HEYSEMÎ

Hadîs âlimi. İsmi, Ali bin Ebî Bekr bin Süleymân el-Heysemî’dir. Künyesi Ebü’l-Hasen olup, lakabı Nûrüddîn’dir. 735 (m. 1335) senesi Receb ayında doğdu. 807 (m. 1405) senesi Ramazan ayının yirmidokuzuncu gecesi vefât etti. Ertesi gün Kâhire’de Berkukiye kapısı dışına defnedildi.

Heysemî, daha küçük yaşta iken, kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Zeynüddîn Irâkî’nin sohbetlerinde bulundu. İbn-i Baba, Takıyyüddîn Sübkî, İbn-i Şâhid-ül-Ceyş’den ilim öğrendi. Zeynüddîn Irâkî onu çok sever, gerek yolculukta, gerek yolculuk hâricinde onu yanından hiç ayırmazdı. Hattâ hacca giderken bile beraberinde götürdü. Heysemî, Zeynüddîn Irâkî ile; Kâhire, Haremeyn, Kudüs, Dımeşk, Ba’lebek, Haleb, Humus, Hama, Trablus gibi yerlere gitti. Zeynüddîn Irâkî, kızını Heysemî ile evlendirdi. Zeynüddîn Irâkî, ona çok güveniyordu. Dımeşk’a göç ettiği zaman, hanımını ve çocuklarını onunla gönderdi, işlerini Heysemî’den başkasına emânet etmezdi.

Heysemî Mısır’da; Ebü’l-Feth el-Midumî’den, İbn-i Mülûk’dan, İbn-i Katruvan’dan, Şam’da; İbn-i Hibbân, İbn-i Hamevî, İbn-i Kayyım ez-Ziyâiyye ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu.

Heysemî; takvâ sahibi, zâhid, ibâdet etmekten ve hocasına hizmet etmekten usanmayan, ilimde ikbâl sahibi, günlük işlerde insanlarla tartışmaktan ve münâkaşa etmekten kaçınan, hadîs ilmini ve hadîs âlimlerini çok seven, yumuşak huylu, hadîs-i şerîf yazmaktan usanmayan, çok hayır yapan bir zât idi. Hocası Zeynüddîn Irâkî’nin vefâtından sonra, onun yolunu devam ettirdi.

Ebü’l-Hasen Heysemî, hadîs ilmine dâir birçok eser yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1-Tertîb-üs-sikât İbn-i Hibbân, 2- Tahrîb-ül-bagıyye fî tertîbi ehâdîs-il-Hilye, 3- Mecmâ’ul-Bahreyn ez-Zevâid-il-Mu’cemeyn, 4- Maksâd-ül-a’lâ fî zevâid-i Ebî Ya’lâ el-Mevsilî. 5-Zevâid-i İbn-i Mâce fî kütüb-ül-hamse, 6- Mevârid-üz-zemân ilâ zevâid-i İbn-i Hibban, 7- Gâyet-ül-maksâd fî zevâid-i Ahmed, 8- Mu’cem-üz-zevâid Menbe’ul-fevâid: En önemli eseridir. Bu eserinde; Ebû Ya’lâ’nın müsnedinde, Bezzar’ın müsnedinde, Ahmed bin Hanbel’in müsnedinde, Taberânî’de ve Kütüb-üs-sitte’de bulunmayan sahih hadîs-i şerîfleri toplamış ve tertîb etmiştir. Bu eserden ba’zı bölümler:

Heysemî, Rebî bin Hırâs’dan şöyle rivâyet etti: “Abdullah bin Abbâs ( radıyallahü anh ), Hazreti Mu’âviye’nin huzûruna girmek için müsâade istedi. Kureyş büyükleri, Hazreti Mu’âviye’nin yanında bulunuyorlardı. Sağında Sa’îd bin As ( radıyallahü anh ) oturuyordu. Hazreti Mu’âviye; “Yâ Sa’îd! İbn-i Abbâs’a cevap veremeyeceği sorular soracağım” dedi. O da; İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) gibi bir zât mı senin sorularını cevaplıyamıyacak?” diye karşılık verdi. İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) içeri girip oturduğu zaman, Hazreti Mu’âviye ona; “Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) hakkında ne dersin?” diye sorunca, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şöyle cevap verdi: “Ebû Bekr’e ( radıyallahü anh ) Allahü teâlâ rahmet eylesin. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o, Kur’ân-ı kerîmi okur, gece ibâdet eder, gündüz oruç tutardı. Allahü teâlâdan çok korkardı. Dînini çok iyi bilirdi. Bâtıla meyletmekten berî idi. Herkese iyiliği emrederdi. Her hâle şükrederdi. Sabah-akşam Allahü teâlâyı zikrederdi. Halkın menfaati için kendisini feda ederdi. Takvâ, kanâat, zühd, iffet, iyilik ve ihtiyâtta, Allah rızâsı için aza kanâatte, arkadaşlarından üstün idi. Kıyâmete kadar hâinlerin sevmediği kimseyi, Allahü teâlâ onun yerine ta’yin etti.” Hazreti Mu’âviye; “Ömer ( radıyallahü anh ) hakkında ne dersin?” diye sorunca, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şöyle cevap verdi: “Ömer’e ( radıyallahü anh ) Allahü teâlâ rahmet eylesin. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o, İslâmın dostu idi. Yetimlerin ve zayıfların gerçek koruyucusu idi. Halkın kalesi, insanların yardımcısı idi. İyi insanlar, onun etrâfında toplanırdı. Kötü söz karşısında vakûr idi. Gerek sıkıntı, gerekse bolluk içinde olduğu zaman, Allahü teâlâya şükr ederdi. Ülkeler feth edip, dîn-i İslâmı hâkim kılıncaya, Allahü teâlânın ism-i şerîfi, ülkelerde, yaylalarda, dağlarda ve köylerde anılıncaya kadar, Ömer ( radıyallahü anh ) vazîfesini sabırla yerine getirdi. Her ân Allahü teâlâyı zikr ederdi. Kıyâmete kadar hâinlerin buğz ettiği kimseyi, Allahü teâlâ onun yerine ta’yin etti.” Hazreti Mu’âviye sonra; “Osman bin Affân hakkında ne dersin?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ Osman’a ( radıyallahü anh ) rahmet etsin. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, İslama çok bağlı idi. Çok sabırlı bir asker idi. Geceleri Allahü teâlâyı zikr etmek için uykusuz kalır ve gözyaşı dökerdi. Ömrünü iyilik yapmakla geçirmiştir. Peygamber efendimizin iki kızını alarak dâmâdı olmuştur. Kıyâmete kadar kötülerin küfrettiği kimseyi, Allahü teâlâ onun yerine ta’yin etti” diye cevap verdi. Yine Hazreti Mu’âviye; “Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) hakkında ne dersin?” diye sorunca, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şu cevâbı verdi: “Allahü teâlâ Ali’ye ( radıyallahü anh ) rahmet eylesin. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o, hidâyet sancağı idi. Gece karanlığında şeref aydınlığı idi. Herkese öğüt verirdi. Takvâ denizi, akıl küpü idi. Şüpheli yollardan çok sakınırdı. Hac ve sa’y yapanın en üstünü idi. Peygamberler ve Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) müstesna, dünyânın en büyük hatîbi idi. Kadınların en hayırlısının kocası idi. Gözlerim onun gibisini görmedi. İki Peygamber torununun babası idi. Allahü teâlânın ve kullarının la’neti, kıyâmete kadar, ona la’net edenlere olsun.” Daha sonra Hazreti Mu’âviye ona; “Talhâ ve Zübeyr (r.anhüm) hakkında ne dersin?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ her ikisine de rahmet etsin. Rabbime yemîn ederim ki, her ikisi de, iffetli, müslüman, madden ve ma’nen temiz, şehîd, âlim idiler” dedi. Hazreti Mu’âviye; “Abbâs ( radıyallahü anh ) hakkında ne dersin?” deyince, o, şu cevâbı verdi: “Allahü teâlâ Abbâs’a da rahmet eylesin. Beni yaratan Allaha yemîn ederim ki, o, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) babasının kardeşidir. Allah dostunun gözbebeği idi. Amcaların efendisi idi. Bütün işlerde ileri görüşlü idi. İlmin süsüydü. Onu, görgüsü ve bilgisi yerinde olan Abdülmuttalib yetiştirdi. Kureyş’in askerlerinin en üstünü idi.” Böylece Hazreti Mu’âviyenin bütün sorularını gayet güzel cevaplandırdı.

İbn-i Abbâs şöyle anlatır: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), amcası Hazreti Hamza’nın katili Vahşî bin Harb’i İslâmiyete da’vet etti. Vahşî bin Harb, Peygamber efendimizin huzûruna geldi ve; “Yâ Muhammed! Sen beni nasıl İslama da’vet ediyorsun? Hâlbuki sen, adam öldürenin, şirk koşanın, zinâ yapanın azâba uğrayacağını, Cehennemde ebedî kalacağını söylüyorsun. Ben bunların hepsini yaptım. Bana da kurtuluş yolu var mı?” diye sordu. Bunun üzerine; “Ancak tövbe eden ve îmân edip de sâlih amel işliyen kimseler müstesnadır. Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir” meâlindeki, Furkan sûresi yetmişinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Vahşî bin Harb; “Yâ Muhammed! “Ancak tövbe eden ve îmân edip de sâlih amel işliyenler” hükmü çok ağırdır. Belki ben bunu yapamıyacağım” dedi. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ, şirki elbette affetmez. Dilediği kimselerin şirkten, ya’nî imansızlıktan başka günahlarını affeder” meâlindeki, Nisa sûresi kırksekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Vahşî bin Harb; “Yâ Muhammed! Anlıyorum ki, bu da Allahü teâlânın dilemesine bağlıdır. Beni affedip etmiyeceğini bilmiyorum. Bundan başka birşey yok mu?” diye sorunca; “Ey (günah işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahın rahmetinden (sizi bağışlamasından) ümid kesmeyiniz. Çünkü Allah (şirk ve küfürden başka, dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur. Şühpesiz ki o, çok bağışlayıcı ve merhametlidir” meâlindeki, Zümer sûresi elliüçüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Vahşî bin Harb, bu âyet-i kerîmeyi dinleyince; “Şimdi tamam!” diyerek müslüman oldu. Orada bulunan Eshâb-ı Kirâm: “Yâ Resûlallah! Vahşî’nin nail olduğuna biz de nail olduk değil mi?” diye sordular. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm );

“Evet, bu bütün mü’minler içindir” buyurdu.

Hazreti Fâtıma’nın, babasının hâline ağlaması: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), bir gazâdan dönmüştü. Mescide girdi ve iki rek’at namaz kıldı. Her gazâdan döndükten sonra böyle yapar, sonra, önce kızı Fâtıma’ya ( radıyallahü anha ), daha sonra da hanımlarına uğrardı. Yine âdeti üzere namaz kıldıktan sonra, Hazreti Fâtıma’ya uğradı. Hazreti Fâtıma, babasını ağlıyarak kapıda karşıladı. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) ona; “Niçin ağlıyorsun?” buyurdu. Hazreti Fâtıma da; “Yâ babacığım! Seni rengin solmuş, elbisen eskimiş bir vaziyette gördüm de onun için ağlıyorum” dedi. Bunun üzerine Server-i âlem ( aleyhisselâm ); “Ey Fâtıma! Ağlama, Allahü teâlâ babanı bir vazîfe ile görevlendirdi. İstenilse de, istenilmese de, dünyâ üzerinde insanın yaşayabildiği her yere bu din yayılacaktır. Benim vazîfem de bunu te’min için çalışmaktır” buyurdu.

Temîm-i Dârî şöyle rivâyet etti: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), birgün şöyle buyurdu: “Bu din, gece ve gündüzün hüküm sürdüğü her yere mutlaka ulaşacaktır. Allahü teâlâ, bu dînin şerefle veya zorla girmediği hiçbir şehir ve köy bırakmayacaktır. Allahü teâlâ, orada İslâm dînini ve müslümanları muzaffer, küfrü de zelîl ve hakîr kılacaktır.” Ben bunu kendi ailem içinde müşâhede ettim. Ailemden müslüman olanlar, hayra ve şerefe kavuştu. Küfürde ısrar edenler ise, zelîl ve hakîr kaldılar.”

Hazreti Mu’âviye şöyle anlattı: “Birgün Babam Ebû Süfyân, binek hayvanının terkisine hanımı Hind’i alarak kırlara doğru çıktı. Ben de, onların önünde, eşeğimin üzerinde gidiyordum. O zaman çocuktum. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) sesini işittik. Ebû Süfyân bana; “Mu’âviye, sen in de, Muhammed binsin” dedi. Eşeğimden indim. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bindi. Biraz önümüzden gitti. Sonra bize dönerek; “Yâ Ebâ Süfyân bin Harb, yâ Hind bin Utbe! Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, birgün mutlaka öleceksiniz. Sonra dirileceksiniz. İyilik eden Cennete, kötülük yapanlar Cehenneme girecekler. Ben size hakkı söylüyorum. Siz ilk uyarılanlarsınız” buyurdu. Sonra da; Fussilet sûresi birinci âyet-i kerîmesinden, onbirinci âyet-i kerîmesine kadar okudular. Ebû Süfyân; “Bitirdin mi yâ Muhammed?” dedi. Resûl-i ekrem de; “Evet” buyurdu. Sonra Resûl-i ekrem bineğinden indi. Ben, tekrar bindim. Hind bin Utbe, Ebû Süfyân’a döndü ve; “Bu sihirbaz için mi oğlumu bineğinden indirdin?” diye çıkışınca, Ebû Süfyân; “Hayır, vallahi O, ne sihirbaz, ne de yalancıdır” diye karşılık verdi.”

Iyas bin Mu’âz’ın müslüman oluşu: “Abdüleşheloğullarından bir grup Mekke’ye geldi. Aralarında Iyas bin Mu’âz da vardı. Hazrec kabilesine karşı, Kureyş’le anlaşma yapmak için gelmişlerdi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), onların geldiğini haber alınca yanlarına gitti ve onlara; “Sizi, aradığınızdan daha hayırlısına da’vet edeyim mi?” buyurdu. Onlar; “O nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ); “Ben, Allahü teâlânın Resûlü ve elçisiyim. Allahü teâlâ, beni kullarına gönderdi. Kullarını kendisine ibâdet etmek, O’na hiçbir şekilde şirk koşmamak üzere Allahü teâlâya îmâna da’vet ediyorum. Allahü teâlâ bana bir kitap indiriyor” buyurdu. Sonra onlara İslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı kerîm okudu. En gençleri olan Iyas bin Mu’âz; “Ey kavmim! Vallahi bu, aradığımız şeyden daha hayırlıdır” dedi. Bu söz üzerine Ebü’l-Heysem, yerden bir avuç toprak alarak Iyas bin Mu’âz’ın yüzüne attı ve; “Sen bize karışma, biz başka şey için geldik” dedi. Iyas bin Mu’âz sustu. Server-i âlem de oradan ayrıldı. Abdüleşheloğulları da Medine’ye döndüler. Çok geçmeden Evs ile Hazrec arasında savaş yapıldı. Savaştan sonra Iyas bin Mu’âz vefât etti. Vefâtını, kavminden birisi şöyle anlattı: Iyas bin Mu’âz ölürken, Kelime-i tevhîd ve Tekbîr getiriyordu. Allahü teâlâyı tesbih ve tenzih ediyordu. Akrabâları da onun söylediklerini dinliyordu. Onun müslüman olarak öldüğünde şüpheleri yoktu. Mekke’deki toplantıda, Allahü teâlânın Resûlünün sözlerini duyunca, İslâmiyete ısınmış ve müslüman olmuştu.”

Râbi’a bin Ubbâd şöyle anlatır: “Ben genç yaşta iken, babamla beraber Mina’da bulunuyorduk. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Arab kabilelerinin konakladıkları yerlerde duruyor ve onlara; “Ey falan oğulları! Ben Allahü teâlânın size gönderdiği elçisiyim. Size Allahü teâlâya kul olmanızı, O’na hiç birşeyi ortak yapmamanızı, O’nun dışında kulluk ettiğiniz bu putları terketmenizi, bana îmân edip, tasdik etmenizi, Allahü teâlânın bana vazîfe olarak tevdi ettiği dîni tebliğ edinceye kadar beni korumanızı emrediyorum” buyuruyordu. Arkasında ise, kurnaz, saçlarını ikiye ayırmış, şaşı ve Aden kumaşından güzel bir elbise giymiş bir adam vardı. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) sözünü bitirdiği zaman, o; “Ey falan oğulları! Bu adam, Lât ve Uzza’yı, cin dostlarınızı terke, kendi getirdiği dalâlete da’vet ediyor. O’na uymayın. O’nu dinlemeyin” diyordu. Babama: “Babacığım, onu ta’kib edip de, söylediklerine karşı çıkan kimdir, öğrenelim” dedim. Babam da; “Bu, amcası Ebû Leheb’dir” dedi.”

Hazreti Ali şöyle anlattı: “Önce en yakın akrabalarını (Allahın dînine da’vet ederek, kendilerine öğüd ver de, Cehennem azâbı ile) korkut” meâlindeki, Şuarâ sûresi ikiyüzondördüncü âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûl-i ekrem beni yanına çağırarak; “Ey Ali! Bir koyun budu al ve yemek yap. Sonra da Hâşimoğulları sülâlesini de yemeğe da’vet et” buyurdu. Gelen misâfirler kırk kişi civârındaydı. Resûl-i ekrem onları yemeğe buyur etti ve yemeği ortalarına koydu. Aralarında bir kuzuyu tek başına yiyecek olanlar bulunmasına rağmen yiyip doydular. Sonra süt dolu bir maşrapa geldi. Hepsi kanıncaya kadar sütten içtiler. Sonra içlerinden biri; “Böyle bir sihir görmedik” dedi. Bunu söyleyen, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) amcası Ebû Leheb idi. Resûl-i ekrem, bana yine; “Yâ Ali! Bir koyun budu ile yemek yap. Bir bakraç da süt hazırla” buyurdu. Ben ertesi gün de söylenilenleri hazırladım. Yine Hâşimoğullarını da’vet ettik. İlk gün gibi, gelenler, et yemeğinden yediler ve sütten içtiler. Yemek ve süt, o kadar kişiye yetti ve arttı bile. İçlerinde biri yine; “Bugüne kadar Böyle büyük bir sihir görmedik” dedi. Resûl-i ekrem bana; “Yâ Ali! Bir koyun butu ile bir tencere yemek yap. Bir bakraç da süt hazırla” buyurdu. Ben yine emredileni yaptım. Sonra bana; “Yâ Ali! Bana Hâşimoğullarını topla!” buyurdu. Onları çağırdım. Onlar hazırlanan yemekten yediler ve sütten içtiler. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) onlara; “Hanginiz, benim tebliğ ettiğim dîni yaymada bana yardım edecek?” buyurdu. Bütün topluluk, ben dâhil susuyorduk. Server-i âlem sözünü tekrarladı. Bunun üzerine ben; “Ben yardım ederim yâ Resûlallah” dedim. O da; “Sen mi yâ Ali? Sen mi yâ Ali?” buyurdu. Ben, o zamanlar sülâlemin en çelimsiziydim.

Heysemî, İbn-i Sa’d’ın şöyle bildirdiğini naklediyor: “Babamdan duydum, şöyle anlattı: Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Medine’ye hicretleri sırasında, Ebû Bekr ile beraber bana geldiler. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Medine’ye en kısa yoldan gitmek istiyordu. Ben, Server-i âleme ( aleyhisselâm ); “Bu yol Rakûbe’den giden yoldur. Fakat bu yolda Mühânân denilen iki hırsız vardır. İsterseniz bu yoldan gidebiliriz” dedim. Fahr-i âlem ( aleyhisselâm ); “Tamam, oradan gidelim” buyurdu. Hemen yola çıktık. Yolda Mühânân denilen iki kişiye rastladık. Resûl-i ekrem onları çağırdı ve onlara İslâmiyeti anlattı. Onlar da müslüman oldular. Sonra Resûl-i ekrem onlara isimlerini sordu. Onlar; “Biz Mühânânız, iki sevimsiz kimseyiz” deyince, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Siz iki sevimli kimsesiniz” buyurarak, Medine’ye gelmelerini emretti.”

“Amcası Ebû Tâlib vefât ettiği zaman, Resûl-i ekrem Taiflileri İslama da’vet etmek için, yaya olarak Taife gitti. Onlar da’vetini kabûl etmediler. Çocuklar, mübârek bedenini taşladılar. Mübârek ayakları kanadı. Geri dönerken, bir ağaç gölgesinde istirahat edip, iki rek’at namaz kıldıktan sonra şöyle duâ etti: “Allahım, ben kuvvetimin azlığını, insanların beni hakîr görmesini sana arz ediyorum. Sen, ey en çok merhametli olan! Senin verdiğin sıhhat ve afiyet, benim için en büyük ni’mettir. Gazâbına uğramaktan, ona düçâr olmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhıreti nizâma koyan zâtına sığınırım. Ancak senin rızânı taleb ederim. Tâ ki, sen râzı ol. Güç ve kuvvet ancak senindir.”

Ebû Ümâme anlatır: “Resûl-i ekrem beni kendi kavmime gönderdi. Onları Allahü teâlâya îmân etmeye da’vet ediyor, İslâm dîninin esâslarını onlara arz ediyordum. Kavmimin yanına, develerini sularken ve sütlerini sağıp içerken vardım. Beni görünce; “Hoşgeldin yâ Ebâ Ümâme! Duyduk ki, sen de Muhammed’in dînine girmişsin” dediler. Ben onlara; “Ben Allaha ve Resûlüne îmân ettim. Resûl-i ekrem beni, size İslâmiyeti anlatmak için gönderdi” dedim. Sonra onlar, orada bir çanak yemek getirip, yemeğe başladılar. Bana da; “Buyur ye” dediler. Ben de; “Yazıklar olsun size! Ben size bu yediğinizi haram kılanın yanından geldim. Ancak bu, size, Allahü teâlânın emrettiği şekilde kesildiği zaman helâldir” dedim. “Onun söylediği nedir?” diye sorduklarında, onlara; “Size şunlar haram kılındı: (Eti yenen hayvanlardan boğazlanmaksızın ölen) ölü hayvan, akmış kan, domuz eti, Allahdan başkası adına boğazlanan hayvan, bir de henüz ölmemiş iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (câhiliyet devrinde taşlar için) kesilenler, fal okları ile kısmet aramanız. İşte bunlar yoldan çıkıştır. Bugün kâfirler, dîninizi söndürebilmekten ümidlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın. Yalnız benden korkun. Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi tamamladım ve size din olarak İslâmı ihtiyâr ettim. Her kim son derece açlık hâlinde çaresiz kalırsa, günâha meyil kastı olmaksızın, canını kurtaracak kadar haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir” meâlindeki, Mâide sûresi üçüncü âyet-i kerîmesini okudum ve onlara İslâm dînini anlatmaya başladım. Onlar kabûl etmediler. Ben de onlara; “Yazıklar olsun size! Bari bana içecek az bir su verin. Çok susadım” dedim. Onlar bana su vermeyerek; “Seni susuzluktan ölüme terk edeceğiz” dediler. Başımda bulunan sarığı katlayıp, yastık yaptım. Başımın altına koyup, kızgın kumlar üzerinde yatıp uyudum. Uykumda birisi bana, cam kase içinde, insanların tatmadığı bir şerbet getirdi. Onu bana verdi. O şerbeti içtim, içer içmez de uyandım. O andan sonra ne susadım, ne de susuzluk diye birşey hissettim.”

Misver bin Mahreme şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Eshâbının yanına geldi ve onlara; “Allahü teâlâ, beni bütün insanlığa rahmet olarak gönderdi, İslâmiyeti yaymak için bana yardımcı olun. Benim sizi da’vet ettiğim şeyin aynısına da’vet ettiği zaman, Îsâ aleyhisselâma karşı ihtilâfa düşen havariler gibi birbirinize düşmeyin. Îsâ aleyhisselâma uzak olanlar onu fenâ tanıdılar. Bu husûsu Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya şikâyet etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ, havarilere da’vet için gidecekleri kavmin dili ile konuşma kabiliyeti verdi. Bu hâdise üzerine Îsâ aleyhisselâm, havarilerine; “Bu, Allahü teâlânın sizden istediği bir iştir. Bunu hemen yerine getirin” dedi” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Biz sana her husûsta yardımcı olacağız! Bizi istediğin yere gönder!” dediler. Bundan sonra, Eshâb-ı Kirâmdan Abdullah bin Huzeyfe’yi İran Kisrâsı’na; Salit bin Amr’ı, Yemâme Vâlisi Hevze bin Ali’ye; Âlâ bin el-Hadramî’yi, Hacer Vâlisi Münzir bin Savi’ye; Amr bin Âs’ı, Umman Meliki Cündeyoğulları Ceyfer ve Abbad’a; Dıhye-i Kelbî’yi, Bizans Kayseri’ne; Amr bin Umeyyet-üd-Damrî’yi, Habeş Hükümdârı Necâşiye; Hâtıb bin Ebî Belte’a’yı İskenderiyye Hükümdârı Mukavkıs’a; Şücâ bin Vehb’i de, Gassan Hükümdârı Haris bin Ebî Şemir’e gönderdi. Bu elçilerden birisi hâriç, hepsi Resûl-i ekrem hayatta iken geri dönmüşlerdi.”

Bizans İmparatoru’na elçi olarak gönderdiği Dıhye-i Kelbî şunları anlattı: “Resûl-i ekrem benimle. Bizans İmparatoru’na bir mektûp gönderdi. Yanına girdiğim zaman, Resûl-i ekremin mektûbunu ona verdim. İmparator’un yanında kızıl suratlı, yumuk gözlü, uzun kafalı bir yeğeni vardı. “Allahın elçisi Muhammed’den, Rum ülkesinin sahibi İmparator Herakl’e…” cümlesiyle başlayan mektûp okununca, İmparatorun yeğeni kızgınca soluyarak: “Bugün bu okunmaz” dedi. Kayser; “Niçin?” diye sorunca, o; “Bir kere, önce kendi ismini yazmış. Sonra Rum ülkesinin sahibi diye yazmış da Rumların kralı yazmamış” dedi. Kayser ona hiç aldırmayarak, okumalarını emretti. Mektûbun tamâmının okunması bitince, İmparatorun yanında bulunanlar ayrıldılar. Beni yanına çağırıp, müsteşarı olan patriğe haber verdi. Patrik gelince, durumu ona anlattı ve mektûbu okuttu. Mektûbu dinleyen Patrik; “İşte beklediğimiz ve Îsâ aleyhisselâmın bize müjdelediği Peygamber” dedi. İmparator ona; “O hâlde şimdi ne yapmalıyız?” diye sorunca; “Seni bilmem, ben O’nu tasdik edip, O’na tâbi olacağım” cevâbını verdi. Heraklius; “Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O’na tâbi, müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler” dedi. Bunun üzerine yanlarından ayrıldık. Heraklius, Hazreti Peygamber ( aleyhisselâm ) hakkında araştırmaya başladı. Şam vâlisine emir verip, Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânice bilen Roma’daki bir âlime de mektûp yazıp bu mes’eleyi sordu. Roma’daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektûp geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a gelen bir Kureyş kervanını buldu. Kervanda Ebû Süfyân da vardı. Şam vâlisi, Ebû Süfyân’ı Heraklius’a gönderdi. Heraklius, Ebû Süfyân’a; “Sizin memleketinizde peygamberlik da’vâsı ile ortaya çıkan kimdir? Bana anlat?” dedi. Ebû Süfyân; “Genç birisi!” dedi. Heraklius: “Aranızdaki soyu nasıldır?” diye sordu. Ebû Süfyân; “O, zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından en seçkinimizdir” dedi. Kayser; “Nasıl, doğru birisi midir?” diye sorunca, Ebû Süfyân; “Yalan söylediği görülmemiştir” dedi. Kayser; “İşte bir peygamberlik alâmeti. O’nun dînine girdikten sonra, beğenmiyerek veya kızarak dîninden dönen kimse var mı?” diye sordu. Ebû Süfyân; “Hayır, yoktur!” dedi. Kayser yine; “Bu da peygamberliğinin alâmetidir” dedikten sonra; “Arkadaşlarının arasında savaşırken, cepheyi terk ettiği olur mu?” diye sordu. Ebû Süfyân; “Hayır, savaştan korkmaz. Bir kere O bizi yendi, bir kere de biz O’nu yendik” dedi. Heraklius; “İşte peygamberliğinin delîllerinden biri daha!” dedi. Bu konuşma sona erince, beni tekrar yanına aldı ve bana; “Efendine söyle, ben onun gerçek peygamber olduğunu biliyorum. Fakat saltanatımı terk edemem” dedi. Patrik ise, daha önceleri her Pazar kilisede toplanan halka va’z ve nasihatte bulunuyordu. Fakat sonraları Pazar günleri halkın önüne çıkmamağa başladı. Ben onun evine gidip geliyordum. Bana birçok şeyler soruyordu. Yine bir Pazar Patrik va’z vermeye gitmeyince, halk; “Ya bizim yanımıza gel veya biz gelip seni öldüreceğiz!. Biz bu Arab geldiğinden beri hâlini hiç beğenmiyoruz” diye haber göndererek, tehdid ettiler. Patrik bana; “Bu mektûbu al, efendine git ve O’na selâmımı söyle! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allahın Peygamberi olduğuna şehâdet ettiğimi O’na haber ver. Ben O’na îmân ettim, O’nu tasdik ettim ve O’na tâbi oldum. Fakat bu adamlar bunu inkâr ettiler. Gördüklerini O’na anlat!” dedi ve dışarı çıktı. Halk, hemen patriği öldürdü.”

Sa’îd bin Ebû Râşid şöyle anlatır: “İhtiyârlığımda, Bizans İmparatoru Heraklius’un, elçi olarak Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) gönderdiği Tenûhî’yi gördüm. Ondan Heraklius’un Peygamberimize, Peygamberimizin de ( aleyhisselâm ) Heraklius’a gönderdiği mektûpları anlatmasını istedim. O da şöyle anlattı: “Resûl-i ekremin, Dıhye-i Kelbî ile gönderdiği mektûbu okuyan Heraklius, din adamlarının ileri gelenlerini yanına çağırdı ve kapıları kapalı bir yerde onlara şu konuşmayı yaptı: “Bildiğiniz gibi, Arabistan’daki bir kişi peygamber olarak ortaya çıktı. Bana gönderdiği mektûpta, üç şeyi kabûle da’vet ediyor. Dînine girmemizi teklif ediyor, bunu kabûl etmezsek cizye vermemizi istiyor. Bunları yapmadığımız takdîrde bizimle harb edeceğini bildiriyor. Allaha yemîn ederim ki, sizler de kendi kitaplarınızda okuduklarınızdan, O’nun şu anda bulunduğumuz toprakları alacağını biliyorsunuz! Gelin, ya onun dînine girelim veya topraklarımızda sulh içinde oturmamıza karşılık O’na cizye verelim.” Bu konuşma üzerine oradakiler homurdanmaya başladılar. Bir kısmı salonu terk etmek istedi ise de, kapılar kapalı olduğu için çıkamadılar. İçlerinden biri; “Sen bizi, hıristıyanlığı küçük görmeye ve Hicaz’dan gelen şu Bedevîye köle gibi olmaya mı çağırıyorsun?” dedi. Kayser bu söz üzerine, onların bu vaziyette dışarı çıkmaları halinde fesat çıkaracaklarını ve saltanatının elinden gideceğini anladı. Onlara; “Benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışlarınızı gözlerimle gördüm” dedi. Daha sonra hıristiyan Arablardan birini çağıran Heraklius ona; “Bana Arabcayı iyi bilen ve sır saklayan birisini bul. Onunla şu Peygamberin mektûbuna cevap vereyim” dedi. Beni çağırdılar. Heraklius bana, kürek kemiği üzerine yazılmış bir mektûp verdi ve bana; “Bu mektûbu O’na götür! O’nun sözlerini dikkatle dinle! Sana söyliyeceği üç şeyi iyi ezberle. Dikkat et! Bana gönderdiği mektûptan hiç bahsedecek mi? Mektûbumu dinleyince, geceyi hatırlıyacak mı? iyice bak, O’nun sırtında seni şüpheye düşürecek birşeyler var mı?” dedi. Ben mektûbu alarak yola koyuldum. Tebük’e geldim. Resûl-i ekrem bir su başında Eshâb-ı Kirâmla oturuyordu. Oradakilere; “Sizin efendiniz nerededir?” diye sordum. Onlar da Resûl-i ekremi gösterdiler. O’nun yanına vardım ve mektûbu O’na verdim. Mektûbu alıp koynuna koydu.

Sonra bana; “Sen nerelisin?” diye sordu “Tenûhluyum” cevâbını verdim. “Atânız İbrâhim’in dini olan Hanif dîninden misin?” diye sorunca; “Ben bir kavmin elçisiyim. Elçisi olduğum milletin yanına dönme dikçe dinlerini de terketmeyeceğim” diye cevap verdim. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Sen sevdiklerine yol gösteremezsin. Fakat Allahü teâlâ, dilediğini hidâyete kavuşturur ve onları bilir. Ey Tenûhlu kardeşim! Ben İran Kisrâ’sına bir mektûp yazdım. O onu parçaladı. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ onu ve mülkünü çiğnetecektir. Sizin İmparatorunuza da bir mektûp yazdım. O, mektûba cevap vermedi. Kralın, insanların rahatlarını te’min ettiği müddetçe, onlar ona bağlı olacaklar” buyurdu. Kendi kendime; “Bu, bana tenbîh edilen üç şeyden birinin cevâbıdır” diyerek, bir ok ile bu sözleri kılıcımın üzerine yazdım. Sonra Resûl-i ekrem mektûbu okuması için Mu’âviye’ye ( radıyallahü anh ) verdi. Mektûpta Heraklius; “Müttekîler için hazırlanmış olup, yeri ve göğü kaplayan Cennete beni çağırıyorsun. Cehennem nerede?” diye yazmış. Bu söz üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Sübhânallah! Peki gündüz olunca gece nerededir?” buyurdu. Bu sözü de ok ile kılıcımın üzerine yazdım. Mektûbun okunması bitince, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bana; “Hakkın var. Sen gerçekten bir elçisin. Eğer yanımızda sana hediye edebileceğimiz birşeyler olsaydı, seni mükâfatlandırırım. Fakat şu anda biz seferdeyiz. Yiyeceğimiz bile tükendi” buyurdu. Bu sırada orada bulunanlardan birisi; “Ben onu mükâfatlandırabilirim” diyerek, torbasından Safûriye işi bir elbise çıkararak, bana verdi. Ben onun kim olduğunu sordum. Orada bulunanlar; “Osman bin Affân” dediler. Sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Bu misâfiri kim ağırlayacak?” diye sorunca, Ensârdan bir zât; “Ben” diyerek yerinden kalktı. Ben onu ta’kib ettim. Tam o meclisten uzaklaşacağımız sırada, Hazreti Peygamber ( aleyhisselâm ) arkamdan; “Ey Tenûhlu!” diye seslendi. Ben de geri dönüp yanlarına kadar yürüdüm. Mübârek sırtlarından kaftanını çıkararak; “Buraya bak! işte sana sorulan burada” buyurdu. Sırtına baktım, iki kürek kemiğinin arasında yuvarlak bir mühür vardı.”

Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) anlattı: “Resûl-i ekreme, Peygamberliği bildirildiği zaman, Acem kisrâsı, Yemen Vâlisi Bâzân’a bir mektûp gönderip; “Senin hükmün altında olan topraklar üzerinde peygamber olduğunu iddia eden birisi ortaya çıkmış. O’na bu iddiasından vazgeçmesini bildir, yoksa oraya, O’nu ve milletini öldürecek bir ordu gönderirim” diye yazmıştı. Bâzân’ın elçisi Resûl-i ekremin huzûruna geldi ve Kisrâ’nın bu sözlerini O’na nakletti. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “Beni, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ göndermiştir. Eğer bu işi kendim için yapsaydım, bu da’vâdan vazgeçerdim” buyurdu. Elçiler, o gün Medine’de kaldılar. Ertesi gün Server-i âlem ( aleyhisselâm ); “Benim Rabbim, Kisrâ’yı öldürdü. Bugünden sonra Kisrâ yoktur. Kayser’i de öldürdü. Bugünden sonra, artık Kayser de yoktur” buyurdu. Elçi, Resûl-i ekremin bu sözleri söylediği vakti, günü ve ayı yazdı. Sonra Bâzân’ın yanına döndü. Hakîkaten Kisrâ ölmüş, Rum Kayseri de öldürülmüştü.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 45

2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-5. sh. 200

3) El-A’lâm cild-4, sh. 266

4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 70

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 727

6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 957 cild-2, sh. 1400

7) Brockelmann Sup-2, sh. 82


HEYSEMÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ