MEVLÂNÂ HAMÎD

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın talebelerindendir. Kalender idi. Ya’nî, dünyâdan, dünyâya âit olan işlerden elini ayağını çekmiş, kendisini âhıret hazırlığına vermiş bir zât idi. Kimseye karışmazdı. Kendi hâlinde bulunurdu. Kendisine Hamîd-i kalender de denir. Sekizinci asrın sonlarında vefât etti.

Mevlânâ Hamîd, babasıyla birlikte, hazret-i Hâce Nizâmüddîn’in sohbetlerine devam ederek, o büyük velînin, kalblere, gönüllere te’sîr eden bereketli sohbetlerinden çok istifâde etti. Ayrıca Mevlânâ Garîb ve Çerağ-ı Dehlevî Hâce Nâsıruddîn gibi evliyânın sohbetlerinde de bulundu. Hâce Nizâmüddîn ve Hâce Nâsıruddîn hazretlerinin sözlerini toplayarak bir eser meydana getirdi. 756 (m. 1355) senesinde tamamladığı bu eserine, Hayr-ül-mecâlis ismini verdi. Bu kitabında şöyle anlatır: “Bir iftar yemeğinde, Hâce Nizâmüddîn ile beraber bulunuyorduk. Hâce hazretleri bir ekmeği bölüp, yarısını bana verdi, yarısını kendisi yedi. Ben küçüktüm. O ekmeği yemedim. Birşeye sarıp, kaftanımın altına koydum. Dışarı çıktığımda, talebelerden ba’zıları yanıma gelip; “Bize birşey ver!” dediler. “Bende ne var ki, size vereyim?” dedim. “Hocamızın sana verdikleri o yarım ekmeği istiyoruz” dediler. O ekmeği çıkarıp, onlara verdim. Onlar mescidin yanında bir yere çekilip, sevinçle, şifâ niyetiyle o ekmeği yediler. Daha sonra babam geldi. Hâce’nin verdiği ekmeği kaftanımın altına koyduğumu görmüştü. Heyecanla; “Ekmeği ne yaptın?” dedi. “Ba’zı arkadaşlar istediler; Onlara verdim” dedim. Üzüldü ve; “Niçin verdin? O çok büyük bir ni’met idi. Onların elinden birşeye kavuşmak her zaman nasîb olur mu?” dedi. Tekrar Hâce’nin huzûruna vardığımızda, Allahü teâlânın izni ile babamın üzüntülü ve sıkıntılı hâlini ve sebebini anlamıştı. “Mevlânâ Tâceddîn! Üzülme! Bu çocuk kalender olacak” buyurdu. Babamı teselli etti. Daha sonra babam; “Madem ki, hocamız sana “Kalender” dedi. Artık ben de “Kalender” derim” dedi. “Onların hürmet ve bereketleri ile, Mevlânâ Hamîd “Kalender” oldu.

“Bu yolda yürümedikçe, Allahü teâlâya yaklaşmak mümkün olmaz. Gayret etmeden oturduğu hâlde kavuşmak isteyen, maksada ulaşamaz. Bu kimsenin, kavuşmak arzusunda sâdık olmadığı anlaşılır. Dinin emirlerine uymakta gevşek davrananlar, bu yolda yürüyemez, ilerliyemez. Mücâhede etmek şarttır. Ankebût sûresi 69. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Bize itaat uğrunda (rızâmızı istiyerek, zâhirî ve bâtınî düşmanlarla) mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara, (bize vâsıl olacağı) yollarımızı gösteririz…” Mücâhededen maksad, kalbi, Allahü teâlâdan başka herşeyden ayırıp, sırf O’na itaate çevirmektir. Esas maksad, esas meşgûliyet, her ân Hak teâlâ ile olmaktır. Bundan başka herşey, bu asıl maksada yardımcı olduğu nisbette kıymetlidir. Değilse hiçbir ma’nâ ifâde etmez.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 116


MEVLÂNÂ HAMÎD

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ