MUHAMMED HÂŞİM-İ KEŞMÎ

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendi hazretlerinin yetiştirdiği evliyânın büyüklerinden, İran’da Bedâhşân’ın Keşm kasabasındandır. Önce Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân hazretlerinin huzûrunda tövbe edip, ona talebe oldu. Sohbetinde yetişip, Seyyid Mîr Muhammed’in işâreti ile, 1031 (m. 1621) senesinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetiyle şereflendi, İmâm-ı Rabbânî iki sene askerde kaldığı zaman, hep hizmetinde bulunup, teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Hâşim-i Keşmî diyor ki: “Seyyidim Muhammed Nu’mân buyurdu ki: “Burhânpûr’da bir câmide, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) dört halîfesi ile rü’yâda gördüm. Beni görünce hazret-i Sıddîk-ı Ekber’e karşı buyurdu ki: “Şeyh Ahmed’in kabûl ettiği kimseyi biz de, Allahü teâlâ da kabûl eder. Şeyh Ahmed’in red ettiği kimseyi, biz de, Allahü teâlâ da red eder.” Bu sözü işitince, İmâm-ı Rabbânî’nin makbûllerinden olduğum için, cenâb-ı Hakka şükür eyledim.” Hâşim-i Keşmî hazerde ve seferde, İmâm-ı Rabbânî”nin meclis-i şerîflerinde bulunmakla şereflendi. 1033 (m. 1623) senesinde Mektûbât’ın üçüncü cildini toplamağa başladı. 1040 (m. 1630)’da tamam oldu. 1037 (m. 1627) yılında “Berekât” veya “Zübdet-ül-makâmât” isimlerini verdiği kitabı yazarak, bu saadet güneşinin üstâdlarından ve talebelerinden meşhûr olanların kerâmetlerini, hâl tercümelerini insanlığa duyurdu. 1054 (m. 1645) senesinde Burhânpûr şehrinde vefât etti.

Muhammed Hâşim’in yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mirzâ Şahrûh’un hocalarındandır. Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yazdığı “Zübdet-ül-makâmât” kitabının önsözünde şöyle anlatıyor:

Devamlı var olan ve O’ndan başkası O’nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serapa nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed’e Âline, Eshâbına, ona tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar onu sevenlere salâtü selâm ve iyi duâlar ederim.

İlim ve irfan kaynağı, gizli ve aşikâr hazîneler sahibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mest olmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden ba’zılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım i’tibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşibendiyye’nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kabiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devam ettiği günlerde, o makamlara kavuşmak istemenin verdiği arzu ile, elem ve sıkıntı içinde, dâima; “Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan’a gitmem lâzımdır” diyordum. Mevlânâ (kuddise sirruh) buyurur ki: Beyt:

Hindistan’ı rü’yâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.

Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu ki ister istemez kendimi tutamayıp, Hindistan’a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın “Rahimehümüllah” acâib hâlleri, garîb tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle de söyledim ki: “Bu azametli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yahut zamanımızda da vardır. Ama bizim gibi kabiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır.” Beyt:

Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyarında bir sâhib-i dil kalmadı.

Bu günlerde idi. Bir gece rü’yâmda büyük bir zât gördüm. “Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar” dedi. Oraya gittik, şu sûrette, bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstadın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; “Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!” buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzal olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: “Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, ya’nî kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfar yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Ya’nî ziyadesiyle tövbe kabûl edicidir). Melikül’allâm olan Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.

Bu rü’yâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan’ın büyük şehirlerinden olan Burhânpûr’a vardım. Bu şehir, Umman denizinin sahilinde, hacıların güzergâhı üzerindedir. Garîblerin sığınağı, üzüntülü kalblerinin tabibi, Şeyh Bürhâneddîn-i Garîb’in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir, ilim, amel, takvâ sahibi ve Kur’ân-ı kerîme muttali’ büyük bir âlimin rü’yâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)

Bürhânpûr şehrinde, silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve taliblerin kalblerini çekmekte mahir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Mîr Muhammed Nu’mân’ın (kuddise sirruh) huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rü’yâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet binotuzbir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu kısa zamanda, onların sohbetlerinden, çok istifâde ettim. O cihanı nurla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr ve feyz akdı ki, açıklamaya ve anlatmaya sığmaz. Beyt:

Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile,

Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnasında, zamanın gavsi ve esrâr sahibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek olan büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların te’sîrlerini daimî eylesin) bu âcize; “Sana lâzımdır ki, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamana, hâle ve istidâda göre çıkan ve ma’rifetler hazînesi olan Mektûbât’ta bulunmayan, yeni ve taze fâideleri, yüksek mâ’rifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazasın ve ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî’nin (kuddise sirruh) hocası kutb-ı zaman, çok yüksek makamlar sahibi, asrının teki, vaktinin ferîdi, kalblerin nûrlandırıcısı, bereketler ma’deni, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bakî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yadigâr olarak bırakırsın” buyurdular. Sermâyemîn az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmım yazmışdım ki, takdîr-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan ayrılıp, uzağa gitmek zarurî göründü. Uzakta kaldığım zamanlar, uzaklarda kalmanın verdiği üzüntü, elem ve hasretimi teskin için, bu yüksek hâlleri ve sözleri yazmak arzusu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir miktar yazmıştım ki, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mateme gark etti. Vefâtından sonra, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta teselliyi bulmak daha çok icabetti. Nazm:

Bir balık ki mahrûm kalır Fırat’dan,
Ve artık yaşayamaz ümid keser hayâtdan.

Hâce Muhammed Hâşim kısa zamanda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketli teveccüh ve kuvvetli tasarrufları ile, bâtın hâllerine, ma’nevî makamlara, acâib hâllere ve garîb kemâllere kavuştu. Onların sır mahremlerinden oldu. Büyükler yolunu anlatmak, bildirmek için o yüksek hazretten hilâfet almakla şereflendi. Onların emri ile Burhânpûr’a gitti.

Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden ayrılınca, kendi yüksek hâl ve makâmlarını bildiren mektûplar yazdı. Bu mektûplardan Hâşim-i Keşmî hazretlerinin yüksek hâl ve kemâl mertebelerini anlamak mümkündür. Bir mektûbunun giriş kısmı aşağıdadır:

“Uzakta kalmış bu bendeniz, Bürhânpûr diyârının âvâresi Muhammed Hâşim-i Keşmî, kutbların dergâhı olan yüksek makamına arz ederim. Yüksek teveccühünüz ile sıhhat ve afiyetle bu şehre geldim. Seyyidim ve mürşidimin (Mîr Muhammed Nu’mân hazretleri kasd ediliyor) hizmet ve huzûruyla şereflendim. Ev halkını selâmette buldum. Ama makamınızda bulunamamak yarasının acısını, hangi kalemin diliyle ve hangi dilin kalemiyle arz edebilirim. Umarım ki, yüksek hazretinizin teveccüh ve tasarruf nesîmi (rüzgârı), yola düşmüş bu toz parçasını, yine o yüksek kapının eşiğine ulaştırır. Hazretiniz, ayrılma zamanında, bu aşağı kula, ayrılık zamanında olanları bize yazın buyurduğunuzdan, cesâret alarak arzediyorum…”

Muhammed Hâşim-i Keşmî anlattı: “Bu fakîr birgün, Kur’ân-ı kerîm okurken İsrâ sûresi 79. “Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd’a kavuşturur.” meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; “Teheccüd namazını kılmakla şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd’un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?” diye geldi. Hazret-i İmâm’a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; “Teheccüd namazını çok kıymetli tut” buyurdular. “Çoğu zaman kılıyorum” dedim. Buyurdular ki: “Şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd’dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar.” Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; “Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah ki, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz” dedim.”

Hâşim-i Keşmî anlattı: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektûp yazınca, bu fakirin de, bu devlet ve saadete kavuşmak sebebiyle, kalbime; “Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tane de bu fakîre yazsalar ve bu mektûp Mektûbât’ın birinci cildinin son mektûbu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım” diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektûbun sonunda da; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektûpla, şeriat sahibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr’e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim” buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler. Bu mektûbun bir kısmı aşağıya alınmıştır, iki suâle cevâp vermektedir.

Suâl: Nakşibendiyye yolunda sünnet-i seniyyeye uyulur. Hâlbuki O server aleyhisselâm şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çekti. Bu yolda ise, riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hattâ, riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebep olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?

Cevap: Sevgili kardeşim! Riyâzetler çekmenin bu yolda yasak olduğunu yazıyorsunuz. Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda; nisbeti hep korumak, sünnet-i seniyyeye uymak ( aleyhisselâm ), hâllerini örtmeğe çalışmak, orta hâlli yaşamak, yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır. Bunların hepsi, ağır riyâzet ve şiddetli mücâhededir. Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede (nefsin istediklerini, yapmayıp, istemediklerini yapmak.) yalnız açlık çekmektir derler. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünkü, hayvanlar gibi yaşayan bu kimseler, yimeğe, içmeğe çok önem verirler. Hep bunları düşünürler.

Bunun için, yememek, içmemek bunlara ağır riyâzet görünür ve sıkı mücâhede olur. Bu câhiller, nisbetin korunmasına, sünnete uymağa ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetden saymazlar. Görülüyor ki, bu yolun büyüklerine, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak lâzımdır. Böyle riyâzetleri câhiller beğenirler. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebep olur ve sonu kötü olur. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yetişir. Bundan ancak Allahü teâlânın koruduğu kimse kurtulur” buyurdu.

Bu fakire göre, uzun açlıklar çekmek, yemekde ve içmekte, orta dereceyi gözetmekten çok daha kolaydır. Pek hafif olur.

Orta hâli gözetmek riyâzetinin, çok aç kalmak riyâzetinden daha üstün olduğu meydandadır. Yüksek babam (r.aleyh) buyurdu ki: “Sülûkü anlatan bir kitapda görmüştüm. Maksada kavuşmak için, yemekte ve içmekte, orta dereceyi gözetmek yetişir. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lâzım olmaz.” Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek çok iyidir. Fârisî beyt tercümesi:

Ağzından taşacak kadar çok yeme,
Açlıktan ölecek kadar az yeme!

Hak teâlâ, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) kırk erkek kuvveti ihsân eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı Kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile ( aleyhisselâm ) bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muharebede düşmana öyle güçlü saldırırlardı ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabreden yirmi kişi, ikiyüz kâfire galip gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı Kirâmdan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki, çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler. Gücü yok iken, bu işde Eshâb-ı Kirâma benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamayacak hâle sokmak olur. İşittiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) O server gibi ( aleyhisselâm ) hergün oruç tutmak istedi. Zayıfladı, takati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buna üzülerek; “İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yerim ve içerim” buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı Kirâm, insanların en iyisi kadar ( aleyhisselâm )’ açlığa dayanamadılar ise de, O’nun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler. Bunu şöyle açıklarız: Açlığın safa (kalbe rahat ve huzûr) verdiği, temizlediği meydanda birşeydir. Çok kimselerin (Sâlih olan mü’minlerin) kalbine safa verir. Çoğunun da (kâfirlerin ve dünyâya düşkün olan mü’minlerin) nefsine safa verir. Kalbin safa bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. (Âlem-i emirdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur). Nefsin safâsı, dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. (Nefs, âlem-i halkdan olduğu için, âlem-i halkdaki, bilinmiyen, gayb olan, gizli olan, çalınan şeyler, hastalıkların teşhisi, tedâvisi, cin ile tanışma gibi şeyler hâsıl olur. Böyle îmânsız ve sapık kimseler, müslümanların îmânlarının bozulmasına sebep olurlar.) Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “aleyhisselâm”, Eflâtun zamanında peygamber olmuştu. Eflâtun, Rûhullah olan o yüce peygambere inanmadı. “Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yoktur” dedi. Eğer, kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayalindeki sûretlere aldanmaz, saadete kavuşmaktan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı. Bu karanlık safâyı görerek, kendini nurlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlayamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi. Kalb böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile, üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar. Nefs ise, yaratılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri, idâresi altına girmedikçe, daha doğrusu sünnete uymadıkça İslâmiyete sarılmadıkça, hattâ ve hattâ, ancak Allahü teâlânın ihsânına kavuşmadıkça, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaratılışındaki pislikten kurtulamaz. Se’âdete, iyiliğe eremez. Eflâtun, hiç aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O imanlı kalbin sahibi gibi, kendini de, nurlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce peygambere (aleyhisselâm) uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekten Allahü teâlâya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri (r.aleyhim) açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte, orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tam ortada kalmağa çalışmak mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, fâidelerinden de, vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremediler. Açlık çekmeği emretmişlerdir. Aklı olanlar, bu zarardan kurtulabilmek için, birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir, İslâm âlimlerinin; “Bir işin sünnet veya bid’at olduğu anlaşılamasa, bid’ati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir” sözleri de, akıl sahiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü, bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise, fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini, önde tutmuşlar, bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği, şaşılacak birşey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki; bu sünnet, yalnız Eshâb-ı Kirâm için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, tasavvufcuların çoğu bunu anlıyamamış, kendileri de, böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlıyarak, kendileri yapmamışlardır. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.

Suâl: Büyüklerimizin kitaplarında yazıyor ki: “Bizim nisbetimiz, hazret-i. Ebû Bekr’e bağlanmaktadır. Başka, yollar böyle değildir.” Tasavvuf yollarının çoğu, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’a bağlanmaktadır. Bu İmâm da, hazret-i Sıddîk’a bağlıdır. Başka yollar da, hazret-i Sıddîk’a bağlanmış olmuyorlar mı?

Cevap: İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri, hem hazret-i Sıddîk’a, hem de, hazret-i Emîr’e bağlıdır, (r.anhümâ) Kendisinde bu iki nisbet birleşmiş olduğu hâlde, her iki nisbetin kemâlleri ayrı ayrı idi. Birbirleri ile karışmamış idi. Birçokları, İmâm hazretlerinden hazret-i Ebû Bekr’in nisbetini aldı. Bunların yaratılışları Sıddîk’a uygundu. Yaratılışları hazret-i Emîr’e uygun olanlar da, hazret-i Emîr’in nisbetini aldılar. Hazret-i Emîr’e bağlandılar. Bir aralık, Benâris gölünün yanına gitmiştim. Kenk ve Çemen nehirleri bu göle akmakta idi. Her iki nehrin sularının gölde hemen karışmadıkları görülüyordu. Sanki araları bir perde ile ayrılmıştı. Kenk nehrinin aktığı tarafta bulunanlar, bu nehirden gelen suyu içiyorlardı. Çemen nehrinin aktığı tarafla bulunanlar da, Çemen suyundan içiyorlardı.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri “Risâle-i kudsiyye” kitabında buyuruyor ki: “Hazret-i Ali, Peygamberlerin sonuncusundan ( aleyhisselâm ) terbiye gördüğü gibi, hazret-i Sıddîk’tan da yetişmiştir. Bunun için, hazret-i Ali’nin nisbeti, hazret-i Sıddîk’ın nisbetinden başka değildir denilirse, evet nisbetleri başka olmasa da, birçok incelikleri, bulunduğu yerlere göre, birbirlerinden ayrılırlar. Tek bir su, bulunduğu yerlere göre, başka başka özellikler aldığı gibi, ikisinden herbirine, ayrı incelikleri bakımından, ayrı bir yol bağlanmış olabilir.”

“Hazret-i İmâm’ın vefât haberi bu garîbe, bu köşeye terkedilmişe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişan oldu. Sahralara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubaiyi söylüyordum:

Madem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, sorayım ben gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.

Akşam olmuştu. Şehrin kenarında, virane bir mescidde, o pahasız hazînenin hayaliyle başımı gam örtüsünün içine çekmiştim. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.

Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman.
Aşk habercisinden bir başka acizlik var her zaman.

Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflah olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,

Her kılın dibi matemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.

Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. “Sabretmek lâzım” buyurdular. Binlerce kırıklık, perişanlık ve şaşkınlıkla; “Ey iki dünyâ se’âdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?” diye arz ettim, “İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti” buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divaneliği arttı ve şu rubaiyi okudum:

Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryadım efzûn oldu.
Kırılan bir şişenin içinde şarab kalmaz,
Benim kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.

Tekrar sahralara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakirin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıdı. Kendi evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve matemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz olarak, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:

Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.

Ba’zan toz gibi kalkıp, ba’zan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olmaz güçsüzlerin,

Siyahlar kuşanayım, mateme bürüneyim.
Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,

Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,

Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuftan bir haber edinirim,

Sahrada yanan bir susuz, deryaya inmiş gibi,
Ondan haber getirecek bir haberci bekleyeyim.

Bu kâfile erbâbı bey’ ve şirâ hayranı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâle nazar edeyim.

Eserleri: En mühim eseri Berekât-ı Ahmediyye’dir. Bu kitabın bir ismi de Zübdet-ül-makâmât’dır. Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından bir sene önce yazmaya başlayıp, 1037 (m. 1627) senesinde tamamlamıştır. Kitap belagat ve fesahat bakımından çok yüksek olduğu gibi, ihlâs ve muhabbetle yazıldığından ayrıca çok feyzli ve bereketlidir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri; “Berekât kitabını okumak, îmânın vicdânileşmesine sebep olur. Benim vardı. Seferde kayboldu. Bulursanız kabrimin başında okuyun” buyurmuştur. Kitap, Hakîkat Kitabevi tarafından neşr edilmiştir.

Kitap iki maksad üzeredir Birinci maksad; İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi. Hâce Muhammed Bâkî’yi (kuddise sirruh), ikinci maksad; her “Cephesiyle, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, yüksek oğullarını ve değerli halîfelerini beyân eder.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1043

2) Zübdet-ül-makâmât önsöz

3) Hadarât-ül-Kuds sh. 368

 


MUHAMMED HÂŞİM-İ KEŞMÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ