir.

İlk zamanlarında, o zamanın evliyâsının büyüklerinden Muhammed bin Fadlullah-i Bürhânpûrî’nin (kuddise sirruh) hizmetinde bulundu. Ona çok güzel hizmet eden Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûri, o zâttan icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, yine aynı şehirde bulunan Mir Muhammed Nu’mân’ın hizmet ve huzûru ile şereflendi. Ondan tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerini öğrenmeye başladı.

Mir Muhammed Nu’mân’ın (kuddise sirruh) meclisinde, devamlı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Medh-ü-senâsı geçtiğinden ve yüksek mektûpları okunduğundan, İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) görmek ve hizmetlerinde bulunmak arzu ve şevkiyle yanmaya başladı. Bu aşkla hazret-i İmâm’ın yüksek dergâhlarına kavuştu. Bir müddet orada kaldı. Birçok ma’nevî dereceler elde etti. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), Mir Muhammed Nu’mân’a (kuddise sirruh) yazdıkları bir mektûpta bunu şöyle bildirmektedir “Seyyid Muhibbullah, Allahü teâlâdan başka herşeyi unuttu ve fenâ derecelerinin ba’zışına kavuştu. Kendisine bir nevî icâzet verip, Mankpûr’a gönderdik.”

Seyyid Mir Muhibbullah-ı Mankpûri (kuddise sirruh) İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından vazîfelendirilerek Mankpûr’a gidince, orada kaldığı zamanlarda ba’zı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm’a mektûp yazarak durumu arzetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektûp yazdılar:

“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve bütün müslümanlara duâ ederim. Kardeşim Seyyid Mir Muhibbullah’ın şerefli mektûbu geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabanın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine “aleyhisselâm” emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Peygamberlerden Ülül’azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!” Orada bulunanlara en fâideli şey; yanlarında bulunanların eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu ni’meti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:

Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,
Naz çekmeğe de alışmalıdır elbette!

İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izin istiyorsunuz. Yahut bir yer gösteriniz de, oraya gidip, halkın ifrat derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz. Buna ruhsat, izin verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara sabır ve tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde halsiz oluyorum. Bunun için kısa yazdım. Selâm ederim.” (Üçüncü cild, 7. mektûp)

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin daha sonra yazdıkları bir mektûp şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah’ın şerefli mektûbu geldi. Sıkıntılardan dolayı ümidsiz olduğunu bildirerek başlıyan yazılarınız anlaşıldı. Allahdan ümîdi kesmek küfürdür. Ümidli olunuz! iki şey sizde varsa hiç üzülmeyiniz! Biri, bu parlak dînin sahibine uymak ( aleyhisselâm ). İkincisi, dîni öğrendiğiniz zâtın büyüklüğüne inanmak ve onu çok sevmek. Allahü teâlâya sığınınız ve O’na yalvaranız ki, bu iki büyük ni’mette gevşeklik olmasın. Bu ikisi olunca, başka şeylerin düzelmesi kolaydır. Size daha önce de yazmıştım ki, Mankpûr’da bulunmaktan sıkılıyorsanız, İlâh-âbâd denilen yere gidip yerleşebilirsiniz. Orasının mübârek olacağı umulur. Siz tersine anlamışsınız. Mübârek kelimesi de, maksadımızın anlaşılmasına yaramamış. Şimdi de, öyle söylüyorum. Bu gece kalbime doğdu ki, eşyalarınız Mankpûr’dan alınıp, sanki İlâh-âbâd’a götürüldü. Orada bir kenar yere yerleşip, Allahü teâlânın zikri ile orayı aydınlatınız! Kimse ile arkadaş olmayınız! Nefy ve isbât (la ilahe illallah) zikrini çok yapınız! Bu güzel kelimeyi tekrar ederken, bütün dilek ve düşüncelerinizi gönülden çıkarınız! Maksadınız, dileğiniz ve sevdiğiniz, birden fazla olmasın! Kalbiniz ile zikr yapamazsanız, dilinizle yapınız! Fakat sessiz yapmalısınız. Çünkü, yüksek sesle zikr yapmak, bu yolda yasaktır. Bu yolda yapılacak başka şeyleri biliyorsunuz. Elinizden geldiği kadar, uymağa gayret ediniz! öğreten zâta uymak, insanı çok şeylere kavuşturur. Onun yolundan sapmak, çok tehlikelidir. Daha ne yazayım? Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’ya uyanlara selâm olsun! Aleyhisselâtü vesselâm” (3. cild, 13. mektûp)

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında, Mîr Muhibbullah-ı Mankpûri’ye yazılmış başka mektûplar da vardır. Bu mektûplardan birinci cild, 272. mektûbun bir yerinde buyuruyor ki:

“Sübhânallah! Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi, afakî, ya’nî insanın dışında olan ve enfüsî, ya’nî insanın içinde olan putları yok etmeğe uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesden istediler. Hiçbirşeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lâzım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin, mahlûklara benzeyen bir yaratana îmân edilmesini emr ettiği ve mahlûklar, yaratanın görünüşleridir dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lâzım olan yaratanın bir olduğunu, söz birliği ile bildirmişlerdir. O’ndan başka hiçbirşeye tapılamıyacağını söylemişlerdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Kitaplı kâfirlere söyle! Aramızda ortak olan kelimeyi söyleyiniz! Ya’nî, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeye tapınmayız! O’na hiçbirşeyi ortak etmeyiz, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız deyiniz!” buyuruyor.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından Muhibbullah-ı Mankpûri’ye yazılmış başka bir mektûp:

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği iyi insanlara selâm ve rahatlıklar olsun! Allahü teâlâ seni doğru yoldan ayırmasın! Namazın kusursuz, kâmil olması, bu fakire göre, fıkıh kitaplarında uzun uzadıya yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehablarını yerlerine getirmekle olur.

Namazı tamamlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak birşey yoktur. Namazın huşû’u (ya’nî her uzvun tevâzu göstermesi), bu dört şeyi yapmaktır. Kalbin hudû’u (ya’nî Allah korkusu) da yine bunları tamam yapmakla olur. Ba’zıları, bu dördünü uzun uzadıya öğrenip ezberlemekle, namazımız tamam oldu deyip, bu öğrendiklerini iyi yapmakta gevşek davranmışlardır. Bundan dolayı namazın kemâlâtından az birşey kazanabilmişlerdir. Bir kısmı da, namazda dünyâyı unutup, kalblerinin Allahü teâlâ ile olmasına ehemmiyet verip, a’zâların edebli bulunmasını gözetmemişler, yalnız farzları ile sünnetlerini yerine getirmişlerdir. Bunlar da namazın hakîkatini anlayamamıştır. Namazın kemâl bulmasını, namazdan başka şeyde aramışlardır. Çünkü, namazda kalbin hazır olması şart değildir. Hadîs-i şerîfte; “Kalb hazır olmazsa, namaz da olmaz” buyuruldu ise de bu, kalbin, yukarıda bildirilen dört şeyin yapılmasında hazır olması, uyanık olması demektir. Ya’nî bunların hepsinin yapılmasında gevşeklik olmamasına dikkat etmektir. Kalbin bundan başka hazır olmasını, bu fakir düşünemiyorum.

Suâl: Namazın tamam olması ve kemâl bulması, bu dört şeyi yapmakla olunca ve bundan başka birşey ile kâmil olmıyacağına göre, başlangıçta bulunan bizim gibilerin namazı ile nihâyete kavuşmuş büyüklerin namazları, hattâ, bu dört şeyi yapan câhillerin namazları arasında ne fark kalır?

Cevap: Namazlar arasındaki fark, kılanlar arasındaki farkdan gelir. Bir ibâdeti yapan iki farklı kimseye, eşit sevâb verilmez. Bir makbûl, sevgili kula, başkalarının o işine verilen sevâbdan daha çok sevâb verilir. Bunun içindir ki; “Âriflerin gösteriş olan ibâdetlerine, câhillerin hâlis amellerinden daha çok sevâb verilir.” demişlerdir. Âriflerin hâlis amellerine kimbilir ne kadar çok verilir? Bunun içindir ki Ebû Bekr ( radıyallahü anh ), Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bir yanılmasını, kendi doğru ve hâlis amelinden daha kıymetli olduğunu bilerek; “Keşke Muhammed aleyhisselâmın bir sehvi (yanılması) olsaydım” demiş, bütün ibâdetlerini verip, O’nun ( aleyhisselâm ) bir yanılmasını almak istemiştir. Ya’nî O’nun bir sehvi olmağı istemiştir. Bütün amellerini, hâllerini, O’nun bir yanlış işinden aşağı bilmiştir. Meselâ, O’nun dört rek’atli namazda yanılıp, ikinci rek’atde selâm vererek kıldığı bir namazına, bütün ibâdetlerini değiştirmek istemiştir, İşte nihâyete yetişmiş büyüklerin namazlarına, dünyâ ve âhırette çok şeyler verilir. Başlangıçta olanların ve câhillerin namazı böyle değildir. Fârisî mısra’tercümesi:

“Toprağın temiz âlem ile ne ilgisi var?”

Nihâyette olanların namazlarından birkaç şey söyleyelim de, başka taraflarını bunlara benzetirsiniz! Öyle olur ki, nihâyete ermiş olan, namazda okurken, tesbih ve tekbir ederken, dilini, Mûsâ aleyhisselâma söyleyen ağaç gibi bulur. Bütün a’zâsını, vâsıta ve âlet olarak görür, öyle zamanlar olur ki; namazda bâtını, hakîkati (ya’nî kalbi ve rûhu), zâhirinden, sûretinden (ya’nî his uzvlarından, duygularından) ayrılıp, gayb âlemine (ya’nî rûhlara ve meleklere) karışır ve bilmediğimiz bir bağ ile, o âleme bağlanır. Namazı bitince, yine dünyâya döner.

Bu suâlin cevâbında şöyle de deriz ki; bu dört şeyi kusursuz yapmak, ancak nihâyettekilere nasîb olur. İşin başında olanlar ve câhiller, bunları tam yapamaz. Ya’nî yapmaları mümkün ise de, yapabilmeleri çok güçtür. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara selâmet, rahatlık versin!” (1. cild, 305. mektûp)

Gel aldanma bu dünyâya, sonu vîrân olur birgün,
Senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur birgün.

“Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ bizi ve sizi, dedelerinizin doğru yolunda bulundursun! insanların en üstünü, sevgili Peygamberinin “aleyhissalâtü vesselâm” sadakası olarak duâmızı kabûl eylesin! Burada bulunan fakirlerin hâli ve işleri çok iyidir. Allahü teâlâya dâima hamd ve minnet ederiz ve O’nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmetde ve âfiyetde olmanız, doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederim. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamanı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamanını yaklaşdırmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başkş elimize birşey geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zamanında, yüce dînimize uygun yaşamağa çalışmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız umulur. Dünyâ hayâtı, iş yapcak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ilerde gelmektedir. Orada, dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir. İş zamanını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması gibidir. Daha uzatarak başınızı ağrıtmaktan çekiniyorum. Allahü teâlâ, dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuştursun! Âmîn” (2. cild, 89. mektûp)

Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhibbullah-ı Mankpûrî’ye bir mektûpta şöyle buyurdular:

“Allahü teâlâya hamd olsun! O’nun peygamberlerine salât ve size duâler ederim. Kıymetli kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakirlerin hâlleri, gidişleri çok iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de selâmetiniz için ve hâlinizin değişmemesi için ve doğru yolda ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulunduğunuzu bildirmediniz. Mesafenin uzaklığı, haberleşmeyi güçleştiriyor. Nasihat vermek; dînimizin birinci vazîfesidir ve Peygamberlerin en üstününe uymaktır. (O’na ve hepsine üstün duâlar ve selâmlar olsun!) O’na uymak için O’nun sünnetlerini, ya’nî bütün emir ve yasaklarını yerine getirmek ve O’nun beğenmediği bid’atlerden sakınmak lâzımdır. O bid’atler, gecenin karanlığını yok eden tan yerinin ağarması gibi parlak görünseler de, hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünkü hiçbir bid’atte nûr yoktur, ışık yoktur. Hiçbir hastaya şifâ yoktur. Hiçbir hastaya ilâç olamazlar. Çünkü, her bid’at, ya bir sünneti yok eder, yahut sünnetle ilgisi olmaz. Fakat, sünnetle ilgisi olmayan bid’atler, sünnetten aşırı, artık oldukları için, sünneti yok etmiş olmaktadırlar. Çünkü, bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu emri değiştirmek olur. Bundan anlaşılıyor ki, nasıl olursa olsun, her bidat, sünneti yok etmektedir. Sünnete ters düşmektedir, hiçbir bid’atde iyilik ve güzellik yoktur. Keşke bilseydim ki, kâmil olan bu dinde ve Allahü teâlânın râzı olduğu İslâmiyette, ni’metler tamam olduktan sonra, ortaya çıkan bid’atlerden ba’zılarına, nasıl olmuş da güzel demişler? Bunlar niçin bilmemişler ki, birşey yükseldikten, tamam olduktan, beğenildikten sonra, buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, doğru olan birşeyde yapılacak her değişiklik, dalâlet ve sapıklık olur. Kâmil olan, tamam olan bu dinde, sonradan meydana çıkarılan birşeye güzel demenin, dînin kemâle ermediğini göstereceğini ve ni’metin tamam olmadığını bildireceğini anlamış olsalardı, hiçbir bid’ate güzel diyemezlerdi. Yâ Rabbî! Unuttuğumuz ve yanıldığımız şeyler için bizleri hesaba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim.” (2. cild, 19. mektûp)

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Berekâtı Ahmediyye sh. 372

2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 344

3) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 75, 1047, 1094

 


MUHİBBULLAH-I MANKPÛRÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ