İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ

Hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve Şafiî mezhebinde meşhûr fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Şihâbüddîn’dir. El-Kınânî, el-Askalânî, el-Mısrî ve el-Kâhirî nisbetleri vardır. 773 (m. 1372) senesi Şa’bân ayının onikisinde Kâhire’de doğdu. 852 (m. 1449) senesi Zilhicce ayının yirmisekizinde, Cumartesi gecesi Kâhire’de Vefât etti. Cenâze namazında sultan da bulundu. Halîfenin izni ile cenâze namazını el-Bülkînî kıldırdı. Karâfe kabristanında İmâm Leys bin Sa’d’ın kabrinin yakınına defnedildi. İbn-i Hacer, ilim, edeb ve fazileti ile meşhûr bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta iken kaybetmiş olduğu babası Nûreddîn, ders okutmaya ve fetvâ vermeğe icâzetli bir âlim idi. İbn-i Hacer, daha küçük yaşta iken annesini de kaybetti. Vasisi olan Mısır’ın büyük tüccârlarından Zekiyyüddîn el-Harûbî’nin himâyesi altında büyüdü. Zekiyyüddîn el-Harûbî, 784 (m. 1382) senesinde hacca giderken onu da beraberinde götürdü.

İbn-i Hacer, dokuz yaşında iken “Muhtasar-üt-Tebrîzî” adlı eseri şerh eden Sadr-üs-Safti’nin yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Az bir süre sonra fıkıh ve sarf ilimlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra uzun müddet, zamanın en meşhûr âlimlerinden ders aldı. El-Bülkînî, el-Bermâvî, İbn-i Mülakkın ve İbn-i Cemâ’a’dan hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Sadr el-Ebşîtî Şems bin el-Kattân’dan; fıkıh, Arab dili ve edebiyatını ve hesap ilimlerini öğrendi. Nûr el-Edmî el-Ebnâsî’nin fıkıh derslerini dinledi. Hümâm el-Harezmî, Kanber el-Acemî, Bedr bin et-Tanbedî, İbn-i Sâhib, Şihâbüddîn Ahmed bin Abdullah el-Bûsırî ve Cemâlüddîn el-Mârdânî’den ilim öğrendi. Lügat, Arab dili ve edebiyatının inceliklerini el-Gamârî ve Muhib bin Hişâm’dan, arûzu Bedr el-Beştekî’den, hat (yazı) ilmini Ebî Ali ez-Zeftâvî en-Nûr el-Bedmâsî’den, kırâat ilmini et-Tenûhî’den öğrendi.

İbn-i Hacer, 793 (m. 1390) senesinden sonra, bilhassa hadîs tahsili ile meşgûl oldu ve bu uğurda; Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen’e çok kerre ilmî seyahatler yaptı. Birçok edîb ve lisân âlimleri ile görüştü. Yemen’de Kâmûs-ül-muhît sahibi Mecdüddîn bin eş-Şîrâzî’den ve birçok âlimden ilim öğrendi. Şam, Gazze, Remle, Kudüs, Dımeşk ve başka yerlerde hadîs-i şerîf dinledi. On sene Zeyn-ül-Irâkî’den hadîs ilmini tahsil etti. Hocalarının hepsi, onu fetvâya ve ilim öğretmeye me’zûn kıldılar. Ya’nî bu husûsta diploma verdiler.

İbn-i Hacer-i Askalânî’nin hocalarının herbiri, zamanında ve sahasında üstün zâtlardı. El-Irâkî hadîs ilminde, el-Heysemî ilimlere dâir metin kitaplarını ezberlemekte, et-Tenûhî kırâat ilminde, el-Bülkînî çok ezber ve geniş ma’lûmâtıyla, İbn-i Mülakkın çok eser yazmakta, el-Fîrûz Âbâdî lügat ilminde, el-Gamârî Arab dili ve edebiyatında mütehassıs idi.

İbn-i Hacer, birçok ilmî eseri ezberledi. Râvîlerin hâl tercümelerini bilmede ve târih ilminde üstüne yok idi. Cemâliyyet-ül-cedîde Medresesi’nde hadîs dersleri okuttu. 814 (m. 1411) senesinde, buradan ayrılıp eser yazmakla meşgûl oldu. Baybarsiyye’de şeyhülislâmlık makamına getirildi. Daha sonra Müeyyidiyyet-ül-cedîde Medresesi’nde Şafiî fıkhını okuttu.

İbn-i Hacer, kendisine teklif edilen kadılık vazîfesini önce kabûl etmedi. Sonra Kâdı’l-kudât el-Bülkînî’nin ısrarına dayanamıyarak, 827 (m. 1423) senesi Muharrem ayının yirmiyedisinde kadı oldu. Mısır’daki kadılık vazîfesinden, birkaç defa ayrılıp, tekrar o göreve getirilmek sûretiyle yirmibir sene bulundu. Aynı zamanda muhtelif câmi ve medreselerde tefsîr, hadîs ve fıkıh okuttu.

Talebesi Sehâvî, ders okuttuğu yerler hakkında şöyle demektedir: “Hocam İbn-i Hacer birçok yerde ders okuttu. El-Haseniyye ve el-Mensûriyye’de tefsîr, el-Baybarsiyye, el-Cemâliyye, el-Haseniyye, ez-Zeyniyye, eş-Şeyhûniye, Câmi-i Tûlûn, Kubbet-ül-Mensûriyye’de hadîs, el-Harûbiyye, el-Bedriyye, eş-Şerîfiyye, el-Fahriyye, eş-Şeyhûniyye, es-Sâlihiyye, en-Necmiyye, es-Salâhiyye, el-Müeyyidiyye ve başka yerlerde fıkıh dersleri verdi. Bu yerlerin sayısı onaltıya ulaştı.”

Zamanın en büyük hadîs âlimlerinden olan İbn-i Hacer’in dersleri çok büyük rağbet gördü. Mütehassıslar tarafından dersleri ta’kib edildi. İbn-i Hacer; Dâr-ül-adl’de müftî, Baybarsiyye Medresesi’nde müdür ve müfettiş, Ezher ve Amr İbni As câmilerinde hatîb ve Mahmûdiyye Kütüphânesi’nde hâfız-ı kütüb oldu. Sâdece o kütüphânede, ne kadar eser ve içinde ne bilgi varsa bilirdi. Şâir ve yazar olarak da takdîre mazhar olan İbn-i Hacer’in büyük bir edebî yönü vardı. Eserleri yüzelliden fazladır. Bir çoğu, İslâmiyetin anlatılması öğretilmesi husûsunda gayet ehemmiyetlidir. Eserleri, o hayatta iken yayıldı. Hükümdârlar ve emirler, onun eserlerini birbirlerine hediye olarak gönderdiler.

İbn-i Hacer-i Askalânî, hâfız-ül-hadîs (yüzbinden fazla hadîs-i şerîf ezberleyen) idi. Bu büyük âlimin her sözü senet, sağlam bir vesîkadır. Bütün ilim dallarında söz sahibi idi. Hocası Hâfız el-Irâkî’ye, kendisinden sonra ilimde halef (yerine kimi) bıraktığı sorulduğunda; “İbn-i Hacer, sonra oğlum Ebû Zür’a, sonra da el-Heysemî” buyurdu.

Hâfız Takıyyüddîn Muhammed bin Muhammed bin Fehd onun hakkında: “İbn-i Hacer, faydalıyı taleb eden biri olup, zamanının âlimleri arasında tek idi. Bilhassa hadîs ilminde mütehassıs oldu. Kıymeti yüksek ve faydalı eserler yazdı. Eserleri, onun üstünlüğüne delîldir. Âlimler onun üstünlüğünde sözbirliği ettiler. O; İmâm, büyük âlim, hafız, muhakkik, kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sahibi, konuşması tatlı, ta’birleri güzel, benzeri görülmeyen bir zât idi” demektedir.

Menhel-üs-Sâfi kitabının sahibi ise, onun hakkında şöyle demektedir: “Allahü teâlâ, İbn-i Hacer’e rahmet eylesin. O, zamanının hafızı idi. Doğu ve batıda tek hafız idi. Hadîs ilminde mü’minlerin hocası idi. Kendisiyle bu ilmin riyaseti son buldu.”

İbn-i Münâvî eş-Şâfiî, “Yevâkit-ved-Dürer” adlı eserinde; “Şeyh-ül-İslâm Şihâbüddîn Ebü’l-Fadl bin Hacer, zamanının bir tanesi idi. Zamânınında hadîs-i şerîf ilminin bayrağını dalgalandırdı. Asrının Zehebî’si idi. Ehl-i ilmin dayanak mercii oldu” demektedir.

İmâm-ı Süyûtî de onun hakkında şöyle demektedir: “İbn-i Hacer, Şeyh-ül-İslâm, zamanının hafızı ve İmâmı idi. Kâdı’l-kudât idi. Eğer derslerinde bulunmayıp onun dilinden hadîs-i şerîf dinlememiş olsaydım, eserlerinden istifâde ederdim. Kendisinden çok istifâde ettim. Onun gibisini ondan sonra görmedim. İbn-i Hacer, heybetli ve vekar sahibi idi. Başkasını üzecek birşey konuşmaz, kendisine kötü davranana iyilikle muâmele ederdi. Kendi aleyhinde bulunan kimseye gücü yettiği hâlde mukâbelede bulunmazdı. Çok zekî, ilimde mehâretli, konuşması düzgün ve tatlı, sesi ahenkli idi. Çok oruç tutar ve çok ibâdet ederdi. Kendisinden önceki âlimlerin, sâlihlerin yolunda ve âdeti üzere bulundu.”

İbn-i Hacer-i Askalânî, yüzelliden fazla eser yazdı. Bunlardan en önemlileri şunlardır. 1-Feth-ül-bârî li Şerh-il-Buhârî: Sahîh-i Buhârî’nin şerhi olan bu eser çok meşhûrdur. Bu eserini tamamladıktan sonra, beşyüz altın harcayarak büyük bir ziyâfet verdi. Çeşitli yerlerde baskısı yapılmıştır. 2-Tehzîb-üt-tehzîb, 3-Lisân-ül-mîzân, 4-Ta’cîl-ül-menfea, 5-Takrîb-üt-tehzîb, 6-El-İsâbetü fî temyîz-is-Sahâbe: Bu eserinde İbn-i Hacer, Eshâb-ı Kirâmın hayatlarını çok güzel anlatmaktadır. Bu eser, İbn-i Esîr’in “Üsüd-ül-gâbe” kitabından daha mükemmeldir. Dört cilddir. 1280 (m. 1863) senesinde Hindistan’da ve 1328 (m. 1910) senesinde Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. 7-Ed-Dürer-ül-kâmine, Dört cilddir. Sekizinci asırda yaşayan meşhûr, âlim, devlet adamı ve ileri gelenlerin hayatlarını anlatmaktadır, matbûdur. 8-Ref-ül-ısr, 9-Nüzhet-ül-elbâb fıl-elkâb, 10-Tebsîr-ül-müntebih, 11-Zehn-ül-Firdevs, 12-Müsned-ül-Bezzâz 13-El-Münebbihât alel-isti’dâdi liyevm-il-meâd gibi eserlerinden başka, bir dîvânı, târihle ilgili bir kitabı ve güzel hutbeleri vardır.

İbn-i Hacer-i Askalânî’nin “el-Münebbihât alel-isti’dâdi li yevm-il-meâd” isimli eserinden ba’zı bölümler (Muhammed Nevevî bin Ömer el-Câvî’nin bu eser üzerine yaptığı Nesâih-ül-ibâd adlı şerhden de faydalanılmıştır.):

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu iki hasletten daha üstün birşey yoktur: Allahü teâlâya îmân ve müslümanlara (söz, makam, mal veya beden ile) faydalı olmaktır. Şu ikisinden de daha kötü birşey yoktur; Allahü teâlâya şirk koşmak ve müslümanlara (bedenlerine ve mallarına) zarar vermektir.” Allahü teâlânın bütün emirleri, neticede şu iki şeyden ibârettir: Allahü teâlâya ta’zim ve O’nun kullarına şefkattir.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: (ilmi ile amel eden) âlimlerin meclislerinde bulununuz. Hakîmleri (Allahü teâlâyı tanıyan, sözlerinde ve fiillerinde isâbetli olan âlimlerin) sözlerini iyi dinleyiniz. Çünkü Allahü teâlâ, ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi, hikmet (fâideli ilim) nûru ile de ölü kalbi diriltir.”

Taberânî ( radıyallahü anh ), İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ( radıyallahü anh ) şu sözünü rivâyet eder: “Büyüklerin meclisinde bulununuz, âlimlerden sorunuz, hakîmlerle oturup kalkınız.” Âlimler üç kısımdır. Bunlar: 1-Allahü teâlânın bildirdiği hükümleri bilen âlimler. Bunlar fıkıh âlimleridir. 2- Ârif-i billâh olan âlimler. Bunlarla beraber olmak, kalbleri ma’rifetullah ile, sırları Allahü teâlânın celâl nûru ile aydınlatır. 3-Bu iki kısmı bilen âlimlerdir ki, bunlarla beraber olmak, insanı yüksek ve kıymetli hâllere kavuşturur. Nazarın verdiği fâide, sözün verdiği fâideden daha yüksektir. Bakışı fâide verenin, sözleri de fâide verir. Aksi de böyledir. Ya’nî nazarı fâide vermiyenin, sözü fâide vermez, te’sîr etmez.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki, âlimlerden kaçacaklar. Allahü teâlâ da onlara üç belâ verecektir, 1-Allahü teâlâ, onların kazançlarından bereketi alacak. 2-Onlara zâlim bir sultan musallat kılacak. 3-Onların bir kısmı dünyâdan imansız ayrılacaklar.”

Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kabre azıksız, sâlih ameli olmadan giren, denize gemisiz girmiş gibidir.”

Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyânın izzeti mal ile, âhıretin izzeti, sâlih amel iledir.” Ya’nî, dünyâ işleri mal ile kuvvetli olur ve iyi gider. Âhıret işleri de sâlih amellerle kuvvet bulur ve iyi olur.

Abdülmu’tî Semlâvî nakletti: Resûlullah ( aleyhisselâm ) Cebrâil’e (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Bana Ömer’in iyiliklerini anlat.” Cebrâil (aleyhisselâm) “Denizler mürekkeb, ağaçlar kalem olsa, Ömer’in iyiliklerini anlatamazdı” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) yine Cebrâil’e; “Bana Ebû Bekr’in iyiliklerini anlat” buyurunca, Cebrâil (aleyhisselâm); “Ömer ( radıyallahü anh ), Ebû Bekr’in hasenatından birisidir” buyurdu.

Osman ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâ üzüntüsü, kalbde zulmet, âhıret üzüntüsü ise kalbde nûrdur.” Ya’nî, dünyâ işlerine âit üzüntü kalbi karartır. Âhıret işlerine dâir üzüntü ise kalbi nûrlandırır. Allahım! Dünyâyı bize en büyük üzüntü kılma. Âmin.

Ali ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim Cenneti taleb ederse, Cennet de onu taleb eder. Kim günah peşinde olursa, Cehennem onu ister.” Ya’nî, âkil baliğ olan kimsenin mutlaka bilmesi lâzım olan fâideli bilgiyi öğrenmekle meşgûl olursa, bu bilgileri arar ve isterse, hakîkatte o kimse Cenneti, Allahü teâlânın rızâsını istemektedir. Kim de günah olan şeyleri isterse, hakîkatte Cehennemi ve Allahü teâlânın gazâbını istemektedir.

Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kerîm olan (işleri güzel olan kimse) Allahü teâlâya âsî olmaz. Dünyâyı âhırete tercih etmeyen kimse ise hakîmdir.” Ya’nî kerîm kimse, takvâya yapışmak, günahlardan korunmak sûretiyle kendisine ikramda bulunur. Hakîm, işlerinde isâbetlidir. Akl-ı selime muhalefetten sakınır.

Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Şehvetten (ya’nî nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.”

Zâhidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde Cehenneme atar. Çünkü böyle kimse, sonunda pişman olur. Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini diler. Kim de, Allahü teâlâya karşı olan hayasından ve Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâattaki eksikliklerinden ve kusurlarından korktuğu için, ağlıyarak Allahü teâlâya tâatta bulunursa, Allahü teâlâ onu, sevinçli olduğu hâlde Cennetine koyar. O sevinçlidir, çünkü maksudu olan Allahü teâlânın affına kavuşmuştur.” Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Günahları küçük görmeyiniz. Çünkü büyük günahlar, küçük günahlardan doğar.” Ba’zan Allahü teâlânın gazâbı küçük günahlarda olabilir.

Kalb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Ya’nî Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.”

Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dil (kötü sözler söylemek sûretiyle) bozulursa, bundan dolayı insanlar sıkıntı duyar ve üzülürler. Kalb (riya ve benzeri hastalıklarla) bozulursa, o zaman melekler üzülür ve ağlarlar.” Denildi ki: “Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)”

“Kim günahları terkederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terkedip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve O’nun, herşeyin sahibi ve mâliki olduğunu müşâhede eder.”

Denildi ki: “Aklın kemâli, Allahü teâlânın rızâsına uyup, gazâbına vesile olacak şeylerden uzak kalmaktır.”

“İlmi ile amel eden fazilet sahibi için gariplik yoktur. Zîrâ böyle bir kimse, her yerde ikram ve hürmet görür. Memleketinden uzakta olsa bile, her yer ona vatandır.”

“Kulun tâatle meşgûl olması, onun Allahü teâlâyı tanıdığına delâlet eder. Kulun tâatı arttıkça, Allahü teâlâyı tanıması da o derece artar. Tâat azaldıkça, ma’rifetullah da azalır. Zâhir, bâtının aynasıdır.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bütün günahların aslı dünyâ sevgisidir.”

Denildi ki: “Ahmakla arkadaşlık etmek, bereketsiz ve fâidesiz bir iştir.” Ahmak; çirkinliğini bildiği hâlde, birşeyi, olması lâzım gelenden başka yapandır.

Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ahmağın sevgisini kes, at.” Ya’nî onunla beraber olma, zîrâ onun hâli çirkindir. Tabiatlar hırsız gibidir. Senin tabiatın, onun kötü hâlini çalabilir.

Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde bu ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1-Kişinin dîni husûsunda, kendisinden yukardakine bakıp ona uyması, dünyâsı husûsunda, kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfundan dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. 2-Kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine bakması, dünyâ husûsunda kendisinden yukardakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur. (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur. (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider. (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.)”

Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle ulaşılmaz. 1-Zenginliğe hayâl ve arzu ile, 2-Gençliğe saçı kına ile boyamakla, 3-Sıhhate yalnız ilâçla ulaşılmaz. Bilakis, Allahü teâlânın şifâ vermesi ile ulaşılır.”

Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanlara sevgi göstermek aklın yarısıdır. Âlimlere suâl sormak ilmin yarısıdır. (Çünkü ilim, sormakla hâsıl olur.) Güzel tedbir (işleri, neticelerini hesaplayarak yapmak) geçimin yarısıdır.

Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâyı terk edeni, Allahü teâlâ sever. (Çünkü dünyâyı terketmek, riyayı ve övülmeyi terketmektir.) Günahlan terk edeni, melekler sever. (Çünkü, günah işliyen kimse, günahları yazan melekleri rahatsız eder.) Müslümanların malında, canında gözü olmayanı müslümanlar sever.”

Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâ ni’metleri içerisinde, müslüman olmak, ni’met olarak yeter. (Allahü teâlânın en büyük ni’meti, onların yokluktan varlığa çıkarması, küfrün karanlıklarından kurtarıp, İslâm ile şereflendirmesidir.) insana meşgûliyet olarak tâat yeter. Nasihat ve ibret olarak ölüm yeter (Çünkü ölüm, insanlar için en büyük vâ’izdir.)” Davûd aleyhisselâma Zebur’da şöyle vahyedildi: “Akıllı kimsenin üç şeyle meşgûl olması gerekir: 1-Sâlih ameller işlemek sûretiyle âhırete hazırlanmak. 2-Dünyâ hayâtı için lâzım ve kâfi olanı yerine getirmek. 3-Helâl kazanmanın lezzetine tâlib olmak.”

Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Üç şey sahibini azaptan kurtarır. Üç şey helake götürür. Üç şeye, âhırette üç tane derece vardır. Üç şey de günahlara keffârettir. Sahibini azaptan kurtaranlar şunlardır: Gizlide açıkta Allahü teâlâdan korkmak. Fakir ve zengin iken, orta hâl üzere bulunmak. (Ya’nî zengin iken isrâf etmemek, fakir iken de fakirliğe rızâ göstermek.) Rızâ ve gadab hâlinde adâlet üzere olmak. (Ya’nî Allah için gadab ve Allah için rızâ göstermek.) Helake götüren üç şey şunlardır: 1- Şiddetli cimrilik, (Bu şekilde cimri olan kimse, Allahü teâlânın ve kullarının hakkını yerine getiremez.) 2- Tâbi olunan hevâ. (Ya’nî nefsinin emrettiğine uymak.) 3-Kişinin kendisini beğenmesi. (Ya’nî kişinin, nefsine kâmil gözüyle bakıp, Allahü teâlânın ni’metini unutması ve onun elinden çıkmıyacağını sanmasıdır.) Âhırette üç derece şunlardır: 1- Selâmı yaymak. (Ya’nî tanıdığına ve tanımadığına selâm vermek sûretiyle selâmı insanlar arasında yaymaktır.) 2- Misâfire ve aç olana yemek yedirmek. 3- İnsanlar uykuda iken, gece namaz kılmak, (Ya’nî insanlar uykuda iken, teheccüd namazı kılmaktır.) Günahlara keffâret olan üç şeye gelince, şunlardır: 1- Şiddetli soğuklarda sünnetlerine riâyet etmek sûretiyle güzelce abdest almak, 2-Cemâatle namaza devam etmek, 3- Namaz kıldıktan sonra, diğer namazı kılmak için beklemek.”

Cebrâil aleyhisselâm buyurdu ki: “Ey Muhammed! istediğin şekilde yaşa, mutlaka öleceksin, istediğin kimseyi sev, ondan mutlaka ayrılacaksın. İstediğini yap, mutlaka karşılığını göreceksin. (Çünkü kullar, amellerinin karşılığını mutlaka görecekler. Eğer hayır işlemişlerse, mükâfat, kötülük işlemişlerse azap göreceklerdir.)”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ üç kimseyi kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde gölgelendirir: 1- Meşakkatli vakitlerde (şiddetli soğuk olduğu zaman) abdest alanı, 2- (Cemâatle namaz kılmak için) karanlıkta câmiye gideni, 3-Aç kimseyi doyuranı.”

İbrâhim aleyhisselâma; “Allahü teâlâ seni, ne yaptın da kendisine halîl (dost) edindi?” diye suâl edilince; “Üç şey sebebiyle beni, Allahü teâlâ kendisine dost edindi: 1- Allahü teâlânın emrini, Allahü teâlâdan başkalarının emrine tercih ettim. 2- Allahü teâlânın benim için kefil olduğu rızkım husûsunda hiç endişe etmedim. 3- Sabah olsun, akşam olsun, misâfirsiz yemek yemedim” buyurdu.

Evliyâdan şöyle bildirilmiştir: “Üç şey gammı giderir: 1- Hangi ifâde ile olursa olsun, Allahü teâlâyı zikretmek (anmak). Meselâ; “La ilahe illallah lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demek sûretiyle veya “Ey her kendisine nidâ edene yardım eden! Ey kendisine duâ eden her muhtaca icabet eden! Ey kendisini bütün dünyâya tercih edene kâfi gelen!” demek sûretiyle anmak. 2-Âlimler ve sâlihlerle görüşmek. 3-Dünyâ ve âhıret iyiliklerinden bahseden kimselerin sözlerini, yazılarını okumak.”

Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya ve kullarına karşı edebli olmayan kimsenin ilmine i’tibâr edilmez. Belâ ve musibetlere, insanlardan gelen sıkıntılara, günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmenin meşakkatine katlanmayan kimsenin dindarlığı mu’teber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmıyanın, Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur.”

İsrâiloğullarından birisi ilim tahsiline çıkmıştı. Bu haber onların Peygamberine (aleyhisselâm) ulaştı. O Peygamber (aleyhisselâm), o şahsa gidip; “Ey genç, sana üç şey tavsiye edeceğim ki, bu üç haslette, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi vardır. Ya’nî sana bu üç şey kâfidir, 1- Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan kork. 2- Dilini, insanlar hakkında konuşmaktan tut. Onlardan sâdece hayrla bahset. 3- Yediğin ekmeğin helâl olmasına çalış. Yoksa o ekmeği yeme” buyurdu.

İsrâiloğullarından birisi çok ilim elde etmişti. Fakat ona ilmi fâide vermemişti. Allahü teâlâ, onların Peygamberine (aleyhisselâm); “Git ona şöyle de: Bundan daha çok ilim de elde etmiş olsan, şu üç şeyle amel etmedikçe, ilmin sana fâide vermez: 1- Dünyânın malını, mülkünü ve süsünü sevme. Çünkü sen, henüz sevâb yeri olan Cennette değilsin. 2- (Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine karşı gelmek sûretiyle) şeytana uyma. Çünkü şeytan, mü’minlerin dostu değildir. 3-Allahü teâlânın kullarından birisine eziyet etme. Zira mü’mine eziyet etmek, mü’minin işi ve san’atı değildir” diye vahyetti.

Süleymân Dârânî Abdürrahmân bin Atıyye, Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Allahım! Eğer bana günâhım sebebiyle azâb edeceksen, senden affını istiyorum. Çünkü senin affın, benim günahlarımdan daha geniştir. Allahım! Eğer cimriliğim sebebiyle, bana azâb edeceksen, senden keremini istiyorum.”

Denildi ki: insanların en mes’ûd ve bahtiyarı, nerede olursa olsun Allahü teâlâyı anan kalbe, günahlardan uzak durmaya ve tâatleri yapmaya sabreden bedene, Allahü teâlânın kendisine verdiği rızka ve yaptığı taksime râzı olan kanâate sâhib olandır.”

İbrâhim Nehâî buyurdu ki: “Sizden öncekiler şu üç şey sebebiyle helak oldular 1- Boş, dünyâ ve âhırete fâidesi olmayan şeyleri konuşmak, 2-Fazla yemek (kulluk vazîfesini yapmaya yetecek miktardan fazlasını yemek), 3- Fazla uyumak.”

Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu: “Dünyâ onu terketmeden önce, dünyâyı terk eden kimseye ne mutlu. (Ya’nî malı elinden gitmeden önce, onu hayırlı işlere sarf eden kimseye ne mutlu.) içine girmeden önce, kabrini bina edene (kabrinde kendisine arkadaş olacak sâlih amelleri işleyene), ölümle Rabbine kavuşmadan önce (emirlerine uyup, yasaklardan sakınmak sûretiyle) Rabbini râzı edene ne mutlu.”

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib; “Yanında Allahü teâlânın, Resûlünün ve evliyâsının sünneti olmayan kimsenin, yanında mu’teber hiçbir şey yok demektir” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ali’ye; “Allahü teâlânın, Resûlullahın ve evliyânın sünneti nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın sünneti, sırrı gizlemektir. Çünkü sırrı gizlemek vacibdir. Resûlullahın sünneti, insanlara karşı müdârâ etmektir. (Müdârâ; dîni korumak için dünyalık vermektir.) Evliyânın sünneti, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”

Bizden öncekiler birbirlerine şöyle nasihatte bulunur ve birbirlerine şöyle yazarlardı: “Kim âhıreti için amel yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. (Allahü teâlâ, ona bütün işlerinde kâfi gelir.) Kim kalbini güzelleştirirse, Allahü teâlâ da onun dış görünüşünü güzelleştirir. (Zâhir, bâtına delâlet eder.) Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yaparken, riya, ucb ve şöhretten uzak kalırsa, Allahü teâlâ onunla insanlar arasını ıslâh eder. (Ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kimseyi insanlar da sever.)”

Hazreti Ali buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında insanların en hayırlısı, nefsinin yanında insanların en kötüsü ol.” Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu: “Birisine rastladığın zaman, onu kendinden üstün görerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir. Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir. Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir. Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir. Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir. Eğer kâfir ise; o, belki müslüman olur da iyi amel işliyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”

İnsanlar arasında, onlardan birisi gibi ol! Şüphesiz Allahü teâlâ, kendisini başkasından farklı ve üstün göreni sevmez.

Allahü teâlâ, Üzeyr aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Üzeyr! Küçük bir günah işlediğin zaman, onun küçüklüğüne bakma. Kime karşı günah işlediğine bak. Sana ufak bir iyilik isâbet ettiği zaman, onun küçüklüğüne bakma, sana bu rızkı verene bak. Sana belâ ve musibet isâbet ettiği zaman, beni mahlûkuma şikâyet etme!”

Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Allahü teâlânın farz kıldıklarını tam olarak yap. İnsanların en âbidi olursun. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakın, insanların en zahidi olursun. Allahü teâlânın sana verdiği rızka rızâ göster, insanların en zengini olursun.”

Sâlih Merkadî’den nakledildi: “O, bir beldeye uğramıştı. O beldeye; “Ey diyar! Nerede senin evvelki halkın? Nerede seni bina edenler? Nerede senin önceki sakinlerin? diye sorunca; sahibi görünmeyen bir ses ona şöyle dedi: “Onların eserleri kayboldu. Vücûdları toprak altında çürüdü. Amelleri boyunlarına asıldı.”

Hazreti Ali buyurdu ki: “Bir kimseye iyilikte bulunsan, sen onun âmiri olursun. Eğer bir kimseden muhtaç olduğun birşeyi istersen, onun esîri durumuna düşersin.” Çünkü nefsler, iyilik yapanı sevme tabiatı üzere yaratılmıştır. Hazreti Ali; “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” buyurmuştur.

Ebû Zekeriyyâ Yahyâ bin Mu’âz buyurdu ki: “Dünyâ tam olarak terkedildiği zaman, tam olarak âhıret kazanılmış olur. (Çünkü dünyâ ile âhıret iki kefe gibidir.) Kim dünyâyı terkederse, âhıreti kazanır. (Ya’nî dünyâyı seven, âhıretten yüz çevirir.) Âhıreti sevmek, dünyâyı terk etmeye bağlıdır. Âhıreti terketmek, dünyâyı sevmek sebebiyledir.”

Hamîd Lukâf’a birisi gelip; “Bana, dînim husûsunda fâide verecek birşey tavsiye et” dedi. Bunun üzerine Hamîd Lukâf buyurdu ki: “Mushaf kabı gibi dînin için bir kab edin ki, dînini kirlerden muhafaza etsin” dedi. “Dînin kabı nedir?” diye soruldu. Hamîd Lukâf: “Sana lâzım ve fâideli olmayan sözü terketmendir” dedi.

Lokman Hakim buyurdu ki: “Söz gümüş ise, sükût altındır.” Bunun ma’nası şudur Hayırlı birşeye dâir konuşmak gümüş gibi ve güzel olunca, şer ve kötülüğe dâir sükût edip konuşmamak, güzellik ve kıymet husûsunda altın gibidir. Buyuruldu ki: “Hakkı söylemek husûsunda suskun olup konuşmayan, bâtılı konuşan ve anlatan gibidir.”

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) buyurdu ki: insanlar dört kısımdır: 1-Dili ve kalbi olmıyan. Bu; günahkâr, dünyâya aldanmış ve ahmak kimsedir. Böyle kimselerden olmaktan ve onlar arasında bulunmaktan sakın. Çünkü onlar, azâba uğrayacak kimselerdir. 2- Dili olup, kalbi olmayan kimse. Bu; hikmetli konuşur, fakat onunla amel etmez. Sâdece insanları Allahü teâlânın emirlerine da’vet eder. Kendisi ise bunları yapmaktan kaçar. Tatlı ve hoş konuşmalarıyla seni aldatmamaları için onlardan uzak dur. Yoksa onların günahlarının ateşi seni de yakar, kalblerinin pis kokusu seni öldürür. 3- Kalbi olup dili olmayan kimse; bu öyle bir mü’mindir ki, Allahü teâlâ onu mahlûkundan gizlemiştir. Ona nefsinin ayıplarını göstermiş, kalbini nûrlandırmış, insanlarla lüzumundan fazla görüşmenin sıkıntılarını, lüzumsuz konuşmanın kötülüğünü ona göstermiştir. Bu, Allahü teâlânın velî kulu olup, Allahü teâlâ onu muhafaza buyurur”. Böyle bir kimse ile beraber ol. Onun hizmetinde bulun. Böyle yaparsan, Allahü teâlâ seni sever. 4-Âlimdir. İlmi ile amel eder. Bu kimse, Allahü teâlâyı ve âyetlerini, azamet ve kibriyâsına delâlet eden delîlleri bilir. Allahü teâlâ onun kalbine, herkesin bilmediği ince ve derin ilimleri koymuştur. Onun kalbini böyle ilimlere açık kılmıştır. Böyle bir zâta muhalefet etmekten ve ona sırt çevirip ondan uzaklaşmakdan çok sakın. Onun nasihatlerini terk etmekten çok kork.

Sonra bil ki, zühdün aslı, her türlü haramlardan sakınmaktır. Zîrâ vera’ı olmıyanın (şüphelilerden sakınmıyanın) zühdü doğru olmaz.”

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, hıfzı kuvvetlendirir ve balgamı giderir: 1- Misvak kullanmak, 2- Oruç tutmak, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.”

Ka’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, mü’minler için şeytana karşı kal’adır: 1- Mescid: Burası Allahü teâlâyı ananların ve meleklerin bulunduğu yerdir. 2- Allahü teâlâyı zikretmek. Bilhassa “La havle velâ kuvvete illâ billâh” demek. Zîrâ şeytan, Allahü teâlânın zikredildiğini, anıldığını işitince, gizlenir ve duraklar. 3-Kur’ân-ı kerîm okumak. Bilhassa Âyet-el Kürsî’yi okumak. Bu tecrübe edilmiştir.”

Evliyâdan bir zât buyurdu ki: “Üç şey, Allahü teâlânın hazînesindendir. 1- Fakirlik, 2- Hastalık, 3- Sabır: Belâ ve musibetin acısını, ne Allahü teâlâdan başkasına ne de Allahü teâlâya şikâyette bulunmamaktır. Kazaya tam olarak rızâ göstermelidir. Çünkü kölenin, efendisinin hükmüne râzı olması gerekir.”

Abdullah bin Abbâs’a ( radıyallahü anh ); “Günlerin, ayların ve amellerin en hayırlısı nedir? diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür. Çünkü Cum’a, günlerin efendisidir. Allahü teâlâ Cum’a gününü Muhammed aleyhisselâmın ümmetine ihsân eyledi. Ayların en hayırlısı Ramazân-ı şerîf ayıdır. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi bu ayda indirdi. Kadir gecesi Ramazân-ı şerîf ayındadır. Bu ayda, farz olan oruç tutulur. Bu ayda yapılan nafilelerin sevâbı, farz sevâbı gibidir. Amellerin en hayırlısı, vaktinde kılınan beş vakit namazdır. Beş vakit namaz, diğer amellere açılan kapı mesabesindedir. Beş vakit namaz kılındığı zaman, diğer sâlih amelleri de yapmak nasîb olur. Beş vakit namaz kılınmazsa, diğer sâlih amelleri yapmak nasîb olmaz.”

Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Amellerin en hayırlısı, Allahü teâlânın kabûl ettiğidir. Ayların en hayırlısı, Allahü teâlâya tövbe-i nasûh ile tövbenin yapıldığı aydır. En hayırlı gün, îmânla ölerek dünyâdan ayrıldığımız gündür.

Denildi ki: “Allahü teâlâ bir kul hakkında hayır murâd ettiği zaman, onu dinde fakîh yapar, dünyâ sevgisini ve tama’ı kalbinden çıkarır. Ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana dünyâda üç şey sevdirildi: Güzel koku, zevcelerim ve gözümün nûru olan namaz.” Allah için olan şeyler dünyâ olmaz. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarında Eshâb-ı Kirâm vardı. Bu sırada Ebû Bekr Sıddîk ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yâ Resûlallah! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzüne bakmak. 2- Malımı, Resûlullahın yolunda infâk etmek. 3- Kızımın, Resûlullahın nikâhı altında bulunması.” Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Doğru söyledin yâ Ebâ Bekr! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- İyiliği emretmek, 2- Kötülükten men etmek, 3- Eski elbise giymek.” Hazreti Ömer’in cübbesinde ondört yamanın olduğu rivâyet edilir. Hazreti Osman bin Affân da şöyle buyurdu: “Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Açları doyurmak, 2- Çıplakları giydirmek, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib de; “Doğru söyledin yâ Osman! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Misâfire hizmet, 2- Yazın şiddetli sıcakta oruç tutmak, 3- Düşmanla savaşmak” buyurdu. Onlar bu hâlde iken, Cebrâil (aleyhisselâm) Resûlullaha ( aleyhisselâm ) geldi ve; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sizin sözlerinizi duyunca, beni size gönderdi. Bana, eğer dünyâ ehlinden olsam neyi sevdiğimi sormanı emretti” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Neyi seversin yâ Cebrâil?” diye suâl buyurdu. Cebrâil (aleyhisselâm); “Dalâlette olanlara (yolunu kaybetmişlere) doğru yolu göstermeği, Allahü teâlâya itaat eden ve O’ndan korkanlara yakınlık göstermeyi ve fakirlere yardım etmeği severim” buyurdu.

Yine Cebrâil aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, kullarında üç şeyi sever, 1- Başkasının, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmasına imkân vermeği, 2- İşlediği günahlara pişman olduğu zaman ağlamayı, 3- İhtiyâç vaktinde sabretmeyi.”

Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Kim işlerinde aklına güvenip ona sarılır ve Allahü teâlâya güvenmezse, doğruya ulaşamaz. Malı sebebiyle kendisini müstağni gören, kendini başkasına ihtiyâcı yok kabûl edene malı kâfi gelmez. Gücünü mahlûktan alan, mahlûka güvenerek kendisini kuvvetli sayan, zelîl olur.”

Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan başkasını sevmez. Dünyânın fânî olduğunu bilen, dünyâya rağbet etmez. Âhıreti dünyâya tercih eder ve Allah rızâsı için amel yapar.”

Zünnûn-i Mısrî buyurdu ki: “Bir şeyden korkan, ondan kaçar. Birşeye rağbet eden, onu taleb eder, ister.” Ya’nî Cenneti istiyen, ona yaklaştıran amel yapar. Cehennemden korkan, ondan muhafaza edecek amelleri yapar.

Zünnûn-i Mısrî şöyle buyurdu: “Dünyâdaki ve âhıretteki her hayrın aslı, Allah korkusudur. Dünyânın anahtarı tokluk, âhıretin anahtarı açlıktır.”

Mâlik bin Dinar ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle mâni ol. Tevâzu ile kibre, kanâat ile hırsa, nasihat ile hasede mâni ol.” Hadîs-i şerîfte: “Kadere îmân ile hased, bir kulun kalbinde birleşmez” buyuruldu.

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Ebû Zer’e ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Ebû Zer! Sefîneyi yenile, tazele. (Ya’nî her şeyde niyetini iyi yap. Senin için sevâb ve Allahü teâlânın azâbından kurtulmak nasîb olur.) Çünkü deniz derindir. Azığını kâmil olarak al. Çünkü âhıret yolculuğu uzundur. Dünyâda yükünü hafiflet. Çünkü yokuşu çıkmak zordur. Ameli, sırf Allahü teâlâ için yap. Çünkü Allahü teâlâ bütün hâlleri bilicidir.”

Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İbâdetin tadını şu dört şeyde buldum: 1- Allahü teâlânın farz kıldığı emirlerini yerine getirmek, 2- Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınmak, 3-Emr-i ma’rûf yapmak, 4- Kötülükten nehyetmek ve Allahü teâlânın gazâbından korkmak.”

Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Cenneti istiyen, hayır işlere koşar. Cehennem ateşinden korkar. Nefsin arzu ve isteklerine tâbi olmaktan sakınır. Dünyânın mihnet, sıkıntı yeri olduğunu bilene, musibetler hafif gelir.”

Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dört şey, kalbin zulmetindendir 1- Fazla yediğine aldırmadan yemek. 2- Zâlimlerle beraber bulunmak, 3- Geçmiş günahları unutmak. 4-Uzun emel sahibi olmak. (Zevk ve safa sürmek için, çok yaşamayı istemek.) Dört şey de kalbin nûrundandır: 1-Haram ve şüpheli yeme korkusundan aç kalmak, 2- Sâlihlerin sohbetinde bulunmak, 3- Geçmiş günahları, pişmanlıkla hatırlamak, 4- Emeli kısa tutmak.”

Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şey olmadan, dört şeyi iddia eden yalancıdır 1- Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddia eden, 2- Fakirleri ve yoksulları aşağı görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddia eden. 3- Elinden geldiği hâlde fakirlere sadaka vermiyerek, Cenneti sevdiğini iddia eden, 4- Günahlardan sakınmadığı hâlde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir.”

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şekûvetin alâmeti dörttür: 1- Allahü teâlânın katında (adedi, yeri ve zamanı) tesbit edilmiş olduğu hâlde, geçmiş günahları unutmak, 2- Kabûl edilip edilmediğini bilmediği hâlde, geçmiş iyilikleri zikretmek, anmak. 3- Kendisine verilen rızıktan râzı olmayıp, dünyâya tama’ etmek sûretiyle, dünyâda kendisinden yukarıdakilere bakmak. 4- Allahü teâlânın verdiği ni’metlere şükretmeyip, sâlih amel husûsunda kendisinden aşağıdakilere bakmak. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben onu dünyâdan men etmek ve tâat husûsunda ona yardım etmek sûretiyle, onu murâd ettim. Fakat o, ona verdiğime rızâ göstermemek sûretiyle beni istemedi. Ben de onu terk ettim (ona yardımımı kestim).” Se’âdetin alâmeti dörttür: 1- Pişmanlık ve istiğfar etmek sûretiyle geçmiş günahları hatırlamak, 2-Kusurlu olduklarını düşünerek, sanki hiç ondan öyle iyi işler meydana gelmemiş gibi kabûl ederek, geçmişte yaptığı iyilikleri unutmak, 3- Dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp, ona uymak, 4- Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ni’metlere şükretmek.”

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Asıllar dört şeydir: 1- İlâçların aslı, az yemektir. 2- Edeblerin aslı az konuşmaktır. 3- İbâdetlerin aslı günah azlığıdır. (Zira günahlar, Allahü teâlâya ta’zim olan ibâdetleri yok eder.) 4- Maksâd ve murâdların aslı sabırdır.” Denilir ki: Sabırla, murâd edilen, istenilen şeye kavuşulur. Takvâ ile demirler yumuşar.

Evliyâdan birisine ne hâlde olduğu sorulunca, şöyle cevap verdi: “Ben Rabbim ile muvafakat üzereyim. Ya’nî O’nun emirlerine uymaktayım. Nefsle muhalefet üzereyim. Ya’nî onun dediklerini yapmıyorum, insanlarla beraber nasihat üzereyim. Ya’nî onları iyi ameller işlemeye, kötü işlerden sakınmaya da’vet ediyorum. Dünyâ ile beraber zarûret üzereyim. Ya’nî dünyâdan bana lâzım olan zarurî miktarı alıyorum.”

Abdullah İbni Mübârek buyurdu ki: “Hikmet ehlinden birisinin topladığı kırkbin sözden üç tanesi şudur: “Malına güvenme (malım var da bana artık bir sıkıntı ve helak gelmez deme). Mi’deni alamıyacağı kadar doldurma. Fâidesi olmıyan ilmi toplama.”

Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şeyin kıymetini dört kimse bilir. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, hayâtın kıymetini vefât etmiş olanlar, afiyetin kıymetini, belâ ve musibete uğrayanlar bilir.”

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Amellerin en zoru, şu dört haslettir 1-Gadab zamanında affetmek. 2- İhtiyâç vaktinde cömertlik yapmak. 3- Yalnız başına ve yanında kimse yok iken haramlardan sakınmak. 4- Zulmünden korktuğu veya affını ve ihsânını umduğu sultânın yanında hakkı söylemek.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İnsanlardan beş kişiyi aşağı tutan, beş şeyde zarar eder. Âlimleri aşağı tutan, dînini öldürmüş olur. Sultanları aşağı tutan, dünyâ işlerini bozmuş olur. (Zira sultanlar, dünyâ işlerini düzenler.) Komşularını aşağı tutan, (onlardan gelen) fâideleri yok eder. Akrabalarını aşağı tutan, onların sevgisini kaybeder. Zevcesini aşağı tutan, geçim güzelliğini kaybeder.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki; beş şeyi sevecekler, beş şeyi unutacaklar. Dünyâyı sevecekler (onunla meşgûl olacaklar), âhıreti unutacaklar (onun için sâlih amel yapmayı bırakacaklar). Evlerini sevecekler (Onun zîneti ile meşgûl olacaklar), kabirlerini unutacaklar (Onları aydınlatacak sâlih amel yapmayı terkedecekler). Malı sevecekler (onu yığmak için çalışacaklar), fakat onun hesabını unutacaklar (Allahü teâlânın o mal yüzünden kendisini hesaba çekeceğinden gâfil olurlar. Çünkü helâl malın hesabı, haramın azâbı vardır). Çoluk çocuklarını severler, Cennetteki hûrîleri unuturlar. Nefslerini severler, Allahü teâlâyı unuturlar (Nefslerinin isteklerine uyup, Allahü teâlânın emirlerini terkederler). Onlar benden uzaktırlar, ben onlardan uzağım.”

Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beş şey zulmet olup, bunların da beş aydınlatıcısı vardır: 1- Dünyâ sevgisi zulmettir. (Çünkü dünyâ sevgisi, insanı şüpheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra haramlara düşürür. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâ sevgisi her günâhın başıdır.” İmâm-ı Gazâlî de; “Dünyâ sevgisi her günâhın, dünyâya buğz da her iyiliğin başıdır” buyurdu.) Zulmet olan dünyâ sevgisinin kandili (gidericisi) takvâdır. 2- Günah zulmettir, bunun kandili tövbedir. (Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Kul Allahü teâlâdan af ve mağfiret istediği, tövbe ettiği zaman, kalbi temiz olur. Eğer günâha tekrar dönerse, o siyah nokta artar ve kalbini kaplar.”) 3- Kabir zulmettir. Onun aydınlatıcısı, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah”dır. (Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kim ihlâsla “La ilahe illallah” derse Cennete girer” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! “La ilahe illallah”ı ihlâs ile söylemek nasıl olur?” diye sorduklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Kelime-i tevhîdin, sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden menetmesidir.” Denilir ki: “Yedi şey kabri aydınlatır. İbâdette ihlâs, ana-babaya iyilik, akrabaya iyilik, ömrü günahlarla geçirmemek, nefsinin arzu ve isteklerine uymamak, tâat için gayret göstermek, Allahü teâlâyı çok anmak.”) 4- Korkulu yerleri pekçok olduğu için, âhıret zulmettir. Onun kandili sâlih ameldir. 5- Sırat köprüsü zulmettir. Onun kandili yakîndir. (Ya’nî şeksiz ve şüphesiz olarak gaybe inanmaktır.)”

Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Beş şey muttekîlerin alâmetlerindendir: 1- Dindar kimselerle beraber olup, diline sahip olmak. 2- Pekçok dünyalığa kavuşunca, bunu akıbeti için iyi görmemek. 3- Dünyâdan az birşeye kavuşunca, onu fırsat ganîmet bilmemek. 4- Haram yeme korkusu ile, karnını helâl ile de fazla doldurmamak. 5-Herkesi helak olmaktan kurtulmuş, sâdece kendisinin günahları sebebiyle helak olduğunu sanmak.

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Şu dört şey olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlardı, 1- Dîni bilmemeye rızâ göstermek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, dünyâyı bilip, âhıreti bilmiyen her âlime buğz eder.”) 2- Dünyâya düşkün olmak. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâya rağbet etmemek, kalbi ve bedeni rahatlatır. Dünyâya rağbet etmek ise, kalbi ve bedeni yorar.”) 3- İhtiyâcından fazlasını vermekte cimrilik göstermek. 4- Amelde riya yapmak.”

Abdullah bin Amr bin As ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kimde şu beş haslet varsa, dünyâda ve âhırette mes’ûd olur 1- Her zaman “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” söylemek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her halükârda Allahü teâlâyı çok anınız. Çünkü, Allahü teâlâya, O’nu zikrden daha sevgili ve kulu, dünyâ ve âhıretteki her kötülükten kurtaran daha güzel bir amel yoktur.”) 2- Başa bir belâ ve musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâyı zikretmenin dışında çok konuşmayınız. Çünkü Allahü teâlâyı anmanın dışında çok konuşmak, kalbi katılaştırır. İnsanların Allahü teâlâdan en uzak olanı, kalbi katı olanıdır.”) 3- Bir ni’mete kavuşunca, ni’mete şükür olarak “Elhamdülillahi Rabbilâlemin” demek. 4- Bir işe başlarken, “Bismillâhirrahmânirrahîm” demek. 5- Günah işlediğinde, “Estağfirullahel’ azîm ve etûbü ileyh” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Size hastalığınızı ve ilâcını bildireyim mi? Hastalığınız günahlar, ilâcı istiğfardır.”)

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “La ilahe illallah” demeye ve istiğfara yapışınız. Bu ikisini çoğaltınız. Çünkü şeytan; “İnsanları günahlarla helak ettim. Onlar ise, “La ilahe illallah”ı söylemek ve istiğfar etmekle beni helak ettiler. Ben bunu görünce, onları hevâları ile helak ettim. Onlar ise kendilerini doğru yolda sanıyorlar” der.”

Fakîh Ebü’l-Leys-i Semerkandî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yedi sözü söylemeye riâyet eden, Allahü teâlânın katında ve meleklerinin yanında şerefli olur. Deniz köpüğü kadar da olsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret eder, tâatin tadını duyar. Hayâtı da, vefâtı da hayr olur. Bu yedi söz şunlardır: 1- Her işe başlarken Bismillah demek, 2- Her işi bitirince Elhamdülillah demek, 3- Fâidesiz şeyler söylediği zaman istiğfar etmek, 4-Bir iş yapılmak istenince, inşâallah demek, 5- İstemediği bir şey başına gelince, “La havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. 6- Başına bir musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek, 7- Gece-gündüz her zaman, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Beş şeyden önce beş şeyi fırsat bil. 1- İhtiyârlıktan önce gençliği, (Ya’nî ihtiyârlık sana gelmeden, kudretin varken, gücün kuvvetin yerinde iken sâlih amel yap.) 2- Hastalıktan önce sıhhati, (Ya’nî sıhhatin varken hastalık gibi bir mâni çıkmadan sâlih amel yap.) 3- Fakirlikten önce zenginliği, (Ya’nî muhtaç duruma düşmeden, ihtiyâcından fazlasını sadaka olarak dağıt.) 4- Ölümden önce hayâtı, (Ölümden sonra fâidesini göreceğin şeyi fırsat bil. Çünkü ölen kimsenin ameli kesilir.) 5- Meşgûliyetten önce boş vakti.”

Abdullah-i Antâkî buyurdu ki: “Beş şey vardır ki, kalb katılaştığı zaman, onun ilâçlarındandır: 1- Sâlih kimselerin meclislerinde bulunmak. 2- Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını düşünerek okumak. 3- Karnını doyurmayıp, helâlden az birşey yemekle yetinmek. Helâl yemek, kalbi aydınlatır. 4- Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek. 5- Kendisini, Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmakta âciz ve noksan görmek, bununla beraber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmek. Bu tefekkür olup, bundan haya meydana gelir. (Tefekkür, insanda Allah korkusunu arttırır. Nefsi kınamaya ve ayıplamaya vesile olur.) Tefekkürden bir kısmı da şunlardır: 1- Allahü teâlânın seni, herşeyinle içini, dışını bildiğini, her ân O’nun seni gördüğünü düşünmek. 2- Dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının meşgûliyetlerinin çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini, âhıretin ve ni’metlerin devamlı olduğunu düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; dünyâya düşkün olmayıp, âhırete rağbet etmektir. 3- ölümün geleceğini, fırsat elden kaçtıktan sonra pişmanlık olacağını düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; uzun emel sahibi olmamak, amellerini düzeltmek, âhırete hazırlık yapmaktır.

Allahü teâlânın âyetlerini, kudret ve büyüklüğüne delâlet eden şeyler üzerinde düşünmeli, fakat Allahü teâlânın zâtını düşünmemelidir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın âyetleri hakkında düşününüz. Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Çünkü sizin buna hakkıyla gücünüz yetmez. (Bunu hakkıyla bilemezsiniz.)”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Gizlilik, gizli işleri muhafaza eder. Sadaka malları korur. İhlâs, amelleri korur. Doğruluk, sözleri korur. (Yalancının sözü, Allahü teâlânın katında makbûl değildir. Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: Dilsizlik, yalandan daha iyidir. Doğru konuşan dil, saadetin başıdır.) Meşveret görüşleri korur.” Yine buyurdu ki: “Meşveret, (işin sonunda) pişman olmaya karşı bir kale, kınanmaya karşı bir emandır.”

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Mal toplamakta beş kötü şey vardır: 1-Mal toplarken karşılaştığı zillet ve meşakkat, 2- Mal toplarken, Allahü teâlânın zikrinden, O’nu anmaktan uzaklaşmak. 3- Topladığı malı elinden zorla birisinin almasından ve çalmasından korkmak, 4-Cimri ismini taşıması, 5- Mal ile meşgûl olurken, sâlihlerin meclisinden ve sohbetinden ayrı ve uzak kalmak. Malı hayır yerlere dağıtmakta beş güzel haslet vardır: 1- Beden, mal aramak ve onun peşinde koşmaktan kurtulur. 2- Malı muhafazayı bırakıp, kendisini Allahü teâlânın zikrine verir. 3- Malı soyan ve çalan kimsenin korkusundan emîn olur. 4-Kendisine kerîm ismi verilir. 5-Sâlihlerle beraber olma imkânı bulur.”

Hâtim-i Esâm ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İşlerde acele etmek şeytandandır. Fakat beş şey müstesnadır. Bunlar, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerindendir. 1- Eve misâfir gelince onu doyurmak, 2- Müslüman kardeşi öldüğü zaman onu techîz etmek, ya’nî yıkanması, kefenlenmesi ile meşgûl olmak, namazını kılmak ve defnetmek. 3- Bülûğ çağına gelen çocuğunu evlendirmek. 4- Zamanı gelince borcunu ödemek. 5- Günah işleyince tövbe etmek.”

Muhammed bin Devrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İblîs, şu beş şey sebebiyle şaki oldu: 1- Günâhını i’tirâf etmedi. 2-İşlediği günahtan dolayı üzüntü duyup pişman olmadı. 3- Nefsini kınamadı. 4- Tövbe etmeye azmetmedi. 5-Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesti. Âdem aleyhisselâm ise, şu beş şey sebebiyle sa’îd oldu: 1- Âdem aleyhisselâm, zellesini i’tirâf etti. (Âişe vâlidemiz ( radıyallahü anha ) buyurdu ki: Kul, günâhını i’tirâf edip tövbe edince, Allahü teâlâ onun tövbesini kabûl eder.) 2- Yaptığından dolayı pişman oldu. (Abdullah İbni Mes’ûd’un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günâh işler de bundan dolayı pişman olursa, bu, onun için keffârettir.”)

3- Zellesinden dolayı nefsini kınadı. 4-Sebeplerine yapışarak derhâl tövbe etti. 5- Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmedi.”

Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Şu beş haslete sarılınız: 1- Allahü teâlâya ihtiyâcınız kadar ibâdet ediniz. (Ya’nî bütün gücünüzle ve imkânlarınızla ibâdet ediniz, demektir. Çünkü insan, Allahü teâlâya pekçok muhtaçtır.) 2-Dünyâdan, dünyâda kalacağınız kadar alınız. 3- Allahü teâlâya karşı, azâbına dayanabileceğiniz kadar günah işleyiniz. (Burada da ma’nâ; asla günah işlemeyiniz. Allahü teâlânın azâbına hiç kimse dayanamaz. Çünkü O’nun azâbı pek şiddetlidir, demektir.) 4- Kabirde kalacağınız kadar azık hazırlayınız. (Ya’nî, âhıret yolculuğu için azık hazırlayınız ve hazırlık yapmış demektedir. Burada ma’nâ; hem kabir, hem de kabirden sonrası için azık hazırlayınız, demektir. Burada sâdece kabrin zikredilmesi, âhıret yolculuğunun ilk konağı olduğu içindir. Meyyitin kabirdeki durumu hafif ve rahat olursa, ondan sonra da rahat olur. Meyyitin durumu kabirde iyi olmazsa, sonra da iyi olmaz.) 5- Cennet için, orada kalacağınız kadar sâlih amel yapınız. (Cennet ehlinin mertebeleri, dünyâda iken yapmış oldukları sâlih amellere göre farklı farklıdır. Ameli en güzel olanın mükâfatı, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile en yüksek mertebeye nail olmasıdır.)

Yine buyurdu ki: “Aradığımız beş şeyi, beş şeyde bulduk: 1- Günahlan terketmeyi, duhâ namazında bulduk. 2- Kabrin aydınlığını, gece namazında bulduk, 3- Kabirde Münker ve Nekîr meleklerine cevap verebilmeyi, Kur’ân-ı kerîm okumakta bulduk. 4- Sırat köprüsünü geçmeyi, oruç tutmak ve sadaka vermekte bulduk. 5- Arş’ın gölgesinde gölgelenmeyi, yalnızlıkta bulduk.”

Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bütün dostları gördüm, fakat onlar arasında dili muhafaza etmekten faziletli bir dost görmedim. Bütün elbiseleri gördüm, fakat vera’dan (harama düşmek korkusu ile şüphelilerden sakınmaktan) daha üstün bir elbise görmedim. Bütün malları gördüm, kanâattan daha faziletlisini görmedim. Bütün iyi işleri gördüm, fakat nasihatten daha hayırlısını görmedim.”

Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Zühd beş şeyden ibârettir: 1- Allahü teâlâya güvenmek, 2- Mahlûkattan uzak kalmak, 3- Amelleri yaparken ihlâs sahibi olmak, 4- Zühde tahammül etmek, 5-Elinde bulunan ile kanâat etmek.”

Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ), bir münâcaatında (Allahü teâlâya yalvarıp, duâ ederken) şöyle buyurdu: “İlâhî! Geceler ancak sana yalvarmakla, gündüzler senin tâatin ile, dünyâ senin zikrin ile, âhıret senin affın ile, Cennet senin cemâlini görmekle güzel olur.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu beş şey, beş yerde garip olur. (Ya’nî aralarında münâsebet bulunmaz.):

1-Mescid, namaz kılmayan kimseler arasında (yapıldığı zaman), 2- Kur’ân-ı kerîm (îmân edip de onun ile amel etmiyen) fâsıkın kalbinde, 3-Müslüman sâliha bir kadın, zâlim, kötü ahlâklı birisinin elinde, 4-Sâlih bir müslüman erkek, kötü ahlâklı düşük (bayağı) bir kadının elinde, 5- Âlim bir kişi, onun sözünü dinlemiyenlerin arasında.”

Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Allahü teâlâ, altı şeyi, altı şeyde gizlemiştir. 1-Rızâsını, kendine tâatta, 2-Gazâbını, günahlarda, 3-Kadir gecesini, Ramazân-ı şerîf ayında, 4-Evliyâsını, insanlar arasında, 5-Ölümü, ömür içerisinde, 6- En faziletli namazı, diğer namazlar arasında gizlemiştir.”

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Ni’metlerin en büyükleri altı tane olup, şunlardır: 1-İslâm dîni, 2-Kur’ân-ı kerîm, 3-Muhammed aleyhisselâm, 4-Âfiyet, 5-Ayıpların gizlenmesi, 6-Dünyâ işlerinde insanlara muhtaç olmamak.”

Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İlim, amelin delîlidir, (İlimsiz amel olmaz.) Anlamak, ilmin kabıdır. Akıl, hayra götürür. Nefsin arzu ve istekleri, günahların bineğidir. Mal, kendini büyük görenlerin elbisesidir. Dünyâ âhıretin çarşısıdır.” Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâda helâl kazanan kimseyi Allahü teâlâ hesaba çeker. Dünyâda haram kazanan kimseye ise azâb eder.”

Denildi ki: “Şu altı şey, bütün dünyâya bedeldir: 1-Lezzetli yiyecek, 2-Ana-babaya itaatkâr olan sâlih evlâd, 3- Allahü teâlâya ve kocasına itaat eden sâliha bir kadın, 4-Sağlam ve değişmiyen söz, 5-Kâmil akıl, 6-Sıhhatli beden.”

Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâdan korkmayan kimse, dilinin sürçmesinden kurtulamaz. Birgün Allahü teâlânın huzûrunda hesap vermekten korkmayan, harama ve şüphelilere düşmekten kurtulamaz. (Haramlar iki kısımdır: Birincisi; aslı haram olanlardır. Leş ve kan gibi Bunlardan sâdece zarûret hâlinde, açlıktan ölecek durumda olan, ölmiyecek kadar yiyebilir, ikincisi; aslı, kendisi helâl olup, başkasının mülkü olduğu için haram olanlardır. Temiz su ve buğday gibi. Bunlar kişinin mülkü olmadıkça, ondan yemesi ve içmesi haramdır. Şüphelilerin üç mertebesi vardır: 1-Haramlığı kesin, fakat helâl olmasında şüphe vardır. Bunda haramın hükmü vardır. 2-Helâl olduğu kesin, fakat haramlığı şüpheli olanlardır. Bu kısımdaki şüpheli şeyi terketmek vera’dandır. 3-Haram ve helâl olabileceği muhtemel olan şeylerdir. Bunları da terk etmek gerekir. Amelini bozan şeylerden korumayan kimse riyadan kurtulamaz. Kalbini bozan şeylerden korunması husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemiyen kimse, hasedden kurtulamaz. İlim ve amel bakımından kendinden yüksek olana bakmıyan kimse, ucbdan kurtulamaz. Yaptığı sâlih amelden dolayı nefsini öven ve medheden kimse şükrü unutur, ameli boşa gider. (Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Ucb, yetmiş senenin amelini boşa çıkarır.”)

Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kalbin bozulması altı şeyden dolayıdır: 1-Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terketmek, 2-İlmi ile amel etmemek, 3-Amelinde ihlâs sahibi olmamak, 4-Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5-Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6-Vefât edenleri kabirlerine defn edip, onlardan ibret almamak.” (Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kabir, âhıret konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir.”)

Yine Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kim dünyâyı ister ve onu âhırete tercih ederse, Allahü teâlâ onu altı şeyle cezalandırır. Bunların üçü dünyâya, üçü âhırete âittir. Dünyâya âit olan üç ceza şunlardır: 1-Sonu gelmeyen emel sahibi olmak, 2-Kanâat sahibi olmamak, 3-İbâdetin tad ve lezzetini duymamak. Âhıretteki üç ceza ise şunlardır: 1- Kıyâmet gününün korkuları, 2-Şiddetli hesap, 3-Uzun süren üzüntü.”

Ahnef bin Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hasedci kimse için rahat yoktur.” (Abdülmu’tî Semlânî, Bedrüddîn’den şöyle nakletti: Hased eden kimse şunlara mübtelâ olur 1- Herkes onu ayıplar, 2- Dâima üzüntülü olur, 3- Allahü teâlânın tevfîk kapısı ona kapanır, 4-Devâmlı musibete düçâr olur ki, başına gelen bu musibetten dolayı bir ecir ve sevâba da kavuşamaz. Sabır, belâ ve musibetin; tevâzu, kişinin hilm ve ilminin; alçak gönüllülük, ilim öğrenmenin; yaptığı iyilikleri saymayı terketmek, iyilik yapmanın; huşû’, namazın süsüdür.)

Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Boş sözü terk edene hikmet, boşuna ve fuzûli bakışı terk edene kalbin huşû’u verilir. (Huşû’un alâmeti; bir kimseye kızıldığı ve muhalefet edildiği zaman, bunu kabûl etmesidir.) Fazla yemeği terkedene, ibâdetin tadı; boş yere gülmeyi terkedene, heybet; mizahı terk edene güzel heybet; dünyâ sevgisini terkedene, âhıret sevgisi; başkasının ayıpları ile uğraşmayı terk edene, kendi nefsinin ayıplarını ıslâh etmek ihsân edilir.”

 Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Âriflerin alâmetlerinden ba’zıları şunlardır: Ârifin kalbinde korku ve ümid beraberdir. Dili dâima Allahü teâlâyı hamd ve sena ile meşgûldür. Gözleri haya ve ağlama ile doludur. İrâdesi, kendi isteklerini terk edip, Allahü teâlânın rızâsını gözetmekle meşgûldür.”

Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Huşû’ bulunmayan namazda, fâidesiz sözden sakınılmayan oruçta, haram ve şüphelilerden sakınılmadan sahip olunan ilimde, cömertlik yapılmayan malda, hakkı gözetilmeyen kardeşlikte, devam etmeyen ni’mette, ihlâs bulunmayan duâda hayır yoktur.”

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ta şöyle vahyetti: Hatâların aslı üçtür, 1-Kibir, 2-Hased, 3-Hırs. Bunlardan altı şey doğar. Böylece hepsi dokuz tane olur. Altı şey şunlardır: Tokluk, uyku, rahat, malları sevmek, övgü ve medhi sevmek, başkan olmayı sevmek.”

Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “Kullar üç sınıftır. Her sınıfın alâmetleri vardır. Bu alâmetlerle bilinirler. Birinci sınıfta olanlar, Allahü teâlâya azâbından korkarak ibâdet ederler, İkinci sınıfa girenler, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd ederek ibâdet ederler. Üçüncü sınıf insanlar ise, sırf Allahü teâlâyı sevdikleri için ibâdet ederler. Birinci sınıfta bulunanların alâmeti üçtür: Kendilerine kıymet vermezler. Yaptıkları iyilikleri az görürler, işledikleri günahları çok görürler, ikinci sınıf insanların da alâmeti üç tanedir: Bütün işlerinde insanlara rehberdirler, insanlara çok cömertlik yaparlar, mallarını sadaka olarak verirler. Allahü teâlâ hakkında hüsn-i zan sahibidirler. Üçüncü sınıf insanların alâmeti de üçtür: 1-Sevdikleri şeylerden verirler. Allahü teâlânın rızâsından başka birşeye aldırmazlar. 2-Nefslerinin istemediği işleri yaparlar. 3-Bütün hâllerinde Allahü teâlâyı hatırlarından çıkarmazlar. Allahü teâlâ ile beraber olur, Allahü teâlânın emrini yerine getirir, yasaklarından sakınırlar.”

Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “Beş vakit namazı vaktinde kılıp devam eden kimseye, Allahü teâlâ dokuz şeyi ihsân eder: 1-Allahü teâlâ o kulunu sever, 2-Bedeni sıhhatli olur, 3-Melekler onu belâlardan muhafaza eder, 4-Evine bereket iner, 5-Yüzünde sâlihlerin siması (alâmeti) olur, 6-Allahü teâlâ o kulunun kalbini yumuşatır (böylece o kimse nasihati kabûl eder), 7-Kıyâmet günü sırat köprüsünü şimşek gibi geçer, 8-Allahü teâlâ onu Cehennem ateşinden kurtarır, 9-Allahü teâlâ onu Cennette evliyâsına komşu eder.”

Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “On haslet kendisinde bulunan kimse, bütün âfetlerden kurtulur. Müttekîlerin derecesine nail olur. Bu on şey şunlardır: 1-Devamlı doğruluk ve kanaatkar kalb, 2-Kâmil bir sabır ve devamlı olan şükür, 3-Dâimî bir fakirlik ve zühd, 4-Devamlı tefekkür ve açlık, 5-Devamlı hüzün ve Allah korkusu, 6- Devamlı meşakkat ve mütevâzi beden, 7-Devamlı yumuşaklık ve merhamet, 8-Devamlı sevgi ve haya, 9-Fâideli ilim ve devamlı onunla amel, 10-Devamlı îmân ve sabit akıl.”

Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Şu on şey, on şeysiz güzel olmaz: 1-Vera’sız akıl, 2- İlimsiz amel, 3- Allah korkusu olmadan matlûba ve maksuda ulaşmak, 4-Adâletsiz sultan, 5-Edeb olmadan, ilim ve şecaat gibi güzel hâller sahibi olmak, 6-Kalb sükûnu olmadan sevinçli olmak, 7-Cömert olmadan zengin olmak, 8-Kanâatsiz fakirlik, 9-Tevâzu sahibi olmadan, haseb ve neseb sahibi olmak, 10-Tevfîk olmadan (kulun işi Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmadan) cihâd.”

Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “On şeyin zayi olması çok kötüdür. Bu on şey şunlardır: 1-Kendisine sorulmayan âlim, 2-Amel olunmayan ilim, 3-Kabûl edilmeyen doğru görüş, 4-Kullanılmayan silâh, 5-İçinde namaz kılınmayan mescid, 6-Okunmayan Kur’ân-ı kerîm, 7-Sadaka olarak verilmeyen mal, 8-Binilmiyen at, 9-Dünyâyı istiyende bulunan zühd ilmi, 10-Âhıret yolculuğu için hazırlık yapılmayan ömür.”

Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “İlim, en hayırlı mirastır. Edeb, en kazançlı kazançtır. Takvâ, (âhıret için) en hayırlı azıktır, ibâdet, en hayırlı sermâyedir. Sâlih amel, Cennet için en hayırlı vesiledir. Güzel ahlâk, en hayırlı arkadaştır. Hilm, işlerde en hayırlı vezîr ve yardımcıdır. Allahü teâlânın taksimine kanâat etmek, en hayırlı zenginliktir, ölüm, en hayırlı terbiye edicidir.”

Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Şu on şey, kimde bulunursa, Allahü teâlânın gazâbına vesile olur 1- Fakirlerde kibir, 2-Âlimlerde tama’, 3-Kadınlarda haya azlığı, 4-İhtiyarlarda dünyâ sevgisi, 5-Gençlerde tenbellik, 6-Sultanlarda zulüm, 7-Harbe gidenlerde korkaklık, 8-Zâhidlerde ucb, 9-Âbidlerde riya, 10-Zenginlerde cimrilik.”

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Afiyet on şeydedir. Bunların beşi dünyâda, beşi âhırettedir. Dünyâda olanlar şunlardır: 1-İlim, 2-İbâdet, 3- Helâl rızık, 4- Şiddet ve sıkıntılara karşı sabır, 5-Ni’mete şükür. Âhırette olanlar şunlardır: 1- Azrail aleyhisselâm ona merhamet ve lütuf ile gelir, 2-Münker ve Nekir ismindeki melekler kabirde onu korkutmazlar, 3-(Kâfirlere Cehenneme gitmeleri emredildiği) O en büyük korku zamanında korkmaz, 4-Günahları yok edilip, iyilikleri kabûl edilir, 5-Sırat köprüsünü, şimşek gibi geçip Cennete selâmetle girer.”

Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Tövbe ettiği zaman akıllı kimseye şunlar gerekir: 1-Estağfirullahel’azîm demek sûretiyle dili ile istiğfar etmek, 2-Geçmiş günahlarına kalbi ile pişman olmak, 3-Bütün bedeni ile günahlardan sıyrılmak, 4-Ölünceye kadar Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere dönmemeye azmetmek, 5-Âhıreti sevip (âhıret işlerine yönelip), dünyâya buğzetmek, 6-Az konuşmak, lüzumu hâlinde konuşmak, 7-Az yiyip, az içmek, 8- Kendini ilim ve ibâdete vermek.”

Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yer hergün şunları söyler: Ey Âdemoğlu! Üzerimde çalışıp çabalasın, sağa sola gidip gelirsin. Hâlbuki dönüp dolaşıp bana geleceksin! Benim üzerimde Allahü teâlâya isyan edersin, yarın ise benim içimde azâb olunacaksın! Şimdi üzerimde gülersin, yarın benim içimde ağlıyacaksın! Şimdi üzerimde neş’elisin, fakat yarın içimde mahzûn olacaksın! Şimdi üstümde mal topluyorsun, yarın içimde topladığın bu malı Allah yolunda sarfetmediğin için pişman olacaksın! Şimdi üzerimde haram yersin, yarın seni kurtlar yer! Şimdi üzerimde kibirleniyorsun, fakat yarın içimde zelîl olacaksın! Şimdi üzerimde yürüyorsun, yarın bendeki bir çukura düşeceksin! Şimdi üzerimde, güneş ve ay ışığında yürüyorsun, yarın benim içimde, karanlıklar içine düşeceksin! Şimdi insanların toplandıkları yerlerde yürüyorsun, yarın yalnız başına olacaksın.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ), mescide giren kimsenin dikkat etmesi gereken husûsları bildirirken şöyle buyurmuştur: “Mescide girerken sağ ayak ile girmelidir. Mescide girerken; “Bismillah ve selâmün alâ Resûlillah ve alâ melâiketihi. Allahümme ifteh lenâ ebvâbe rahmetike inneke entelvehhâb” demelidir. Kelime-i şehâdet getirmelidir. Namaz kılanın önünden geçmemelidir. (Alış veriş bâbı) Dünyâ işi ile uğraşmamalıdır. Dünyâ kelâmı konuşmamalıdır. İki rek’at namaz kılmadan (mescidden) çıkmamalıdır. Abdestsiz girmemelidir.”

Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,- Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Namaz dînin direğidir. Yüzün süsü, kalbin nûrudur. Bedenin rahatı, semânın anahtarıdır. Mizanın ağırlığı, Rabbin rızâsıdır. Cehennem ateşine perdedir.”

İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) birgün İblîs’e; “Ümmetimden kaç dostun var?” buyurunca, İblîs; “Ümmetinden dostlarım on tane olup, şunlardır: 1-Zâlim devlet reîsi, 2-Malı nereden kazandığına aldırmayan zengin, 3-Emîri, zulmünde tasdik eden âlim, 4-Kibirli kimse, 5-Ölçü, tartı ve başka husûslarda hainlik yapan tüccâr, 6-Karaborsacılık yapan kişi, 7-Zinâ yapan kimse, 8-Faiz yiyen, 9-Malın nereden geldiğine önem vermeyen, 10- İçki içen ve ona yardım eden kişi” dedi. Sonra Resûl-i ekrem, İblîs’e; “Ümmetimden düşmanların kaç tanedir?” buyurunca, İblîs şöyle dedi:

“Ümmetinden düşmanlarım şunlardır: Ey Muhammed, birincisi sensin. Ben sana kızıyorum. 2-İlmi ile amel eden âlim, 3-Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasakları ile amel eden Kur’ân-ı kerîm hafızı, 4- Beş vakit namazda Allah için ezan okuyan müezzin, 5-Fakirleri, yoksulları ve yetimleri seven, 6-Merhamet sahibi, 7-Hakka tevâzu gösteren, 8-Allahü teâlâya tâatta bulunan genç, 9-Helâl yiyen, 10-Allah için birbirini seven iki mü’min, 11-Cemâatle namaza rağbet eden, 12-İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılan, 13-Sözünde ve işinde kendisini haramdan uzak tutan kimse, 14-Kalbinde kin, hîle gibi birşey olmadan insanlara nasihat eden, 15-Cömert kimse, (Malının bir kısmını verip diğer kısmını bırakan, sehâ sahibidir. Malının en çoğunu veren cûd sahibi, zarûret hâline göğüs gerip, başkasını tercih eden Îsâr sahibidir.) 16-Dâimâ abdestli olan, 17-Ahlâkı güzel olan, 18-Allahü teâlânın rızık husûsunda verdiği va’di tasdik eden, 19-Mestûre dul kadınlara yardım eden, 20-Ölüme hazırlanan.”

İbn-i Hacer-i Askalânî hazretlerinin, İsâbe fî temyîz-is-Sahâbe adlı eserinden ba’zı bölümler:

Hasen-i basrî şöyle anlatır: “İçlerinde Süheyl bin Amr, Ebû Süfyân ve Kureyş’in yaşlıları olduğu hâlde, müslümanlar Hazreti Ömer’in evine geldiler. Onları Hazreti Ömer’in kapıcısı karşıladı ve Süheyb, Bilâl, Ammâr (r.anhüm) gibi Bedr savaşına katılmış Eshâb-ı Kirâmın öncelikle içeri girmelerine müsâade etti. Sonra da; “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, efendim Ömer, Bedr savaşına iştirâk etti. Bundan dolayı, o savaşa katılanları çok sevmektedir ve bana böyle yapmamı tavsiye etmiştir” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân; “Ben bugünkü gibi bir hâdiseye hiç rastlamadım. Hizmetçi, kölelere içeri öncelikle girmeleri için müsâade ediyor, biz asillere bakmıyor bile” dedi. Süheyl bin Amr da; “Arkadaşlar! Yüzlerinizde öfke alâmetleri görüyorum. Eğer kızıyorsanız, kendinize kızın. Onlar ve siz, birlikte İslâmı kabûle çağrıldınız. Onlar İslâmı derhâl kabûl ettiler. Siz ise ağırdan aldınız, geç kaldınız. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, din uğrunda sizden önce yaptıkları ile elde ettikleri fazilet, sizin bu kapıda öğünmekte olduğunuz şeref ve faziletten çok daha üstündür. Onlar bu fazîletleriyle sizlerden çok ilerideler. Siz kat’iyyen onların derecesine ulaşamazsınız. Siz şimdi savaşa katılın. Belki Allahü teâlâ sizleri de cihâd sevâbı veya şehidlikle mükâfatlandırır. Allaha yemîn ederim ki, Süheyl doğru söylemiştir. Allahü teâlâ, kendisine hemen inanan kulunu, inanmakta tereddüd ederek geciken kulu ile bir tutmaz” dedi ve Şam’a doğru yürüdü.”

Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ) son nefesinde; “Yeryüzünde muhacirlerden müteşekkil bir seriyyede geçirdiğim, sabah olur olmaz erkenden düşmana hücum etmeyi kararlaştırdığımız, soğuk, buzlu bir geceden daha çok hoşlandığım ve zevk aldığım hiçbir gece geçirmemişimdir. Siz de Allah yolunda cihâda önem veriniz” buyurdu.

Ebû Vâil şöyle anlatır: “Ölüm ânı geldiğinde, Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Ölüm saçan, çok tehlikeli sahnelerle dolu olan savaşlarda ölmek istemiştim. Fakat, yatağımda ölmem ezelde takdîr olmuş, elden ne gelir. “La ilahe illallah” demekten sonra en çok sevâb umduğum amelim, sabahleyin kâfirlere baskın yapmak için, göğün delinmişcesine yağan yağmur altında siperde geçirdiğim gecemdi. Ben öldüğüm zaman, atımı ve silâhımı muhafaza edin ve onları Allah yolunda savaşanlara verin” dedi.”

Ebû Abs bin Cebr anlatır: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Eshâbını sadaka vermeye teşvik ettiği zaman, herkes gücü yettiği kadar sadaka olarak birşeyler getirdiler. Utbe bin Zeyd ( radıyallahü anh ) o gece dışarı çıktı ve bir süre namaz kıldıktan sonra; “Allahım! Sadaka olarak vereceğim hiç malım yok. Ben de sadaka olarak kullarından şeref ve haysiyetime tecâvüzde bulunanları affediyorum” diye duâ etti. Sabahleyin Eshâbın arasında otururken, Resûl-i ekrem; “Kendisine yapılan tecâvüzleri dün akşam bağışlayan nerede?” diye sordu. Bunun üzerine Utbe bin Zeyd ayağa kalkıp, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına gitti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona; “Seni müjdelerim. Kudret ve irâdesiyle yaşadığım Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yaptığın bağış, makbûl olan sadakalar arasına kaydedilmiştir” buyurdu.

Kays bin el-Ensârî anlatır: Kardeşlerimin malını çok harcıyorum diye, beni Resûl-i ekreme şikâyet ettiler. Ben; “Yâ Resûlallah! Ben hurmadan kendi payıma düşeni alıyor, Allah yolunda harcıyor ve arkadaşlarıma veriyorum” dedim. Resûl-i ekrem sırtımı sıvazlıyarak üç defa; “Allah yolunda harca ki, Allahü teâlâ da sana versin” buyurdu. Bu hâdiseden sonra bir savaşa katıldım. Ben o savaşta, akrabalarım arasında en zengini idim.”

Ebû Hüreyre şöyle anlattı: “Birgün; “Hiç namaz kılmadığı hâlde Cennetlik olan birisi var. Kim olduğunu söyler misiniz? dedim. Orada bulunanlardan kimse bilmeyince, bana; “Kimdir o?” diye sordular. Ben de; “Abdüleşheloğullarından Usayram diye bilinen Amr bin Sâbit’dir” dedim. Orada bulunan Hüseyn ( radıyallahü anh ), Mahmûd bin Esed’e; “Usayram’ın durumu nasıldı?” diye sordu. O da şöyle anlattı: “Kavminin müslüman olmasına karşı çıkmıştı. Uhûd gazâsında hakîkati gördü ve müslüman oldu. Sonra düşman saflarına girdi ve yaralanıp düşünceye kadar savaştı. Gazâ sonunda Abdüleşheloğullarından müslüman olanlardan birkaç kişi, harp meydanında kendi şehidlerini ararlarken, onu gördüler ve; “Allah, Allah! Bu Usayram, burada ne işi var? Müslüman olmak istemediği için biz ondan ayrılmıştık” dediler. Sonra ona; “Yâ Amr! Senin müslümanlar içinde ne işin var? Kendi kavmine acıdığın için mi buradasın, yoksa müslüman olmak istediğin için mi buradasın?” diye sordular. O da; “Müslüman olmak için geldim. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ettim ve müslüman oldum. Sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber savaşa girdim. Yaralanıp düşünceye kadar çarpıştım” dedi. Az sonra da son nefesini verdi. Bu hâdiseyi Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) anlattıklarında; “O Cennetliktir” buyurdu.

Amr bin As anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem bana; “Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel” diye haber gönderdi. Söylediklerini yapıp, huzûruna vardım. Bana; “Seni ordunun başında göndereceğim. Allahü teâlâ seni korusun ve sana ganîmet ihsân eylesin. Çokça ganîmet elde etmeni dilerim” buyurdu. Bunun üzerine ben; “Yâ Resûlallah! Ben mal kazanmak için mü’min olmadım. Ben, sâdece İslâmiyete olan sevgimden dolayı müslüman oldum” deyince, buyurdular ki: “Yâ Amr! İyi insan için helâl mal ne kadar güzeldir.”

İbn-i Ömer şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Mute savaşında Zeyd bin Hârise’yi kumandan ta’yin etti. Sonra da; “Eğer Zeyd şehîd olursa Ca’fer, Ca’fer şehîd olursa, Abdullah bin Revâha komutan olsun” buyurdu. Ben de o savaşta bulundum. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dediği gibi oldu. Ca’fer bin Ebî Tâlib’i aradık şehidler arasında bulduk. Vücûdunda doksan küsur ok ve kılıç yarası vardı.”

Uhûd gazâsında, Abdullah bin Cahş, Sa’d bin Ebî Vakkâs’a; “Duâ etmiyor musun?” dedi. Sonra her ikisi bir köşeye çekilip duâ etmeye başladılar. Sa’d şöyle duâ etti. “Ya Rabbî! Düşmanla savaşa başladığımda, karşıma güçlü kuvvetli birini çıkar. Onunla çarpışayım, onu yenip ganîmetini alayım.” Abdullah bin Cahş bu duâya âmin dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye başladı: “Allahım! Beni güçlü kuvvetli iyi dövüşen birisiyle karşılaştır. Senin yolunda dövüşeyim. Sonra o beni yensin. Tutup boynumu, burnumu ve kulaklarımı kessin ki, yarın sana kavuştuğum zaman, Sen; “Ne için burnunu ve kulağını kestiler?” diye sorarsan; “Senin ve Resûlünün yolunda kesildi” diye cevap vereyim. Sen de; “Evet doğru söyledin” diyesin.” Sa’d diyor ki: “Abdullah bin Cahş’ın duâsı benimkinden daha hayırlı çıktı. Allah onun duâsını kabûl etti. Akşama doğru onu gördüm. Burnu ve kulağı bir ipte sallanıyordu.”

Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kılık kıyâfeti eski ve kimsenin önem vermediği nice insanlar vardır ki, eğer duâ etseler, Allahü teâlâ onların duâlarını kabûl eder. Berâ bin Mâlik de bunlardandır” buyurdu. Tûster savaşında müslümanlar dağılınca, oradakiler; “Yâ Berâ, Rabbine duâ et” dediler. Berâ bin Mâlik şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Sana duâ ediyorum. Bizi zafere ulaştır ve beni Nebî’ne kavuştur.” Berâ bin Mâlik o gazâda şehîd oldu.”

Süleymân bin Bilâl anlatıyor: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Bedr gazâsı için yola çıktığında, Sa’d bin Hayseme ve babası, Peygamber efendimizle beraber gazâya katılmak istediler. Durumu Server-i âleme bildirdiler. Resûl-i ekrem, ikisinden birinin savaşa katılmasını emretti. Bunun üzerine kur’a çekmeye karar verdiler. Kur’adan önce Hayseme bin Haris, oğlu Sa’d’a; “Birimizin burada kalması gerekiyor. Sen karınla beraber kal” dedi. O ise; Eğer bu, Cennetten başka birşey için olsaydı seni kendime tercih ederdim. Fakat bu harpde şehîd olmak istiyorum” dedi. Sonra kur’a çektiler. Kur’ada Sa’d kazandı. Resûlullahla beraber Bedr savaşına katıldı ve şehîd oldu. Onu Amr bin Abduved şehîd etti.” Urve ( radıyallahü anh ) anlatır: Zübeyr bin Avvâm müslüman olduktan sonra, Peygamber efendimizin (s.a.v) müşrikler tarafından yakalanıp götürüldüğünü işitti. O zaman henüz oniki yaşında idi. Kılıcını sıyırarak, Mekke sokaklarında etrâfına dehşet saçarak dolaşıyordu. Elinde kılıç, Mekke’nin yüksekçe bir yerinde Resûlullah ile karşılaştı. Zübeyr bin Avvâm’ı gören Resûl-i ekrem ona; “Bu hâlin ne?” diye sorunca; “Senin yakalanıp götürüldüğünü duydum da…” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Peki ne yapacaktın?” diye sorunca; “Sizi yakalayanı işte bu kılıcımla öldürecektim” dedi. Server-i âlem ( aleyhisselâm ) ona ve kılıcına hayır duâda bulundu ve “Haydi evine git” buyurdu. İşte Zübeyr bin Avvâm, Allah yolunda ilk kılıç çeken kimsedir.

Ebû Hüreyre şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni bir vazîfeye ta’yin etmek için çağırdı. Durumu bana söyleyince, ben o vazîfeyi kabûl etmek istemedim. Bana; “Senden daha hayırlı birisinin istediği bir vazîfeyi sen beğenmiyor musun?” dedi. Ben merakla; “Kimmiş o benden hayırlı olan?” diye sordum. O da; “Hazreti Ya’kûb’un oğlu Hazreti Yûsuf aleyhisselâm” dedi. Bunun üzerine ben; “Hazreti Yûsuf, Allahü teâlânın nebisi ve bir peygamberin oğludur. Ben ise Ümeyme’nin oğlu Ebû Hüreyre’yim. Bu husûsta beş şeyden korkarım” dedim. Hazreti Ömer; “Bu beş şeyi bana da söyliyebilir misin?” dedi. Ben de; “Bilmediğim bir şeyi söylemekten, hakkında hüküm olmayan bir husûsta karar vermekten, dövülmekten, malımın elimden alınmasından, namusuma sövülmesinden korkarım” dedim.

Hazreti Ali şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Ensârdan bir kişiyi bir seriyyeye komutan ta’yin etti. Seriyye yola çıkarken, Server-i âlem onlara kumandanlarını dinlemelerini ve ona itaat etmelerini emretti. Askerler bir mes’ele dolayısı ile komutanlarını kızdırdılar. Komutan onlara “Odun toplayın” dedi. Askerler odun topladılar. Komutan; “Ateş yakın” dedikten sonra; “Resûl-i ekrem beni dinleyip, bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu. Onlar; “Emretti” dediler. Bunun üzerine komutan; “O hâlde, girin ateşe!” dedi. Askerler birbirlerine bakıştılar ve; “Biz ateşe girmeyiz. Allahü teâlânın Resûlüne gideriz” dediler. Kumandanın öfkesi biraz sonra yatıştı. Medine’ye döndükleri zaman, bu hâdiseyi Resûl-i ekreme anlattılar. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Eğer ateşe girselerdi, bir daha çıkamazlardı. Ancak meşrû olan husûslarda itaat etmek lâzımdır.” buyurdu.

Muhammed bin Süfyân, babasından şöyle nakleder: “Harise bin Nu’mân’ın ( radıyallahü anh ) gözleri görmüyordu. Bu sebeple evi ile mescidi arasında bir ip germişti. Bir yoksulun mescide geldiğini duyduğu zaman, sepetinden birşey alır ve ipten tutunarak, yoksulun yanına kadar gider ve eliyle ona verirdi. Ailesi ona; “Biz yaparız, sen niye uğraşıyorsun?” dediği zaman, o şöyle cevap verdi: “Ben, Resûl-i ekremin; “Yoksullara insanın kendi eliyle vermesi, onu kötü akıbetlerden korur” diye buyurduğunu duydum.”

Cehcah el-Gıfârî şöyle anlatıyor “Kavmimden İslama girmek istiyen bir toplulukla beraber Medine’ye gittim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) akşam namazını kıldırıyordu. Namaz bitince Eshâb-ı Kirâma; “Herkes yanındakini evine götürsün” buyurdu. Mescidde benden ve Resûl-i ekremden başka kimse kalmadı. Ben iri ve uzun boylu idim. Beni de Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) evine götürdü. Bana bir keçiden süt sağdı. Onu içtim. Yemek hazırladı, onu da yedim. Bir keçiden daha süt sağdı, onu da içtim. Böyle tam yedi keçiden süt sağdı. Hepsini de içtim. Ümmü Eymen; “Bu gece Allahü teâlânın Resûlünü aç bırakanı, Allahü teâlâ da aç bıraksın” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Sus yâ Ümmü Eymen! O rızkını yedi. Bizim rızkımızı ise Allahü teâlâ verir” buyurdu. Sabah olunca yine mescidde toplandık. Herkes kendine yapılan ikramı anlatıyordu. Ben de; “Bana yedi keçinin sütü sağıldı, hepsini içtim. Bir tencere yemek yapıldı. Onu da yedim” diye anlattım. Resül-i ekrem ( aleyhisselâm ) gün boyunca bana İslâmiyeti anlattı. Akşam üzeri İslâmiyetin hak din olduğuna inanarak Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) huzûrunda müslüman oldum. Akşam olunca yine Resûl-i ekremin arkasında akşam namazını kıldık. Namazdan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) yine; “Herkes misâfirini götürsün” buyurdu. Yine mescidde Resûl-i ekremden ve benden başka kimse kalmadı. Resûlullah beni mübârek hânelerine götürdü. Bir keçiden süt sağdı. Onu içtim ve doydum. Ümmü Eymen; “Yâ Resûlallah! Bu bizim dünkü misâfirimiz değil mi?” dedi. Server-i âlem de; “Evet” dedi ve devamla; “O, bu gece mü’min olarak yemek yedi. Dün kâfir olarak yemişti. Kâfir, yedi bağırsağını dolduruncaya kadar yer. Mü’min ise bir bağırsağını dolduruncaya kadar yer” buyurdu.

Mâlik-üd-Dûr şöyle anlatır: “Hazreti Ömer, birgün dörtyüz dinarı bir keseye koyup kölesine verdi ve; “Bunu Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a götür ve orada biraz bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle para dolu keseyi Ebû Ubeyde’ye götürdü. Ona; “Mü’minlerin emîri bu parayla ihtiyâcınızı karşılamanızı söyledi” dedi. Ebû Ubeyde; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulunduktan sonra, câriyesini çağırarak, ona; “Şu yedi dinarı şu kimseye, şu beş dînârı falancaya, şu beş dînârı da filancaya götür” dedi ve bütün dinarları dağıttı. Köle, oradan ayrılıp Hazreti Ömer’in yanına geldi. Orada gördüğü hâdiseyi anlattı. Hazreti Ömer kölesine ikinci bir kese vererek; “Bu keseyi Mu’âz bin Cebel’e götür ve orada bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle, keseyi Mu’âz bin Cebel’e götürdü ve; “Mü’minlerin emîri bu paraları sana, ihtiyâçlarını görmen için gönderdi. Mu’âz bin Cebel de; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulundu. Sonra câriyesini çağırarak; “Şunu filân kimselere, şunu falan kimselere götür” dedi. O sırada hanımı paraları gördü ve; “Biz de muhtacız, bize de ayır” dedi. Kesede kalan son iki dînârı da hanımına verdi. Köle, Hazreti Ömer’in yanına dönerek bütün olanları anlattı. Hazreti Ömer bu duruma sevi-nerek; “Onlar, birbirlerinin kardeşidirler” dedi.

Ka’b bin Alkam şöyle anlatıyor “Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmuş olan Garafe bin Haris, bir hıristiyanın Resûl-i ekrem hakkında kötü sözler söylediğini duyunca, o hıristiyanı epey hırpalıyarak burnunu kırdı. Garafe bin Hâris’i derhâl Amr bin Âs’ın huzûruna götürdüler. Amr bin Âs; “Biz onlara dokunmayacağımıza dâir söz vermiştik. Sen niye böyle yaptın?” diye sorunca, Garafe bin Haris; “Herhalde, onlara Resûl-i ekreme küfretsinler diye emân verilmedi. Bildiğim kadarıyla, onlara sâdece kiliselerine karışmayacağımıza, kiliselerinde rahatça ibâdet edebileceklerine, altından kalkamayacakları mükellefiyet yüklemiyeceğimize, onlara düşman saldırırsa yanlarında yer alacağımıza, kendi aralarında istedikleri gibi karar verebileceklerine, ancak bizim hükümlerimize tâbi olmak isteyenler hakkında, Allahü teâlânın ve Resûlullahın emrettiği şekilde hüküm vereceğimize, istemezlerse zor kullanmıyacağımıza dâir söz ve emân verdik” dedi. Bunun üzerine Amr bin Âs; “Söylediklerin doğru, haklısın” diye cevap verdi.”

Sa’d bin Ebî Vakkâs anlatır. Resûl-i ekrem Medine’ye hicret edince, Cüheyne kabilesinden bir hey’et gelerek; “Bizim beldemize geldin. Bize te’minat ver ki, seninle ve kavminle iyi münâsebetler kuralım. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onlara te’minat verdi. Onlar da müslüman oldular. Resûl-i ekrem, Receb ayında, yüz kişi olduğumuz hâlde bizi Kinâne kabilelerine baskınlar düzenlememiz için Cüheyne taraflarına göndermişti. Biz de oraya gidip, Kinâne kabilelerine birçok baskınlar düzenledik. Fakat, onlar bizden kalabalık oldukları için, Cüheyne kabilesine sığınmak zorunda kaldık. Onlar bizi himâye ettiler. Bize; “Haram ayda niçin savaşıyorsunuz?” diye sordular. Biz de onlara; “Haram ayda, mukaddes beldeden bizi çıkaranlarla savaşıyoruz” dedik. Daha sonra aramızda ne yapacağımıza bir türlü karar veremedik. Ba’zılarımız; “Durumu Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirelim” dedi. Ba’zımız ise; “Burada bekliyelim” dedi. Birkaç kişi ve ben; “Kureyş kervanının yolunu keselim” dedik. Bunun üzerine grubumuz ayrıldı. Biz Kureyş kervanının yolunu kesmeye gittik. Bir kısmı Resûl-i ekreme durumu arzetmeye gitti. Durumu öğrenen Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) öyle hiddetlendi ki, yüzü kıpkırmızı oldu ve; “Yanımdan beraberce gittiğiniz hâlde, parçalanarak mı döndünüz? Sizden önceki kavimlerin helak oluş sebebi parçalanmaktır. Size, en hayırlınız olmamakla beraber, açlığa ve susuzluğa en dayanıklı olan birisini komutan olarak gönderiyorum” buyurdu. Bize Abdullah bin Cahş’ı komutan olarak gönderdi. Abdullah bin Cahş, ta’yin edilen ilk seriyye kumandanıdır.”

Urve bin Zübeyr anlatır: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), birgün Abdullah bin Cahş’ı yanına çağırdı ve; “Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silâhın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, Abdullah bin Cahş, kılıcı, yayı, ok ve kalkanı yanında olduğu hâlde mescide geldi. Resûl-i ekrem sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Abdullah bin Cahş, Server-i âlemi kapının önünde bekliyordu. Resûl-i ekrem, Muhacirlerden onunla gidecek birkaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan ta’yin ettim” buyurarak bir mektûp verdi ve devamla; “Git, iki gece yol aldıktan sonra mektûbu aç. Onda buyurulana göre hareket et” buyurdu. Abdullah bin Cahş; “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordu. Resûl-i ekrem “Necdiye yolunu tut. Rekiyye’ye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, sekiz veya on kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevki’ine vardıklarında mektûbu açtı. Mektûpta şunlar yazılı idi:

“Bismillâhirrahmânirrahîm, Bu mektûbu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetip ve denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.”

Abdullah bin Cahş ( radıyallahü anh ) mektûbu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim” diyerek, mektûbu öpüp başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemiyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmeseniz de ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. İçlerinde Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu küçük birlik, Hicaz’a doğru yol aldı ve Nahle’ye geldi. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar. Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler Kureyş kâfilesine yaklaşarak, onları İslâma da’vet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürdüler, ikisini esîr aldılar. Birisi atlı olduğu için ona yetişemediler. O kaçtı. Kâfirlerin bütün malları mücâhidlere kaldı. Mücahidler, malları ve esîrleri alarak Resûl-i ekremin huzûruna geldiler. Resûlullah efendimiz; “Ben size haram, ayda savaş yapmanızı emretmedim” buyurarak, mallara ve esîrlere dokunmadı. Mücahidler helak olacaklarını ve halkın kendilerini kınayacağını sandılar. Kureyşli kâfirler bu hâdiseyi duyunca; “Muhammed, haram aylarda kan döktü, esîr ve ganîmet aldı. Haram ayda savaşmayı helâl yaptı” dediler. Bunun üzerine; “Sana haram olan ayda savaşın hükmü nedir diye soruyorlar. De ki; “O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat, küfür ve inkârla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram’da tavaf ve namazdan alıkoymak, Peygamberi ve Eshâbını Mekke’den çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Allaha ortak koşmak fitnesi, müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey mü’minler, kâfirlerin gücü yetse, sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyâda da, âhırette de boşa gitmiştir ve onlar Cehennem ehli olup, orada ebedi olarak kalırlar” meâlindeki, Bekâra sûresi ikiyüzonyedinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûl-i ekrem kervanı alıkoydu. Esîrleri fidye karşılığında serbest bıraktı. O zaman mü’minler; “Ey Allahın Resûlü! Bizi savaşa mı sokmak istiyorsun?” dediklerinde; “Allaha ve Resûlüne gerçek îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda savaşanlar (var ya!) işte onlar, Allahın rahmetini umarlar. Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir” meâlindeki, Bekâra sûresinin ikiyüz-onsekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.”

Cessâme bin Müsâhik bin er-Rebî şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni Herakliyus’a elçi olarak göndermişti. Herakliyus’un yanına çıkınca, gösterilen yere oturdum. Üzerine oturduğum şeye o anda dikkat etmemiştim. Bir süre sonra oturduğum şeye baktığım zaman, altından yapılma bir iskemle olduğunu gördüm. Hemen ayağa kalktım. Herakliyus bu davranışıma şaşırarak; “Sana ikram olarak gösterdiğimiz bu yerden niye kalktın?” diye sordu. Ben de; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ), bunun gibi şeylerden müslümanları nehyettiğini duyduğum için ayağa kalktım” dedim.”

Muhammed bin Eslem şöyle anlatır. “Birgün Medine’ye gittim. Çarşıda işimi gördüm. Sonra evime geri döndüm. Elbiselerimi değiştireceğim sırada, Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadığımı hatırlayıp; “Ben Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadım. Hâlbuki Server-i âlem; “Sizden kim Medine’ye gelirse, benim mescidimde iki rek’at namaz kılmadan geri dönmesin” buyurmuştu” diyerek, tekrar Medine’ye gittim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mescidinde iki rek’at namaz kıldım.”

İbn-i Büreyde el-Eslemî şöyle anlatır: “Birgün bir kişi, İbn-i Abbâs’a karşı epey ağır konuştu, İbn-i Abbâs bunun üzerine; “Sen beni kötülüyorsun, fakat bende şu üç güzel huy vardır: Birincisi; Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme öğrenince, bütün müslümanların da bunu öğrenmesini istiyorum.

İkincisi; Müslüman hâkimlerden birinin adâletle hüküm verdiğini duyduğum zaman, hâkime hiç işim düşmediği hâlde sevinirim. Sonuncusu da; bir müslüman beldesine yağmur yağdığını duyduğum zaman, benim hiç sulanacak tarlam, otlayacak hayvanım olmadığı hâlde sevinirim” dedi.”

Ebû Râşid bin Abdürrahmân ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Kabilemiz adına yüz kişi, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ile görüşmek için gittik. Beraber geldiğimiz arkadaşlarım; “Ebû Mu’âviye, önce sen Peygamberin yanına git. Eğer ilgi görürsen bize haber ver, biz de yanına gidelim. Eğer ilgi görmez isen, hep beraber geri dönelim” diyerek, önce beni gönderdiler. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna çıkınca; “İyi sabahlar yâ Muhammed” dedim. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Bu, müslümanların selâmı değildir” buyurdu. Ben de; “Müslümanların selâmı nasıldır yâ Resûlallah?” diye sordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Müslüman, bir müslümanla karşılaştığı zaman, esselâmü aleyküm ve rahmetullah desin” buyurdu. Ben de; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedim. Resûlullah da; “Aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” diyerek selâmımı aldıktan sonra; “İsmin nedir? Kimsin?” buyurdu. “Lat ve Uzza’nın kulunun oğlu Ebû Mu’âviye’yim” diye cevap verdim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana; “Sen, Rahmân olan Allahü teâlânın kulunun oğlu Ebû Râşid’sin” buyurdu. Büyük izzet ve ikramda bulundu. Beni yanıbaşına oturttu. Cübbesini bana giydirdi. Ayakkabıları ile asasını bana hediye etti. Bunun üzerine ben de müslüman oldum. Yanındakiler, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah, bu zâta ne kadar ikramda bulundun?” diyerek hayretlerini belirttiler. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Bu, kavminin ileri gelenidir. Size bir kavmin büyüğü gelirse, ona izzet ve ikramda bulunun” buyurdu.

Ammâr bin Ebî Ammâr anlatır: “Birgün Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ), bir yere gitmek için atına binecekti. Bunu gören İbn-i Abbâs hemen onun atının yularını tuttu. Zeyd bin Sabit; “Ey Resûlullahın amcasının oğlu, bineğimin yularını bırak” dedi. İbn-i Abbâs ona cevap olarak; “Bize, büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız emredildi” deyince, Zeyd bin Sabit; “Elini bana uzat” dedi. O da elini uzatınca, Zeyd bin Sabit, hemen İbn-i Abbâs’ın eline sarılarak öptü ve sonra; “Bize de, Peygamberimizin Ehl-i beytine bu şekilde davranmamız emredildi” dedi.

Hâkim bin Kays şöyle anlatır: “Babam ölmek üzere iken, bize şöyle vasıyyette bulundu: “Allahü teâlâya âsî olmaktan sakının. En büyüğünüzü, kendinize başkan seçin! Zîrâ büyüklerini seçen kimseler, babalarının yolunda yürümüş olurlar. Küçüklerini başkan seçen kimseler ise, bu davranışlarıyla başkaları arasında babalarını küçük düşürmüş olurlar. Mal kazanmaya ve onu çoğaltmaya bakın. Zîrâ mülk, cömertleri coşturur, nâmerde de muhtaç etmez, insanlara el avuç açmaktan sakının. Çünkü dilenmek, insanın baş vuracağı en son çâredir. Ben ölünce, arkamdan bağıra çağıra ağlamayın. Zîrâ Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) arkasından da bağıra çağıra ağlanmadı.”

Ebû Ca’fer el-Hatmî şöyle anlattı: “Umeyr bin Hubeyb bin Humâşa ( radıyallahü anh ), oğluna şöyle vasıyyet etti: Oğlum, kötü kimselerle sohbet etmekten sakın. Zîrâ onlarla sohbet etmek, insana hastalık getirir. Kim kötü kimselere karşı olgun davranırsa, kazançlı olur. Onlara karşı çıkanlar da pişman olur. Kötü kimselerden gelen az bir kötülükten kaçmayan, çoğuna râzı demektir. Sizden biri iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak istediği zaman, gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya ve sevâbını Allahü teâlâdan beklemeye kendisini alıştırsın. Kim yaptığı işin sevâbını azîz ve celîl olan Allahü teâlâdan beklerse, eziyet ona bir zarar vermez.”

Ca’fer bin Abdullah şöyle anlatır: “Ben çocukken, yemek yerken onun bunun önünden yiyordum. Dedem Hâtem ( radıyallahü anh ) bunu gördü ve bana; “Oğlum! Şeytan gibi böyle yeme! Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) sâdece kendi önünden yerdi” dedi.”

Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Birgün Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mescide girdiğinde, Haris bin Mâlik ( radıyallahü anh ) yerde yatıyordu. Resûl-i erkemi görünce hemen kalktı ve toparlandı. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “Yâ Haris! Geceyi nasıl geçirdin?” diye sordu. O da; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Gerçek bir mü’min olarak” cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Her gerçeğin bir hakîkati vardır. Senin sözünün hakîkati nedir?” diye sorunca, o; “Artık dünyâ gözümde yok. Öyle ki, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz geçiyor. Rabbimin Arş’ını görür gibiyim. Sanki birbirini ziyâret eden Cennet halkını ve feryâd eden Cehennemdekileri seyrediyorum” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Sen, Allahü teâlânın kalbini nurlandırdığı bir kimsesin. Seni anlıyorum, bu hâline devam et” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Haris bin Mâlik bu söz üzerine Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ); “Ey Allahın Resûlü, bana şehâdeti nasîb etmesi için Allahü teâlâya duâ et” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) duâ etti. Müslümanlara cihâd etmeleri emredilince, ilk olarak ata binen ve ilk şehid düşen mü’min Haris bin Mâlik oldu.

İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Peygamber efendimizin yanında oturuyordum. O sırada Ensârdan olan Harmele bin Zeyd, Resûl-i ekremin huzûruna girdi ve karşısına oturdu. “Ey Allahü teâlânın Resûlü! (eliyle dilini göstererek) îmân burada, (kalbini göstererek) nifak da buradadır. Münâfık olan, Allahü teâlâyı çok az hatırlar” dedi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) karşılık vermeyince, Harmele bin Zeyd bu sözünü tekrar etti. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ), onun dilinin ucundan tutarak; “Yâ Rabbî! Buna doğru söyleyen bir dil, şükr eden bir kalb ihsân et. Buna, beni ve beni sevenleri sevmesini nasîb et. İşlerini hayra tebdil et” diye duâ etti. Harmele bin Zeyd ( radıyallahü anh ); Yâ Resûlallah! Benim münâfık kardeşlerim var. Ben onların reîsiyim. Onları sana göndereyim mi?” diye sorunca, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kim bize senin gibi gelirse, sana af dilediğimiz gibi, onun için de af dileriz. Münâfıklıkda ısrâr edeni de Allahü teâlâya havale ederiz” buyurdu.

Abdürrahmân bin Ebî Ukayl şöyle anlatır: “Sakîf hey’etiyle birlikte, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna geldim. Develerimizi kapının önünde çöktürdük. İçeri girerken, herkese kızgın kızgın bakıyorduk. Fakat dışarı çıkarken, sevmediğimiz kimse kalmadı, içimizden birisi; “Ey Allahın Peygamberi! Rabbinden kendin için, Hazreti Süleymân’ın (aleyhisselâm) saltanatı gibi bir saltanat isteseydin ya!” deyince, Peygamber efendimiz bu söze gülerek şöyle cevap verdi: “Bana verilen, Allah katında Süleymân’ın saltanatından daha üstündür. Zîrâ, Allahü teâlâ gönderdiği her peygamberlere bir duâ hakkı, tanımıştır. Onlardan ba’zıları dünyâyı istemişler. Bunlara dünyâ verilmiştir. Bir kısım, isyan etmeleri sebebiyle kavmine bedduâ etmiştir. Kavmi de bu yüzden helak edilmiştir. Ben ise, Allahü teâlânın bana verdiği bu hakkı, kıyâmet günü ümmetime şefaat etmek için kullanacağım.”

Ka’b bin Adiy ( radıyallahü anh ) anlattı: “Hire hey’eti ile beraber Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelmiştik. Bize İslâmiyeti anlattı. Müslüman olduk ve memleketimize döndük. Çok geçmeden Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât haberi geldi. Bu haber arkadaşlarımı şüpheye düşürdü. “Eğer O Peygamber olsaydı, ölmezdi” dediler. Ben, onların yanlış düşündüklerini anlatıp; “Ondan önce gelen peygamberler de ölmüştür” diyerek, İslâmiyetten ayrılmadım. Daha sonra Medine’ye gitmeye karar verdim. Hazreti Ebû Bekr’in yanına gelerek hâdiseyi anlattım. Beni, Mısır kralı Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. Mısır’a gittim ve geldim. Hazreti Ebû Bekr’in vefâtından sonra, Hazreti Ömer de beni Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. O sırada, Rumlar ile yaptığımız Yermük savaşı devam ediyordu. Götürdüğüm mektûbu Mukavkıs’a teslim ettim. Mukavkıs; “Rumların, Arabları öldürüp hezimete uğrattığını biliyor musun?” dedi. Ben “Hayır” deyince, “Niçin?” dedi. Ben de; “Çünkü Rabbimiz, sevgili Peygamberimize ( aleyhisselâm ) İslâmiyeti bütün dinlere hâkim kılacağını va’d etti. O, va’dinden dönmez” dedim. O zaman Mukavkıs; “Hakîkaten Arablar, Rumları, Ad kavmi gibi kılıçtan geçirdiler. Peygamberiniz doğru söylemiş…” dedi. Bundan sonra Mukavkıs bana, Eshâb-ı Kirâmın ( radıyallahü anh ) ileri gelenlerini sordu. Onlar için hediyeler verdi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) amcası Abbâs’a ( radıyallahü anh ) da hediyeler gönderdi. Hazreti Ömer’e durumu bildirdikten sonra, onun emrine girdim. Hazreti Ömer devlet me’murlarına maaşlarını ta’yin ederken, benim maaşımı da Adiy bin Ka’boğullarının arasına yazdı.”

Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Muâllak isminde bir zât vardı. Bu zât, başkalarıyla ortaklık kurarak ticâret yapardı. Dürüst ve takvâ sahibi idi. Birgün bu zât, ticâret için yola çıkmıştı. Karşısına silâhlı bir hırsız çıktı ve ona; “Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim” dedi. Ebû Muâllak; “Maksadın mal almaksa, al malların hepsi senin olsun” deyince, hırsız; “Ben, sâdece senin canını istiyorum” dedi. Bunun üzerine Ebû Muâllak; “Öyleyse bana izin ver de, namaz kılayım” dedi. Hırsız; “İstediğin kadar namaz kıl” deyince, Ebû Muâllak namaz kıldı ve üç defa şöyle duâ etti: “Ey gönüllerin sevgilisi, ey yüce Arş’ın sahibi, ey dilediğini yapan Allahım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve Arş’ını kaplayan nûrun için beni şu hırsızın şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allahım! îmdâdıma yetiş!” Ebû Muâllak duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizasında tutan bir atlı peyda oldu. O atlı hırsızı öldürdü. Sonra Ebû Muâllak’a döndü. Ebû Muâllak da;

“Sen kimsin? Allahü teâlâ, seni vâsıta ederek bana yardım etti” deyince, o atlı; “Ben, dördüncü kat semâ ehlindenim. Sen ilk duânı yapınca, semânın kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü kere duâ edince, “Zorda kalan biri duâ ediyor” denildi. Bunu duyunca, Allahü teâlâdan, onu öldürmeye beni me’mûr etmesini istedim. Allahü teâlâ, benim isteğimi kabûl ederek; “Bil ki, abdest alıp dört rek’at namaz kılan ve duâ yapan kimseye, zorda kalsa da, kalmasa da yardım ederim” buyurdu” dedi.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 20

2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 270

3) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 209

4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 36

5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 616

6) İnbâ-ül-gumûr mukaddimesi

7) Tabsir-ül-müntebih mukaddimesi

8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 7, 8, 12, 24, 69, 190, 254, cild-2, sh. 1052, 1295, 1317, 1604, 1936

9) De slane: Catalogue does manuscrits arabes cild-1, sh. 301, 381

10) Les manuserits arabes de l’escurial cild-3, sh. 85, 109

11) Ahlwardt; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-2, sh. 25 cild-7, sh. 96 cild-9, sh. 65

12) Brockelmann Gal-2, sh. 67 Sup-2, sh. 72

13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 395, 591, 1017

14) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 27

15) Fâideli Bilgiler sh. 145, 312, 417, 439

 


İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ